Çocukluk hatıralarımız ve arkadaşlarımız hayatın çarkı içinde öğütülmüş bir una döndü. El bebek, gül bebek büyütülüp hayatı tanımaya, çevreyle uyumlu olmaya çalıştık. Evlerin hoş sohbetleri, komşuların yardımlaşmasıyla, hayatı tanımaya başladık. Sofralarımızda aşımızı beraber kaşıkladık. Zaman içinde büyüdük serpildik. Çevreye uyum sağlamaya çalıştık. Mahalle aralarında beraberce misket oynadığımız birçok arkadaşımızı kaybettik. Dünya denen misafirhanede esen rüzgâr, bizleri ayrı ayrı mekânlara savurdu. Doğduğumuz mekânları, kokladığımız toprak ve çiçekleri maziye gömdük. Yığınlarca insan kalabalıklarının arasına karışarak, kaybettik aslımızı ve kendimizi. O, gençlik denen bahar mevsimi, bizi hazan yaprakları gibi döktü dağıttı.
Uzaklardan telefon çalınca, karşımıza sesini
dahi unuttuğumuz dostlarımız çıkıyor. Simalarını bile hatırlamakta güçlük çektiğimiz
bu arkadaşlarımızla oysa ne günler yaşamıştık. Çoluk çocuk, ev bark derken
mevsimler son hızla geçti gitti. Bizden önce acele edip gidenler, bizle
beraber kalsaydılar, ne olacaktı sanki?
Yine önden gidenleri takip ediyoruz. Demek, gittikleri yerden memnunlar ki; ne dönen, nede haber gönderen var. Biz, kalanlar ise aynı mekâna gitmek için biraz daha yavaş ve zaman bekliyoruz, o kadar. Akranlarımız ile gece geç saatlere kadar oturup sohbet ettiklerimiz, aklımıza geliyor.
Yine önden gidenleri takip ediyoruz. Demek, gittikleri yerden memnunlar ki; ne dönen, nede haber gönderen var. Biz, kalanlar ise aynı mekâna gitmek için biraz daha yavaş ve zaman bekliyoruz, o kadar. Akranlarımız ile gece geç saatlere kadar oturup sohbet ettiklerimiz, aklımıza geliyor.
Şimdilerde sohbetler, komşuluklar, dostluklar
ve kardeşlikler ortadan kalktı. Herkes kendi dünyasında yaşıyor. Mengene
gibi bir birine bağlı dostluklar maziye gömüldü. Zaman mı yoksa biz mi
değiştik?
Aslında ikisi de değişti. Biz, eski biz olmadığımız gibi, zaman da eski zaman değil. İletişim ne kadar baş döndürücü bir hızla ilerliyorsa, o denli sorunları da peşinde getiriyor. Dünyamızda olup bitenleri anında hanelerimizde seyretme imkânına kavuştuk. Bunlar belki bir nimet gibi gözükse de, bir o kadar da sıkıntı ve azap veriyor. Yaşadığımız topraklarda nice insanlar, bizden önce gelip geçtiler. İşlerini tamamlayamadan…
Bir aileyi besleyen topraklar, çoğalan nüfus ile artık ihtiyaçları temin edemez hale geldi. Dedelerden kalan arsa ve araziler bölüne bölüne sadece bir mezar kadar yere dönüştü.
Aslında ikisi de değişti. Biz, eski biz olmadığımız gibi, zaman da eski zaman değil. İletişim ne kadar baş döndürücü bir hızla ilerliyorsa, o denli sorunları da peşinde getiriyor. Dünyamızda olup bitenleri anında hanelerimizde seyretme imkânına kavuştuk. Bunlar belki bir nimet gibi gözükse de, bir o kadar da sıkıntı ve azap veriyor. Yaşadığımız topraklarda nice insanlar, bizden önce gelip geçtiler. İşlerini tamamlayamadan…
Bir aileyi besleyen topraklar, çoğalan nüfus ile artık ihtiyaçları temin edemez hale geldi. Dedelerden kalan arsa ve araziler bölüne bölüne sadece bir mezar kadar yere dönüştü.
Her yaz ayı gelince içimde bir volkan
kaynar. Bunca Yazlar akıp gitti. Eski yer ve mekânlara uğrayıp
geçmişi yâd etmeye çalışıyoruz. Mahalle sokaklarında, ne eski yüzler, ne
eski evler, ne de eski havalar kaldı. Gelen genç nesli tanımaz olduk.
Onlar da haklı. Vefasızla şan bizleriz, onlarda suç yok.
Öğretmedik yavrularımıza; bizim sıcak dostluklarımızı. Şehrin puslu ve yorucu havasına dalarak, geldiğimiz yerleri hatırlamaz olduk. Geçim sıkıntısı çeken komşularımızı göremez derecede değiştik. Kendimize bakarak, diğerlerini değerlendirmeye çalışıyoruz.
Öğretmedik yavrularımıza; bizim sıcak dostluklarımızı. Şehrin puslu ve yorucu havasına dalarak, geldiğimiz yerleri hatırlamaz olduk. Geçim sıkıntısı çeken komşularımızı göremez derecede değiştik. Kendimize bakarak, diğerlerini değerlendirmeye çalışıyoruz.
İş güç sahipleri, aldıkları aylıklardan
şikâyet edip duruyorlar. Esnaf, işlerin düştüğünden şikâyetçi
oluyor. Çoğunluk ne kazandığının şükrünü, ne de kaybettiğinin sabrını
biliyor. İşçi patronunu sevmiyor, patron kazancının azlığından
şikâyetçi.
Böyle bir ortamda huzur ve güven nasıl temin
edilecek? Dünyamızda öyle yerler var ki; açlık ve susuzlukla mücadele edip
duruyor. Bizler kazandıklarımıza değil, kaybettiklerimize ve bir
başkasının kazancına bakıyoruz.
Biz bu değiliz. Tarihe damgasını vuran
ecdadımız, tapulu bir metrekare arsa bırakmadan göçtüler bu
dünyadan. Onlar mı çok akıllı veya deliydiler yoksa biz mi? Peki;
onlarda yok olanlar, bizde var da mutlu ve huzurlu muyuz? Geçmişimize yön
verenlerde servet, mal mülk, şan şöhret varken, istemediler bunları. Neden
acaba? Biz, onların elleriyle ittiklerine sahip olmak için haram helal
demeden saldırıp duruyoruz. Bizim derdimiz başka, onlarınki
başkaydı.
Biz, kendimizle iç dünyamızla savaş
halindeyiz. Onlar, milletinin huzuru ve geleceği için yaşayıp
göçtüler. Bugün kazandıklarımıza değil, yarın kaybedeceklerimize göre
hayatımızı dizayn etmeliyiz. Yaşadığım sürece hiçbir mezarın başında neler
kazanıp, kaybettiklerinin yazıldığını görmedim. Gören varsa hatırlatmasını
rica ederim.
Geldik, gördük, nefes alıp verdikten sonra göç
etmek için sıra bekliyoruz. Elindeyse bekle, ben göç edip gitmek
istemiyorum. Diye feryat et. Mümkün mü? İmkânı var mı? Biz, gelmeden
önce gitmeyi taahhüt ederek geldik. Gelmek elimizde olmadığı gibi gitmek
de elimizde değildir.
Daha çok huzurlu ve sağlıklı bir ömrü, ne var
ki dünya denen misafirhaneden yaşanmış giderken,
Kalın
sağlıcakla…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.