TÜTÜN ZAMANI (2)


Tütün dikimi zamanı! Sabah erkenden annem ve kardeşlerim ile beraber evimizin cümle kapısından çıkıp, tarlamızın yolunu tutuyoruz. Hurmalı Mevkii’nde Murat Hoca’dan (Murat Aksüt) kiraladığımız tarlaya tütün dikmeye gidiyoruz. Hurmalı yollarında insanlar, hayvanların keletirlerine yüklemiş olduğu tütün fidanları, eşeğin semerinin arkasında iple bağlı olan keçileri ve koyunları yolculuğumuzda bize eşlik ediyorlar. Semere bağlı olan hayvanlardan kuzu ya da oğlak biraz gerisinde kaldığı zaman öndeki hayvan ayaklarını gerer ve gitmek istemez. Merak eder acaba yavrusunun başına bir şey mi geldi? diye. Yavruları annelerinin önüne geçince bu sefer de anneleri hızlı yürüyüp yavrularına yetişmek için eşeği geçmek isterler. İnsanlarımız evlerinde besledikleri hayvanları ile beraber iş zamanı bir koşuşturma serüvenidir, sürer gider... Hurmalık yolundaki bütün kadınlar siyah feracelerini, genç kızlar ise basma veya dokuma şalvarlarını giymişler. Yüzü güneşten yanmasın diye, beyaz keten kumaşın içine sert bir tela ile dikiş makinesinde dikilmiş tülbentlerini de yanlarına almışlar. Erkekler ise başlarına ya kasket ya da poşusunu sarmış, hummalı bir hareket halinde işlerine girişirlerdi. Ovalarda yemyeşil, mis gibi toprak kokusu! Bütün tarlalar sürülmüş, dikime hazır vaziyette! Yol kenarlarında ebe gömeçleri, turp otları, çengel dikenleri, gelincikler kıpkırmızı çiçeklerini açmışlar. Doğa ile iç içe olmanın insana verdiği huzur yanlarında...
  Tütüncüler tarlalarının yarısını dikmiş, bazı tarlalar dikilmiş bitmiş bile... Tarlalarda tütün karıkları sıra sıra iple çizilmiş gibi düzgün!  Biz, tarlamızın yarısını dikebilmiştik. Tütün fidanlarımız biraz geç yetişmişti. Bizim gibi geç kalan aileler çoğunlukta idi.
Genellikle aileler birbirlerine imece yaparlardı. Mehmet Dayım’ın bütün ailesi bize yardıma gelmişti. Dayım çok güzel ve çabuk tütün karığı açardı. Dayımın kızı Hayriye (Biz ailede Hacer diye sesleniriz) ile birlikte Murat Hoca’nın kuyusunda iki eşekle su taşıyorduk. Serpil Ablam, Sevinç Yengem ve Annem tütün dikiyordu. Bir ara Sevinç Yengem tütün dikmeyi bıraktı. Tarlanın sınırına iki tane taşı yan yana koydu. Tarla sınırlarından çalı çırpı topladı. Topladığı çalı çırpıyı az önce yan yana koyduğu iki taşın ortasına atarak, ateş yakmaya başladı. Büyük yemiş ağacının gölgesinden ateşten simsiyah olmuş çukaliyi (Güveç) aldı ve iki taşın ortasına koydu. Ben ve Hacer, sürekli su yetiştirmeye çalışıyoruz. Gülgün Abla tütünlere can suyu verirdi. Yaşar Ağabey de Gülgün Abla’ya sulama işinde yardım ederdi. “Dikilen fidanlara su vermek çok önemliymiş!” Mehmet Dayı hep öyle söylerdi. “Fidanlara su verirken yapraklarına su değmemesi lazımmış!”  “Yeni dikilen fidanların yapraklarına su değerse; sıcak ve güneş onları yakar, fidanlar tutmaz, yoz olur” derdi. Öğlen olmasına yakın Mehmet Dayım “On beş dakika mola verelim” dedi. İncir ağacın koyu gölgesine hep beraber oturduk. İncir ağacının gölgesinde ıslak bir çuvala sarılı olan papaz kuyusundan doldurduğumuz dolu testimizden içme suyumuzu bakır maşrapaya boşaltıp, kana kana içtik. Biz dinlenirken Sevinç Yenge’nin ateşte pişirmekte olduğu bakla yemeği kokusu, burnumuzun direğini kıracak gibi olurdu. Annemin evde yapıp getirdiği un özemesi tatlısı ve fırınında pişirdiği ev ekmeği ağaç gölgesinde sofra bezine sarılmış beklemekte. Sevinç Yengem yüksek sesle: “Çocuklar yemeğimiz hazır. Haydi! Hep beraber oturalım, yemeğimizi yiyelim”  demesiyle birlikte hep beraber soframıza oturduk. Sofra bezini toprağın üstüne serip (topaçlar biraz popomuzu ağrıtıyor ama yorgunluktan kim duyar ki ağrıyı?) başlıyoruz yemeğimize… Dayımın elinde keskin bir testere, fırından çıkmış günlük buğday ekmeğini dilim dilim kesiyor. Her kişiye büyük bir dilim veriyor. Yemeğimiz kocaman bir çinko tabak içinde, herkes aynı tabaktan yiyoruz. Fava yemeğinin üzerine çiğ zeytinyağı döküp, yanında da taze soğanla beraber lezzeti bir başka oluyor… Mayıs Ayının on beşinde, bulutsuz bir gökyüzü. Öğlen güneşinin yakıcı sıcaklığı, rüzgâr kesilmiş, toprak üstüne yalınayak basılamayacak kadar ısınmış. Bütün canlılar bitkilerin ve ağaçların gölgelerine çekilmiş. Evcil hayvanların bile kendilerini koyu bir gölgeye attıkları saatler. Yarı baygın, uykulu, hareketsiz bir tembelliğe bıraktıkları saatler başlamıştı. Ovanın ağustos böcekleri, karıncaları ve çekirgelerinin ötüşleri adeta klasik müzik orkestrası gibiydi. Yemekten sonra bir saat uyku molası ve bir saat sonra uyanıp tekrar işimize kaldığımız yerden devam ediyoruz. Ne güzel günlerdi o günler. Bu gün aramızdan ayrılanlara Allahtan rahmet, sağ olanlara sağlıklı uzun ömürler diliyorum. Bu haftalık da bu kadar! Kalın sağlıcakla…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.

YAŞANMIŞ ANILAR!

YAŞANMIŞ ANILAR!  Bir köy çocuğu olarak geldim dünyaya. Bir yılkı atı kıvamında büyüdük yetiştik, türlü badireleri geçerek. Bu zamana gelinc...