Mevsim kıştı, hatırlıyorum. Oturma odamızın dört duvarı arasındaki koltuğuma geçip gündüzün nöbetini geceye devrettiği o saatlerde merakla alıp, çabucak okuyup bitsin diye bir kitap elimde.Okuduğum her kelimenin ardından duruyor ve o cümleyi tekrarlıyorum. Yutkunurcasına. Gözlerim her an patlamaya hazır bir volkan lavı gibi. Kitabı bitiriyorum.
Bir suçluyum. Belki de kendimi asla affetmeyeceğim bir suç işliyorum. Kitabım ellerimden kayıp boşluğa düşerken ben uykunun kol gezmediği bir kasabadayım.
Suçluyum, suçluluk duyuyorum. Kendime kızıyorum, kırgınım. Onlarca fedakârlık
sonunda kazanılmış zaferlerin, çekilmiş acıların açık resimlerini gördüm hatta
okudum. Toplumun sürüklendiği bu bilinmezlik, elimizden kopup giden değerler ve
boşa geçirdiğimiz onlarca saat. Öfkesi daha da derindi sözcüklerinde
Atatürk’ün. Bakışlarından daha da keskindi cümleleri. Çalışmıyoruz,
onarmıyoruz.
“Sizi affetmiyorum.” Diyen bir ezilmişliğin altında kitabın da adında belirttiği
gibi “Affet Bizi Atam” diyerek uyumaya çalışıyorum.
Neresi olduğunu bilmediğim bir yer. Avizelerle süslenmiş ışıklandırmaları,
büyük kapıları ve otantik bir görünüme sahip koca bir salon. Yanan şöminenin
içinde alevlerin küllerle olan dansını izleyerek, hala nerede olduğumu
bilmiyorum, arkamda duvarda asılı olan saatin sesi “tik tak tik tak” sesi
duyarak elimde okuduğum kitap.
Neredeyim, niye buradayım, arkamdaki ses? Aklımda onlarca soru. Tam dönüp bütün
sorularımın cevabını bulmaya hazırlanmışken başıma dokunan bir el ile
irkiliyorum. Dönüyorum. Nasıl bir düş ki hala unutamıyorum. Öyle bir yüzdü ki
gördüğüm…
Belki bir dönüm noktası benim için. Ya da artık bazı kavramları farklı
algılamam için bir sebep. Belki bir aracı bugün, birçoğunda da yaptığım gibi
bütün eserlerde bir tatile çıkarmışçasına kitap sayfalarını aralıyorum.
Kiminizde bir Paris tutkusu kiminizde Asya’ya gitme isteği. Kiminiz yemyeşil
bir Karadeniz havası solumaya öyle özlem duyuyorsunuz ki. Kiminiz ise Alaçatı’ın
değirmen dağının tepesinden güneşin eşsiz batışıyla denizi seyretmeyi hayal
ediyorsunuz.
"Bir yaz akşamının titrek ışıkları altında balkondan esen rüzgârın verdiği
serinlikle yine bütün düş ve hayallerimi ufak bir çantaya sığdırıp bir tatile
çıkmak için yola koyuluyorum.
Eşim Meryem ile doğru Sığacığa bir otele yerleşiyoruz. Zamana yolculuk
yapıyoruz. Yıllar öncesine; 1980 lere gidiyoruz. O zamanın zorlu yaşam şartları
altında iç savaşını alt etmeye çalışan ve kendine hazin bir son hazırlayan
Kenan’ı konuşuyoruz. Eşini, çocuğunu ve o çok sevdiği kadını; Günseli. “Bir Gün
Tek Başına” diyor Vedat Türkali. Bir gün tek başına kalır insan. Günsel’in de
kaldığı gibi. Hafif bir hüzün ve iç burukluğuyla çok şey öğrenerek belki de.”
Sonra sohbet ediyoruz ‘Yüzyılın Aşk’larından Can Dündar’la. “Uygarlık tarihi
biraz da aşkların tarihidir.” Diyor. Evet dercesine gülümseyerek onaylıyorum
onu. “Kahkahalarla ve buselerle olduğu kadar acı ve gözyaşlarıyla da işlenmiş
bir kanaviçedir.” diyor aynı zamanda. Sonra Mustafa Kemal- Latife Hanım, Nazım
Hikmet- Piraye ile yaşanmış aşklarını konuşuyoruz uzun uzun. Ve yine
gülümseyerek.."Elimde Lord Kınross’un
yazmış olduğu “ATATÜRK” Bir milletin
yeniden doğuşu kitabını okuyorum.
Ve birden “O büyük salon, o avizeler, o şömine. Arkama döndüğümde masmavi
gözleriyle bana gülümseyerek bakan; Atatürk. Uyandığımda ellerimi yüzüme
götürüp sildiğim o an.
Kırın kalıplarınızı, açın kapıları. Gidin en yakın kütüphaneye ya da kendi
kitaplığınıza. Şöyle bir dokunun raflarına. Çekin herhangi birisini. Tozlu mu,
silkin. Açın ilk sayfasını ve dalın dünyasına. O kadar çok insan tanıyacak ve o
kadar farklı hayatlara tanık olacaksınız ki.
Bu güzel yolculuğunuzda bütün güzelliklerin daima yanınızda olmasını diliyorum.
Kalın sağlıcakla
ÖMER ÖNAL
12/02/2013
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.