KÖYÜME GİDERKEN

1961 yılının Şubat ayıydı. Annem “Yarın Germiyan’a gideceğiz” dedi. Bütün gece gözüme uyku girmemişti. Alaçatı sağlık ocağı önünden Çeşme - İzmir otobüsleri kalkardı. Ben de yarın otobüsle yolculuk yapacağım için seviniyordum. Sabah oldu, anneme ne zaman gidiyoruz? diye sordum”. Annem de bana kara eşekle gidiyoruz demez mi? Ben tabi ki şok olmuştum. Bütün gece kurduğum hayallerim boşa çıkmıştı. Annem kahvaltımızı hazırlamıştı. Kahvaltımızı yaptıktan sonra kara eşeğimizin semerini ve keletirleri sardıktan sonra yola koyulduk. Önce Reisdere Köyü’ne vardık, daha sonra Germiyan Köyü’ne doğru gidiyoruz.

Köyleri bir birine bağlayan toprak yollar tozludur. Yol kenarlarında kekik, pamuklan, katır tırnakları, pırnar ve sakız ağaçları yemyeşil sizi selamlar. Bazı yol kenarlarında yağmur sularının birikintilerinden oluşan çamur deryasına bata çıka gidersiniz. Stabilize yollar her zaman zaten kırmızı toprak ve ayakkabılarınızın altında yağlı çamur yapışır, yürümenizi zaten engeller. Lale köyü görünce toprak damlı evler üst üste yığılı durmuş gibi yamaca tutunmuş, bir kısmı da dereye doğru uzanır. Evlerin önünde Harnup ağaçların yaprakları hafif esen rüzgârda tatlı hışırtılar çıkararak kıpırdanırlar. Dere ağzında hayıt ağaçları ve asma söğütler iç içedir. Her kapıda birkaç inek, sokak gübre kokar. Yolun üzerinde rahat tavırlarla dolaşır başıboş inekler.

İlk yokuşla beraber ilk dönemece girilir. Yokuş yukarı tırmandıkça, dönemeçler sıklaşır, iki adımda bir karşına çıkar, kara bir yılan gibi kıvrılarak uzanır. Birinin sonu gelmeden diğerine girmek zorundasındır. Yollar keskin virajlarla tırmanır Lale köy dedikleri tepenin üst kısmına kadar devam eder. Yolu yeni düşenler için sürekli yokuş yukarı çıkmak korkutucu olabilir, yol bitmez gibidir. Yağmurun bol yağdığı günlerde çamur deryasından geçilmez. Köylerine varmak için yokuşu tırmanmaya çalışan bir iki kamyon, traktör, köy minibüsleri, ya da özel bir araba ile yola çıkanlar, Germiyan yokuşu çamurunda patinaj yapmadan, itelemeden ya da şeritlerle çekilmeden tepeye ulaşılması zordur. Arabanız “Naysa” ise korkmayın, askıda kalmazsa keçi gibi tırmanır, çamuru yarar, geçer. Kaç yıl boyunca o yokuşta çamurlara takılanlar iyi bilir, unutmaları imkânsızdır.Ve yolumuz uzun sürdü. Ama biz kara eşeğimizle zorlanmadan köye varabildik. Toprak damlı evimize nihayet geldik. Ertesi gün arkadaşlarımla sohbet ederken bana kurdukları o cümleyi yıllar geçse de unutmam: “Korkma Ömer. Biz köy çocuklarıyız, toprakta büyüdük. Köylerimizin sokakları çamurdur, gübre koksa da hava her zaman temiz ve berraktır.”

Kalın sağlıcakla…

BAKKAL MEHMET!

Çok severdim Mehmet dayımı. Rahmetli, baba yarımdır büyüğümdür, Alaçatı Kemalpaşa caddesinde bakkal dükkânı vardı. Bakkal dükkânının ismi “Doğruluk Bakkaliyesi” diye tabelası vardı. O büyük marketlerin ismi bile yoktu o yıllarda. Evine ekmek götürmeye uğraşır. Bakkallık ile mekânın tavanlarında çivilere asılmış o yıllarda çarık dediğimiz ayakkabılar asılıydı ek olarak satardı onları para kazansın diye. Garibanlık işte o çarık ayakkabıları almayan olmazdı...Kara kaplı veresiye defterini bir görseniz, ben diyeyim 100 sahife siz deyin 200 sahife isimler alt alta yazılmış rakamlar tütün satımında alacaklar.,Neyse girmeyelim o konulara.Bir gün dükkanının içinde Mehmet dayımla sohbet ediyorduk.O anda dükkandan içeriye bir müşteri girdi.Birkaç bir şeyler alıyordu.Lama rina bidonlar vardı içlerinde ellişer kiloluk bakliyatlar vardı.Müşteri Nohut olan bidonun yanına geldi ve” Mehmet dayıma  şu nohuttan  bir kilo tart dedi”Mehmet dayım o nohuttan sana vermeyeyim “nohut pek pişken değil” dedi.Müşterisi hiç itiraz etmedi ve o nohuttan almadı.Dayımın müşterisi gittikten sonra Bakkal Mehmet dayıma neden vermedin o adama nohudu dedim. Dayım da bana geçen evime getirdim aynı nohudu “yengen bana nohut hiç pişken değil zorla pişirdim dedi”  “bende pişmeyen nohudu müşterime satmam dedi.” Bende o kadar para ödedin ne olacak şimdi sen zarar edeceksin deyince, dayımda bana “zarar olmaz bende o nohudu kuzulara yediririm dedi.” Dürüst olmak lazım bak Ömer benim dükkânımın tabelasına doğruluk ismi yazıyor dedi. Mehmet dayım ailemizin büyüklerindendir. Ailemizle çok birlikte anılarım oldu. Kendisini hep rol model olarak seçtim. Hurmalı veya Liman ovasında yaşanmış anılar biter mi hiç? Hele de hamurun bu ovalarda yoğrulmuş, pişirilmişsen, biter mi hiç? Bitmez. Her yaz başı tatlı bir heyecan sarardı biz Alaçatı’da yaşayanları, sanki çok özel bir şey yapıyormuşuz gibi. Oysaki doksan gün çile çekmekten başka bir şey değildi bu güzel ovalarda tütün dikmesi, Tütün fidanları büyüyünce onları kırması, kıramandal’larda onları kurutması. 

Yaz başı denince akla ilk gelen tarlalarımız olurdu, sanki dünyanın merkezine taşınıyorduk, bir telaş bir heyecan sarardı biz tarla sahiplerini ki sormayın gitsin. 
Yaz gelip çattığında ise, sabahın ilk ışıkları yarı yolda vururdu üstümüze, Kara dağ eteklerine inen güneş o dağı tırmanmamıza engel olamazdı. O dağın eteklerinden geçerken, adeta gerdanda boncuk dizer gibi dizilirdik. Sığırlar, koyunlarımız önümüzde, bizler arkasından bir renk cümbüşü, bir gökkuşağı oluştururduk karşı yamaçtan bu yamaca bakınca. Bu telaş ve bu heyecanla varılırdı yaylaya, sanki orada bekliyorlarmış gibi, her sığır kendi Yazlık damımızın veya Kargılardan yapılmış çardakların kapısında beklerdi ev sahibesini.
Arazi sahipleri olan bizler, birkaç gün önce çıkardık yaylaya, önce bir yerleşir ortalığı toparladıktan sonra mahsullerimizi yaban hayvanlar yemesinler diye beklerdik. Toparlanmak derken, sadece ateşte yakılacak biraz çalı, odun gibi,. Birde kaldığımız evlerin hazırlanması işte. Ne vardı hazırlanacak, bir kaç parça çamaşır, varsa biraz gıdaların yerleştirilmesi, bir yatak bir de yorgan, öteki yatak hâsıl denen bir ottan olurdu. Kalın kumaşın yanlarını, kalın bir iplikle diker, içine o otları doldurup, alın size bir yatak daha, derdi anam. Yattığımız yer hemen hayvanların üstü, aralıklı dizilen tahtalardan hayvanın her dışkıları koku olarak direk burnumuza gelirdi. Ama bu kokuda hiç rahatsız olmazdık. Telsiz mevkiinde bulunan tarlamıza gittiğimiz günler yol kıyısında bulunan Mahmut hoca kuyusunun başında hayvanlarımızı bu kuyunun buz gibi suyuyla hayvanlarımızı sular. Eşek’lerimizin semerindeki sarılmış olan köfünlerin içindeki toprak testilerimize suyumuzu doldururduk. Mehmet dayımla tarla komşusuyduk. Çoğu zaman Kuyu başında Mehmet dayım ve ailesiyle karşılaşırdık. Dayımın kızlarından Serpil ablam sen çekil kuyuya düşmeyesin ben senin testilerini doldurayım sen yalnız testiye suyu boşaltırken testinin ağzındaki huniyi tut derdi. Kuyu başından ayrıldıktan sonra hepimiz tarlalarımıza giderdik. Mehmet dayımın bütün kızları çalışkandı ama Serpil ablam bir başkaydı. Erkek gibiydi Dayım telsiz tarlasının bir mandalında su bulmak için kuyu açtırmaya karar vermiş ve kızlarınla beraber beş altı metre derinliğinde kuyu açtı suyu bulması için. Ama tabi suyu bulamadılar. Bu çalışmada Serpil ablam beş metre kuyudan teneke dolusu toprakları hep o çekerdi. Dayım yorulduğu zamanlar Serpil ablam kuyuya iner ve çapayla var gücünle toprağı kazar ve kuyunun içindeki kazmış olduğu toprakları kovaya doldurur yukarıya diğer kardeşleri taşırlardı. Öğle saati olunca tarlalarının orta yerinde çok büyük siyah İncir ağacının altına toplanır hep beraber öğlen yemeğimizi yerdik. O yıllar ah o yıllar unutulur mu hiç. Bazen dükkânda canım sıkıldığı günler bir bahar havası almak için şehir dışına çıkmak geliyor içimden. Çıkıyorum. Karakol kuyunun yerinde yeller esiyor. Telsiz ovasına bakıyorum o güzelim tarlalara inşaat malzemesi satan dükkânlar dolmuş. Liman ovasına gitmek istiyorum liman ovasının tam ortasında bir kocaman yol geçmiş, Hurmalı ovasına bakıyorum her tarafı butik oteller ve kocaman kocaman taş binalar dolmuş. Hayat nasıl bir şey anlamaya çalışıyorum. Hayat insanların değiştiği gibi binalar ve toprakta değişiyor galiba ne dersiniz.?

FAİK HOCA

FAİK HOCA

Rahmetli Faik hocayı on yaşımdayken tanıdım. Hacımemişağa camisinin imamıydı. Annem bana sekiz yaşındayken namaz kılınmasını öğretmişti. Okula giderken on dört tane dua ezberletmişti. Bazı günler annem kadın mevlitlerine beni de yanına alır “bal tefsirini” okuturdu.

“Bal tevsiri, “Hz. Ali Kerremellahü Vecheh bir gün gazadan evine geldiğinde, Hz. Ebubekir Sıddık (r.a.), Hz Ömer (r.a), Hz Osman (r.a) gelip Hz. Ali'ye "gazan mübarek olsun" demişler. Hz. Fatimetü'z-Zehra (r.a) onlara ikramen, kalaylı bir tas içinde bal getirmiş, balın üzerinde ince bir kıl görmüşler... Bunun üzerine Hz. Ebubekir (r.a) "dördümüz de birer açıklama yapalım" buyurmuş.Dört halifemizin yorumundan sonra Hakta aladan bir nida gelir. Ya Muhamed her kim bal tevsirini okursa, yada okutursa, yazıp Ümmetine hediyye ederse izzet ve celalim için, ben o kimseye 224 bin peygamber sevabı veririm. Bir insan, kendisine adet edinse, bu tevsiri okursa ve okutmaya devam ederse, hiç bir zaman sıkıntı çekmez. Ölürken hüsnü aleme hasip olur, Ahirete iman ile gider ve gelecek kaza ve musibetlerden kendisini Cenabı Hak Teala muhafaza eder”.Bu bal tefsirini annem her mevlitte bana okutur, dinleyenler de ne güzel sesin var senin böyle,çok güzel okuyorsun diye methiyeler yağdırırlardı.Bu güzel sözler de benim çocukluk ruhumu okşardı.On yaşımda beş vakit namazımı son yıllara kadar hiç bırakmadım.Rahmetli Faik hoca, cenazelerden sonra evlerde yapılan hayır ve dualarda benim de mevlit okumamı dinleyince sesimi çok beğenip bana “Ömer arada “Hacımemişağa”camiine de gel seninle biraz mahric ve kıraat derslerine çalışalım dedi.”

Dünyalar benim olmuştu faik hoca bilaa bedel Alaçatı’da çok gençleri camide yetiştirmiş kişiydi. Bende Faik hocamdan birkaç sene Kuran okuma dersi aldım. Kimler yoktu ki ders alanlar arasında, Hamdi serin, Necat Kırçakçı, Zeki Pırnarcı, Erol Ceylan, Mehmet Ali Şahin, İsimleri bu sayfamıza sığmayacak kadar çok genç yetiştirmişti.Rahmetli Faik hoca devletten hiç maaş almamış, devletin kadrolu imamı değildi. Gönüllü imamdı. Geçimini hep kendi imkânlarıyla sağlamıştır.Onu evinize mevlit okumaya davet ettiğiniz zaman o akşam yatsı namazında kaç tane öğrencisi varsa, öğrencilerini de yanına alır kuran veya mevlit okuturdu. Okumak bittikten sonra mevlit sahibi Faik hocaya para ikramı yaparsa ertesi gün kaç para verildiyse, yanındaki okuyan öğrencilerle bölüşürdü.Kimsenin hakkını yemezdi. Sabah namazlarından sonra pehlivanın kahvesine gider orada gün aydınlanıncaya kadar cemaat’ten de katılanlarla sohbetler ederdik. Genel de dini sohbetler arada güncel konular ve kurtuluş savaşından sonra mübadele günlerini anlatırdı. Mustafa Kemal Atatürk’ü ve İsmet paşadan söz açılınca Atatürk’ü anlatırken gözlerinden yaşlar gelirdi. Her seferinde çay paralarını bizlere ödetmez “siz misafirsiniz burası benim mahallem siz burada çay parası ödeyemezsiniz derdi”. Tam ülkesini seven bir din adamıydı. Nurlar içinde uyusun.Bu gün imamlara size maaş vermiyoruz dense yine imamlık görevlerini yaparlar mıydı? Gerçek din adamlarını tenzih ederek, camilerimizde Allah için evet oyu verin diyen imamlarımız var ülkemizde. Son on beş yıl öncesinde camilerimizde siyaset var/mıydı?Faik hocam da ömrü boyunca devletten beş kuruş para almadan elli yıldan fazla Alaçatı’da Haçımemişağa  camisinde imamlık görevi yaptı.Tam bir Atatürk imamıydı.Ruhu şad olsun.

Kalın sağlıcakla……

 


ALAÇATI’NIN RESTORANTLARI

(1) Martı Restoran: Alaçatı’nın ilk restoranı. En taze ve güzel balık çeşitlerinin bulunduğu, Reşat Akbaykal nam-ı diğer “Reşat Efendi” lakaplı rahmetli ağabeyimiz 1950 yılında kurulmuştur. O yıllardan günümüze kadar hizmet vermeye devam ediyor. Alaçatı’nın ileri gelenlerinin buluşma mekânıydı. Bilhassa mülki amirlerin, öğretmenlerin uğrak mekanı olan bu restoran adeta bir okul gibiydi. Reşat Efendi  yaşı gereği emekliliğe karar verince oğlu Hakkı Akbaykal’ı mekânın başına geçirdi. Hakkı Ağabey de yıllarca bu mekânın başındaydı. Hakkı ağabeyin 2018 Mart ayında vefatı sonrası oğlu Cumhur ve torunu Umut Akbaykal bayrağı devralarak hizmete devam ediyor. Cumhur Akbaykal çocukluğundan bugüne yıllarca babasıyla birlikte çalışmışlardı.

(2) “Aşçı Şahin” (Şahin Kapar): 1960’lı yıllarda “Kireççi Musli Ağa”nın dükkânında kiracı olarak restoranı işletirdi. Sabah çok erken kalkar; bilhassa hafta sonları üreticiler akşamdan sebzeleri veya kuru soğan, kuru baklalarını, çuvallarını hazırladıkları Harmandalı kamyonu gelene kadar sıcak çorbalarını içer sonra İzmir pazarına götürürlerdi mallarını satmaya. Öğle ev yemekleri, akşam da meyhane olarak hizmet verirdi.

(3) Rasim Restoran:1960 yılarında açılmıştı. Rahmetli Rasim Ağabey’in de Alaçatı’ya çok emekleri geçmiştir. Rasim ağabeyimizde son nefesine kadar mekânının başındaydı. Rasim Ağabey aynı zamanda Kore Gazisiydi. Mekânına gidip yemek yemek için masaya oturduğunuz zaman (eğer biraz siyasetle uğraşıyorsanız) hemen bir sandalye alır ve yanınıza oturup, Alaçatı’nın eksik olan yanlarını, kötü görünen yerlerin nasıl güzelleştirilmesi gerektiğini hakkında fikirler verirdi. İyi bir gözlemciydi. Heyecanlı anlatımlarıyla, bir Alaçatı aşığıydı kendisi. Rasim Ağabey vefat ettikten sonra oğlu  Arif mekanının başında ve işletmeyi babadan oğula geleneğini devam ettiriyor.

(4) Dört Değirmenler: Rahmetli Nazım Aydoğdu 1984 yılında Belediye Başkanı seçildikten sonra Alaçatımızın sembolü olan dört değirmenleri restore ettirdikten sonra boş arazi olan yere güzel bir mekan yaptırmıştı. Bu mekanı ihale usulüyle kiraya vermişti. Rahmetli Nevzat Pancar ağabey çok naif bir kişiliği vardı. Her akşam Alaçatılılar bu mekana gelir, çay kahve ve yemeklerini yerdi. Alaçatı görüntüsünü seyrederek keyif yaparlardı. Alaçatı ortaokulu Müzik öğretmeni Mustafa Türkmen org eşliğinde dönemin popüler şarkılarıyla dinleyicilerine eğlenceli zaman geçirtirdi. Ben Alaçatı Sosyal Demokrat Halkçı Parti Belde Başkanı olduğum beş yıl süresinde Rahmetli Ecevit’in Kıbrıs Barış Harekatının tarihi olan “20 Temmuz” temalı gece düzenlerdik. Parti yararına olduğundan bize de iyi bir indirim yapardı. Bir gecemizde Erkin Koray bile katılıp gitarıyla müzik dinletisi vermişti. Rahmetliyi saygı ve sevgimle anıyorum. Nevzat Pancar ağabeyimiz işletmesini bırakınca Erdal Aktaş mekanı kiralayarak işletmeye devam etti.Uğur Mumcu Caddesindeki projeyle Dört değirmenler tekrar restore edilince bu mekan yok oldu.


(5) Değirmendağ Restoran: Eski Belediye Başkanlarımızdan Abdurrahman Keskin su deposunun çevre düzenlemesinde Alaçatı’nın yedi tepesinden biri olan bu tepemize geniş bir parkı olan köşesinde bir mekan yaratmıştı.  Alaçatılılar gelip burada yaz aylarında serin serin açık havada yemeklerini yerken mekan da onlara eşsiz bir biçimde Panoramik Alaçatı manzarası sunuyordu. Uzun yıllar Alaçatı halkına bu mekan da hizmet etti. Daha sonra işletmeci bırakınca belediye mekanı olduğu için Kemal Demirarsal bu mekanı tekrar restore edip Alaçatının en şık mekanlarından birisi oldu.

(6) Çınar Restoran:

1978 yılında döenmin Belediye Başkanı Abdurrahman Keskin tarafından plajın tam kıyısında insanların denize girmesini engellemeyen uzaklıkta bir yere güzel bir mekân yaptırmıştı. Alaçatı Çark Plajı herkes tarafından bilinir, biraz soğuktur suyu. Denizde üşüyen hemen bu tesise gider birasını veya rakısını içer içini ısıtırdı. Bu işletmede hem kafe hem de et ve Balık restoranıydı.Yıllarca çevremdeki herkese; “bir gün Alaçatı Dünyanın bile gıpta ettiği Türkiye’nin bir numaralı turizm beldesi olacak diyordum. Bunu kalpten hissediyordum. O dönemin Alaçatısını yaşayanlar bana adeta gülüyorlardı. Ve gel zaman git zaman eski Belediye Başkanımız Remzi Özen de Alaçatı’ya “Dünya kenti Alaçatı” demiştir. Şimdilerde Alaçatı bir marka ve ülkemizde tanımayan kalmadı desek yeridir…


8 MART DÜNYA KADINLAR GÜNÜ

Kadın denilince aklıma ilk gelen; cefakâr, fedakâr, analarımızdır. Kadın candır. Yuvayı sevgisi ile ilmik ilmik yapandır. Nadide, mis kokulu çiçeklerin suyu, biricik evlatlarının rol modeli huyudur. Çocukların, eşinin ardından arkalarını ihtimamla toplayan, koruyup kollayan, komşusuna sıcacık çorba, sevdiklerine yüreğiyle sevgiler, sağlıklar, güzel günler yollayandır. Eşinin yarısı olmaktan öte; başarısını, işini, azmini, neşesini huzurunu tamamlayandır. Hırpalanan ilişkileri, akrabalar arasındaki gerginlikleri, ihmalleri, komşuların ahenkli uyumunu rötuşlayandır. Hataları, küskünlükleri, kıskançlıkları, kopan sağlıklı ilişkileri sevgi ipliğiyle birbirine bağlayandır. Yaptıkları güzelliklerle, iyiliklerle övünmeyen gizleyen, çektiği hüzün ve kederleri tebessümle gizleyen meçhul bir kahraman, sıcacık bir umut, hayatın anlamı bir ömrün uyumlu mimarıdır. Acılı günlerin sabır taşı, aç kalmış karınların şifalı aşı, derdi olanların samimi gözyaşıdır.

Telaşlı anlarda paniklemeyen, sükûnetle moral olan, dik duran yıkılmayan, azimle gayretle yüreği mertlikle dolandır. Bir orkestra şefi gibi aileyi yönetendir. Krizleri çözen, kırıp dökmeleri ihtimamla derleyip, yeniden sağlayandır. O, işe giden aile çalışanlarının çorap ve giysilerini arkalarından toplamakla yetinmez. Kırılan potları, densiz sözleri, sevgiden yoksun sıradan sözleri, rencide eden gafları da bir bir güzelleştirir estetik hale getirir. Gafları değerli lafa, hüzünlü gönülleri mutluluğa döndürür. Haksızlığa uğrayan çocukları, babayı rencide etmeden kurtaran O’dur. “Sende haklısın, der” herkese, mağduru ezdirmez kimseye. Baba da O’na sığınır zor anlarında, evlatta.

O, bir psikolog, hakem, hâkim ve hekimdir. Çaresizliklerin dermanı, zor günlerde kendini riske atandır. Belki de dönmeyeceğini bilerek gerektiğinde takılarını eşine tebessümle uzatandır. Kadın topraktır, Kadın aşktır, Kadın edebiyattır, gözlerine bakınca şiirler yazılandır, kadın nefestir…

Kadınlarımız, birgün değil, her gününüz, huzurlu ve mutlu olsun…

8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü’nüz kutlu olsun…  Sevgiyle ve sağlıkla kalın.

OKU!

“Kur’an-ı Kerim “İkra” kelimesi ile başlar. Yani “Oku!” Der. (İsra14,Alak 1). 1990 yılında terzilik mesleğimi bıraktıktan sonra Alaçatı’da kitapçı dükkânı açtım.1990 yıllardan sonra boş zamanlarımda değil, kitap okumak için zaman ayırmaya başladım. Okudukça okuma şevkim artmaya başladı. Kelime hazinemi arttırmak için başlarda hep edebiyat romanlarını okuyordum. Son üç gündür yine edebiyat romanlarına sardım. Klasiklerden devam ediyorum. Sait Faik Abasıyanık, Sabahattin Ali, Yaşar Kemal gibi birçok edebiyat dünyasına katkı koyan yazarlarımızı okuyorum. Ne güzel öyküler. Sanki o yıllarda yaşıyormuşum hazzı veriyor bana. İşitmediğim kelimeleri öğreniyorum. Tanrı kullarına okuyun ki bilgilenin demiş.  O zaman bende okumalıyım dedim. Tanrı yanılıyor olamaz… Üç gündür önce Sabahattin Ali’nin Değirmenini, sonra da Sait Faik Abasıyanık’ın Sarnıç kitabını bitirdim. Ali Şeriati’nin Dine Karşı Din,sonra da Ali Şeriati’in Aydın Kitabını okumaya başladım. Ali Şeriati; İranlı sosyolog düşünür ve yazar.Özellikle din sosyolojisi ve çağdaş İslam düşüncesi üzerine birçok eserleri bulunmaktadır. Ali Şeriati’nin Aydın kitabında benim çok bilgilendiğim bazı sayfalardan alıntıları siz okurlarımla paylaşmak isterim.Aydın Ve Toplumdaki Sorumluluğu Meselenin Ortaya Konuluşu: Konumuz, aydın, onun toplumdaki sorumluluğu,Avrupa,Asya ve diğer kıta toplumlarında ortaya çıkış şekli ve insanlık toplumunda, özellikle kendi toplumunda taşıdığı ve taşıması gereken misyondur. Aydın meselesi, sosyal ve bölgesel alanda olduğu gibi evrensel planda da çok önemli, hassas ve temel bir meseledir.

Aydın meselesi,dünyada Orta Çağ’dan sonra ortaya çıkmış bir meseledir.Avrupa’da 17.yüzyıldan itibaren aydın adlı bir sınıf teşekkül eder.Avrupa’da bu ad ve özelliklerle varlık kazanan aydın sınıfı 19.yüzyıldan sonra Afrika,Asya ve Latin Amerika gibi Avrupa dışı ülkelere girer.Bir kimse kendisini, bir aydın kendisini tanımadan toplumunu tanıyamaz ve iddia ettiği misyonu yerine getiremez. Yani ister İranlı,ister Afrikalı isterse Amerikalı olsun,aydının,hangi özelliklere sahip olduğunu,hangi sosyal ve tarihsel şartlarda meydana geldiğini ve taşıdığı bu özelliklerin kökünün nerede olduğunu bilmesi gerekir.Ancak yapacağı bu analizden sonra toplumunu tanıyabilir,yürümekten ve rehberlik etmekten sorumlu olduğu yolda yürüyebilir ve rehberlik edebilir.Şimdi son yarım asırdan bu yana aydın denilen bir tabakaya,bir sınıfa,bir katmana sahip olan bizler,her şeyden önce kendi kendimize bu sınıfı,analiz etmeye başlamak zorundayız.Hele de bizzat kendimiz  bu sınıfın üyesi isek  kendi kendimizi analiz etmeye girişmeliyiz.Nereden geldiğimizi,niçin geldiğimizi,ne zaman geldiğimizi, niçin geldiğimizi,ve bu sınıfın nasıl teşekkül ettiğini görmeliyiz.” Velhasıl sizlere buradan kitabın tamamını yazmak gibi bir niyetim yok tabiî ki.Sizlere şunu söylemek istiyorum kulaktan duymakla olmuyor okumak gerekli ki doğruları öğrenelim.Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olunmuyor.Aydınlanmamız için çok okumamız gerekiyor.İnanın Sabahattin Aliyi okurken ve diğer yazarları okurken bu bilmediğim,duymadığım cümleleri nasıl yazmışlar derken hemen aklıma Mustafa Kemal Atatürk  geldi. Mustafa Kemal Atatürk gençliğinde ve ölene kadar bütün dünya klasiklerini ve Türk klasiklerini okuyup bitirmiş. Başucu yaptığı Reşat Nuri Güntekin’in “Çalıkuşu”romanı muhteşem bir eser değil midir? Entelektüel ve aydın olmak için okumak çok da zor değil. Geceleyin veya gündüz vakit bulduğunda 25 sayfa kitap okursan dünya ile irtibat kurabilirsiniz. Yoksa telefonunun şarjı bitene kadar entelektüel kalırsın

Bu kadar yazdım yeter. Hadi ben okumaya kaçtım! Kalın sağlıcakla…

YAŞANMIŞ ANILAR!

YAŞANMIŞ ANILAR!  Bir köy çocuğu olarak geldim dünyaya. Bir yılkı atı kıvamında büyüdük yetiştik, türlü badireleri geçerek. Bu zamana gelinc...