1960 lı yıllar. Alaçatı Belediye’sine ait
elektrik santrali vardı. Bu gün halk Pazarı kurulan dutlu caddeden yürüyerek
bir kilometre sonra vardığımız. Alaçatı şehitlik parkı, yaklaşık 15 dönüm bir
alanı olan yüksek taş duvarlarla etrafı çevrilmiş, içinde palmiye ağaçları,
kurtuluş savaşında canlarını bu vatan için seve seve vermiş şehitlerimizin anıt
mezarları. Etrafında yüzlerce çeşit çiçekler, mis gibi kokuyor. Duvarların
üstüne sarılmış sarmaşıklar. Sarmaşıkların bir kısmı beyaz bir kısmı mor renkte
açmış. Renklerin güzelliğinden ve kokusundan ayrılamazsınız. Şehitlik
bahçesinin yan tarafındaki Karagöz tepeye giden yol kıyılarındaki geniş
hendekler dokuz köprülerden taşan sular hendekleri doldurmuş. İçinde yeşil
kurbağalar, küçük büyük Kaplumbağalar, küçük kefal balıklar. Temiz suda dans
ediyorlar.Sürülmemiş tarla sınırlarında deniz börülceleri. Diz hizasına gelmiş
turp otları sarı filiz vermiş. Yemyeşil mis gibi doğa kokusu. Altın dişli
Mehmet yasemin, Eşşegine pulluk ve hamutu sarmış beygiri, eşşeginin arkasına
bağlamış kendisi eşeğe binmiş tarlaya çift sürmeye gidiyor. Şehitlik
bahçesinden Alaçatı’ya gelirken eski mezbaha önünde, Kasap İbrahim Masat,
elinde çengeller, kasap Bekir Doğan, İki oğlunla beraber bir tane düve
mezbahaya kesime götürüyorlar.(Beş Ali)Çitçi iki tekerlekli at arabasına
kırmızı doru beygirini ziller ve rengârenk motiflerle süslemiş at arabasının
tekerleklerin ve zillerin vermiş olduğu o güzel ses. Yolun sağına soluna
dikilmiş dut ağaçları. Yolun sağında bulunan tarlalar boydan boya sürülmüş
tütün fidanı ocakları. Tarla kenarlarında gübre yığınları. Tütün fidanlarını
gübrelemek için depolanırdı. Cemal Can amca elinde yarım metre uzunluğunda
sigara takımı, sigarasını yakmış diğer elinde çapası bahçesine gidiyor. Gündüz
bahçe işi akşam Alaçatı’nın en güzel Şamali tatlısını yapar çocukları akşam
kahvelerde veya sinemalarda dilimi yirmi beş kuruştan satarlardı. Evimiz
Elektrik santrali çok yakındı. Elektrik santralin duvarları bir metreden
yükseklikte ve üstüne iki metre dikenli tel ile çevriliydi. Santralin bahçesini
Makinist Sadık baba çok bakardı. Rengârenk güller, kasım patları sarmaşıklar,
bahçedeki havuz masmavi, suyun rengi tertemiz. Santralin devasa bir demir
kapısı vardı. Bazen elektrik motorları çalışmaktan dolayı içerdeki ısı
yükseldiği vakitler sadık baba ve paraşüt İsmail ikisi beraber kapıyı ray
sistemi olmasına rağmen zorla açarlardı. Elektrik motorlarının su devir dayim
fıskiyelerini seyrederdik. Motorların pat pat gürültüsü hiç bitmeyen melodi
gibi gelirdi bizlere.
Pazaryeri cami altındaki manav Nurtin ağa ve
kardeşi Osman amca, Selanik kesreden mübadele yıllarında gelmişler, önlüksüz
hiçbir zaman dükkânlarını açmamışlardır. Çok disiplinliydiler. Dükkânlarının
yanında hemşerileri olan Sıtkı ağa (Özcan) küçük bir masası vardı. Masasının
üstünde ayakkabı çivisi falçata kırnap ipi ve küçük bir bal mumu. Tamir olacak
olan ayakkabıyı eline alır, ipin ucunu masada önceden çakılmış olan çiviye
düğüm attıktan sonra ipi bir güzel mumlar sonra ayakkabı iğnesine ipi
geçirdikten sonra başlardı ayakkabının sökük yerini dikmeye. Sıtkı amcanın
muhabbetlerine doyum olmazdı. Yakınlarının, babalarının, Çanakkale de
savaştıklarını nasıl şehit düştüklerini cümleleri tek tek gözleri yaşlı anlatırdı.
Hastane’nin sol tarafında Mehmet Şenol’un kahvehanesi vardı. Mehmet ağabeyin
gür sesi “ hadi beyler çay içmeyen kalmasın” diye bağırması halen kulaklarımda.
Eski Belediye sinemasının yanında dükkânlar vardı. Tatlıcı Yusuf usta, Berber
Ali Sarı, Terzi Yılmaz, İsmet Eserin Bakkal dükkânı. Manav Ankaralı Mustafa,
Nebi Çatalbaş daha birçok esnaf vardı. Çarşı cıvıl cıvıldı. O yılların en güzel
tatlılardan keşkül, Muhallebi, Hasan ustadan Kara helva, Hasan ustanın taş
helvası bir başkaydı, Kış aylarında özel Hasan ustaya gider taş helvası yerdik.
Hasan ustanın Önünde çizgili bir önlük. Elinde kalın ve uzun bir bıçak. Taş
helvası kalıp halinde, Küçük parçalar halinde onu keser. Tezgâhta terazi
terazinin bir gözünde gramlar diğer gözüne taş helvayı tartar önce yağlı kâğıda
sarar sonra kese kâğıda koyar size öğle verirdi. O yıllarda yokluk vardı yoksulluk
vardı. Oturduğumuz binalarda Bir ocak vardı. Bu gün adına Şömine diyoruz o
yıllar adı ocaktı. Dağlardan yaptığımız odunları yakardık ocaklarımızda öyle
ısınırdık. Okuldan aç dönmüşün evinde yemek için bir şey yoksa Komşuya gidilir
komşudan bir şeyler istenirdi. Komşular birbirlerinden gönül rahatlığınla gönül
rahatlığıyla bir şeyler isterlerdi. Son yıllarda bu kültürlerimiz yavaş yavaş
yok olmaya başladı sanırım.
1970 yılının Mayıs
ayıydı. Henüz 18 yaşıma girmiştim. Geçimimizi ziraatla sağlıyorduk. Kendimize
ait olan tarlalarımız vardı. Ama bu tarlalarımız yeterli olmadığından, Fevzi Eniştem’den
Liman Ovası’nda bulunan tarlalarını kiralıyorduk. Yine günlerden bir gün Liman Ovası’nın
yamacında bulunan tarlada tütün dikmek için nadaslama yapmak üzere tarlayı
sürmeye gitmiştim. Tarla üç dönüm olmasına rağmen ikindi olmadan, sürme işi
bittikten sonra öküzleri boyunduruğundan serbest bırakıp tarla kenarlarında
otlamaya bıraktım.
Hayvanlarım sınır kıyılarında iştahlı iştahlı karınlarını
doyururken, ben de kendimi büyük zeytin ağacının dibine otururup Liman Ovası’nı
seyretmeye başladım. Gözünüzün alabildiğine buğday tarlaları bazıları nadasa
bırakılmış toprak rengi, ta uzaktan göğün mavisine kavuşuyor sanki. Buğday
tarlaları bitip ufkun başladığı yere gidebilse, başaklarla çizilmiş ufuk
çizgisini göğüsleyebilse, dünyanın sonuna varacakmış gibi.Mavi yeşil Çark Denizi güneyden kopup gelen bahar rüzgârlarıyla
dalgalanıyor. Dalgalar kabarıp körpe başaklar birbiri üstüne yığıldıkça masal
denizinin yanardöner yeşili koyulaşıyor.Elleri sanki dünya kadar büyük bir dev okşuyor tarlaları,
durmadan okşuyor. Okşadıkça yeşil yeşil hareleniyor yeryüzü...Tarla komşumuz rahmetli “Limanlı Ali” (Aksüt) Amca; elinde
bağ çapasıyla tarladaki topaçlarları kırmak için sanki onlarla güreşircesine
belini kaldırmadan habire çalışıyor.Yan komşumuz Salih Akpınar Amca; beygiriyle çift sürmeyi
bırakmış, beygiri ekin tarlasının kıyısında karnını doyururken Salih Amca ekin
tarlasının içindeki yabani otları buğday tanelerine zarar vermemesi için
temizliyordu. Ben komşularımı izlerken biraz aşağımızda bulunan Sülemiş Deresi’ni
kıyılarında böğürtlen çalılarına gözüm ilişiyor. Kalkıyorum yerimden, böğürtlen
çalılarının yanına gidiyorum. Gerçi şimdi oraya gitsem orada yılan, çıyan
vardır. Böğürtlen çalılarına oramı buramı çizdirir, kanar, giysilerim kirledir
diyerekten tekrar ağacın gövdesinin dibine oturdum.Çark Denizi’nin kabaran dalgaları şarkı söylüyor, sadece
köpeklerlerin, çocukların, bir de tarla fareleriyle uçuç böceklerinin
duyabileceği davetkâr bir müzik… Böğürtlenlerin altında, sarıgözlü papatyaların
arasında duyuyor insan o şarkıyı.Oturduğu yerden kalkası geliyor insanın içinden. Bayır aşağı
koşası geliyor, henüz olgunlaşmamış sararmamış, taze buğday başaklarını avuç
avuç ağzına doldurmak istiyor. Yeşil taneleri çiğnemeden yutmak istiyor insan.
İçi dışı buğday olsun, başak olsun, yeşil olsun.Koşuyorum boyumla beraber buğday başaklarının arasında. Halâ
bir şey eksik, içimizde hala kötü bir duygu; “tam olamama, bir olamama duygusu”.
O, denize kavuşmak değil su olmak istiyor. Tarlalarda dolaşmak değil, başak
olmalıyız!
Ömer Önal'ın sahibi olduğu Alaçatı Kitabevi, Alaçatı'daki tek kitapçı, turistlere yönelik olmayan ender mekânlardan. Önal, Alaçatı'ya ismini veren bir ailenin mensubu. Dindar ama meraklı bir çocuk olarak yetişen, 25 yıl terzilik yapan Ömer Bey, açmış olduğu kitapçı dükkânından sonra birçok önemli ismi de, henüz bu kadar bilinen bir yer değilken, Alaçatı'ya getirmeyi başarmış...
DUVAR – Alaçatı, artık turistik bir belde. Turizm patlamasından önce ise tarımla geçinmeye çalışan kendi halinde bir kasaba. Tütünü, tuzu ve sakız ağacı meşhur olan bu yeri şöhrete kavuşturansa rüzgar olmuş. Alaçatı’daki rüzgarın sörfe uygunluğu keşfedilince kasaba da dış dünyayla bağlantı kurmuş.
Ancak Alaçatı popülerleşme yolundaki en büyük adımı, 1995 yılında Aziz Nesin’in burada yaptığı imza günüyle atıyor. Fakat maalesef Aziz Nesin, imza gününü yaptığı akşam geçirdiği kalp krizi nedeniyle burada hayatını kaybediyor. Nesin’i kasabaya getiren isim, Alaçatı’daki tek kitapçı olan Ömer Önal.
Ömer Bey, “O akşam ortalığı düzenledikten sonra saat akşam 11’i 20 geçe iki tane jandarma geldi. Dediler ‘Ömer Bey siz misiniz?’ ‘Evet.’ ‘Misafiriniz Aziz Nesin vefat etti. Savcı bey sizi ifadeye bekliyor.’ Aziz Nesin Alaçatı’nın en güzel mahallesinde ruhunu teslim etti,” diye anlatıyor o akşamı.
Ömer Önal
Aziz Nesin’i davet etmeye nasıl karar verdiğini öğrenmek için biraz geriye, Ömer Bey’in henüz bir kitapçı olmadığı günlere, belki de daha eskilere gitmek gerek. Çünkü ancak o zaman bu hikâye başlı aşına bir anlatıya dönüşecek. Sanki bir Sabahattin Ali öyküsündeymişçesine, Ege’nin bu güzel köşesinde, Ali’nin yarattığı kahramanların hayatlarına benzer bir yaşanmışlık var:
“Alaçatı’nın ismi benim ailemden geliyor. 1570’lerde ‘Alacaat’ aşireti olarak yaklaşık 40 hanelik bir grup buraya yerleşiyor. Alaçatı ismi aşiretin isminden geliyor yani. Bir başka hikâye de şöyle: Yine benzer tarihlerde Rumlar da buraya yerleşiyor. Germiyan, Ildır, Nohutalan’dan gelen yağmur suları buradaki Azmak Deresi’nden denize akıyor. Agrilia Körfezi’nde gelgitlerle deniz çekildiğinde dünyanın en güzel tuzunu imal ediyorlar. Rumca Alati (αλάτι) kelimesi de “tuz” demek. Onlar da bu bölgeye “Alasata” diyorlar.
Burada dünyanın en güzel anasonu yetişir. Çeşme anasonu diye Meydan Larousse‘de de geçer. Yine sadece Sakız Adası’nda ve burada yetişen sakız ağacı var. zamanında bizim Alacaat aşireti ve Rumlar birlikte sakız üretimi yapıyorlar ve bunu başka yerlere göndermek üzere dönemin en büyük roro iskelesi kuruluyor Agrilia Körfezi’nde. O tarihlerde Alaçatı’nın nüfusu 13 bin civarında. 1989 yılına kadar ise 6 bin nüfusu vardı. Sonradan patladı Alaçatı.
1980’lerde Alaçatı…
Alacaat aşireti annemin tarafı. Babamlar ise Germiyanoğulları. Babam, ben annemin karnında 5 aylıkken öldürülüyor. Germiyan köyünün ağası gibiymiş. Çok sayıda hayvanı varmış. O yüzden deniz kıyısında değil de ovalarda araziler almış. Alkolle de arası iyiymiş. Köy odalarının önünde akşamlar masalar kurulurmuş, tabancalar ateşlenirmiş. Tam bir ağa hayatı yani. Halkla ilişkileri de çok kuvvetliymiş. Bunlardan dolayı göze batınca aynı köydeki üç ağa birleşip babamı bir pusuda öldürtmüşler.
Annem yalnız kalınca dayılarım onu tekrar Alaçatı’ya getirmişler. Annem sürüyü filan satıp burada bir ev almış. Ben de buradaki bu evde 1952 yılında doğmuşum. Doğduğumda abim de hapisteyti. Hukuki bir boşluk nedeniyle babamı vuran adama 4 yıl, abime ise onu tehditten ya da canına kast etmekten 8 yıl ceza vermişler. Tam olarak nasıl oldu bilmiyorum tabii.
10 yaşımdayken sünnet olacaktım. Sünnetlik elbisemi diktirmek için beni bir terziye götürdüler. Terzi dükkânına girince o kumaş kokusu, pantolonlara konulan telalar beni aşık etti. Ondan sonra geldim ve anneme dedim ki ‘ben okumayacağım, terzi olmak istiyorum.’ Annem tabii istemedi, kardeşlerin çoban oldu, çiftçi oldu, sen akıllısın oku dedi ama dinlemedim. Bir buçuk ay sonra okulu bıraktım ve terzi oldum.
Terzi Ömer Önal…
Terzilik yaparken, 14 yaşımdayım, abim bir gün kafayı çekiyor ve Germiyan köyünde gidip babamı vuran adamı öldürüyor. İntikamını alıyor yani. Bu kez 24 yıl hapis cezası veriyorlar. Ama 1974’te verilen af kararıyla 8 yıl yatıp çıkıyor. Toplam 16 yılı hapiste geçiyor. O yıllarda biraz zor günler geçirdik anlayacağın…
Babam biraz hovarda bir adammış. Hem bu yüzden hem de yaşadıklarımızdan dolayı annem beni dindar yetiştirdi. 8 yaşımda oruç tutmaya başladım. Daha çocuk yaşta kadınlara Kuran okuyorum, mevlit okuyorum, bal tefsirleri okuyorum. Sesim de çok güzel, herkes ‘Ömer’e okutalım mevliti’, ‘selâyı Ömer versin’ diyor.
Çocukluğumda namaz kılmak için gittiğimde selam verirken duvarlara bakardım. Buradaki cami kiliseden bozmadır. Orada burunları kırılmış güzelim heykeller, üzeri boyayla kapatılmış resimler vardı. Hep merak ederdim ‘bunların arkasında ne var, niye böyleler’ diye. İstavroz var galiba, diye düşünür, o zaman ben de kızardım. Yıllar sonra o duvarların orijinal haline gelmesi için uğraştım ve bunda başarılı oldum.
Alaçatı’nın kendine has mimari dokusu çocukluğumdan beri ilgimi çekerdi. Bu merak ileride kültür ve sanata olan yönelmemin tohumu oldu.
Askerliği yaptıktan sonra 1974’te ustamız Çeşme’ye gidince bir arkadaşımla ilk terzi dükkânımızı açtık. Alaçatı’da yetişen ilk terzilerdendik.
O zaman Alaçatı çok bakir bir yer. Ama o dönem Demokrat Partililer bastırmış ve buraya bir devlet hastanesi yapılmış. Çeşme’de bile hastane yok, sadece Alaçatı’da. Ama 70’lerin sonuna doğru ilgisizlik nedeniyle bu hastanedeki röntgen cihazları ve oksijen makinelerini devlet görevlileri almak istedi. Ve ilk eylemimi orada yaptım. “Almayın bunları, koskoca Çeşme yarımadasında hastane yok, insanlar İzmir’e gitmesinler bir röntgen çekilmek için,” dedim ama dinlemediler. Cihazları İzmir’e, beni de karakola götürdüler!
Dindar birisiydim, müezzinlik ve imamlık da yaptım ama Atatürk’ü de çok seviyorum. Bir gün cuma namazındayız, hutbede hoca kaçan Vahdettin’i methediyor. Ben de kalktım ‘Yahu Atatürk dururken sen neden memleketi satıp kaçan Vahdettin’i anlatıyorsun’ dedim. Arkadan birkaç kişi bana horladı, az kalsın orada beni linç edeceklerdi yani. Baktım pabuç pahalı, sesimi kıstım. Atatürk’e alenen hakaret eden imamlarla mücadele ettim. Fakat arkamdan, benim elimden çıkmış gibi bir dilekçe hazırlanarak o imamı şikâyet etmişim gibi gösterildi. Bir süre savcılık soruşturmasında bunun için uğraştım.
Burada imamların kaçtığı, ezanların okunmadığı bir dönem oldu. Çıktım minareye ezan okudum. Dönemin müftüsü beni imam olarak atamak istedi. Üç ay bu görevi yaptım. Ama adım ‘komünist imam’a çıkmış. Arkamda namaz kılmayan insanlar var. Ben de bıraktım. Zaten terzilik yapıyorum. Dükkânın oradan gelip geçerken gördüğüm ve sonra âşık olup evlendiğim eşimin evi caminin karşısındaydı. Minareye çıkışımın bir nedeni de onu görmekti. İşaret ederek buluşma saati ayarlardık. Onu göremeyince elim ayağım boşalırdı. Babası tam bir Demokrat Partili, ben de CHP’li olduğum için evlenmemize epey bir süre direndi. Ama sonunda evlendik.
1984 yılında SHP belde başkanı oldum. SHP’nin ilk belde binasını burada açtık. Erdal İnönü’yü tam 7 kez buraya getirdim. Meşhur sosyal demokrasi rüzgarı esen 1989 seçimlerinde Alaçatı’yı da kazandık. Ecevit’in özel kalemliğini yapmış Remzi Özen başkan, ben de başkan vekili oldum.
Seçimlerden 5 ay sonra Remzi Özen’in burada olmadığı bir zamanda onun adına komisyon toplantısına girdim. 15 Eylül Alaçatı’nın kurtuluşunu nasıl yaparız diye konuşuyoruz. Toplantı bitti. Ortaokul müdürünün yanına gittim. O zaman lise yok burada. Benim çocuklar da okula gidiyor. ‘Yahu hocam,’ dedim, ‘ne olacak bu kitap sıkıntısı yine? Ben buraya bir kitapçı açmayı düşünüyorum.’ Dedi ki, ‘çok iyi olur, çok da güzel yaparsın bu işi.’ Beni iyice gaza getirdi mi!
Sonra eşime gittim, iğneyle yüksüğü aldım ve ‘Terziliği bırakıyorum, en yakın zamanda bir kitapçı dükkânı açıyorum’ dedim. Çok sevdiğim ve 25 yıllık mesleğim olan terziliği bırakıyorum. Eşim şaşırdı, ‘Sen galiba delirdin Ömer’ dedi. ‘Delirmedim, rol değiştiriyorum’ dedim ve hemen hazırlıklara başladım. 2 günde marangoz komşum bütün rafları yaptı ve okullar açıldığında kırtasiye, kitapçı karışımı dükkân açılmıştı. Dükkânımın kurdelesini de Erdal İnönü kesti.
Ama ben o zamanlar kitap okuyan birisi değildim. Bir gün dükkâna 3 tane hanımefendi geldi. Birisi çocuğuna bir kitap alacakken yanındaki ‘aman sakın o kitabı alma, çocuk için sakıncalı’ dedi. Onlar gittikten sonra kitabı aldım ve okudum: Bir Selin Vardı ismindeydi. Baktım kanser hastası bir kızın hikâyesi. Gözlerim doldu okurken ve dedim ki kendime ‘Eğer kitapçılık yapacaksam, benim kitap okumam lazım.’ Ondan sonra getirdiğim her çocuk kitabını okuduktan sonra tavsiye etmeye başladım. Yanlış şeylerle karşılaşmasın çocuklar. Mesela bir kitapta ‘Pinokyo suyu içti ve Allah’a şükretti’ yazıyor. Pinokyo Allah’ı nereden bilecek! Çeviriye bakar mısın? Ondan sonra aldığım yayınevi ve çevirmenlere de dikkat etmeye başladım.
Sonra çocuklarla yazarları buluşturmak istedim ve ilk olarak Mevlüt Kaplan’ı buraya davet ettim. Çok güzel bir karşılık bulunca devam ettim ve ardından Gülten Dayıoğlu’nu davet ettim. Gülten Hanım’ın geldiği yıl Madımak’ta yazarları ve aydınları yaktılar ve ertesi sene de Konya kabul etmedi Aziz Nesin’i. Ben de İzmir Kitaplığı diye kitap aldığım bir yere gidip arkadaşıma ‘Yahu Yaşar, Aziz Nesin’i Konya’ya almadılar, buraya getirelim mi?’ dedim. Yaşar hemen vakfı aradı, vakıftan isteğimizi Aziz Nesin’e ileteceklerini söylediler. Aziz Nesin bunu öğrenince arkadaşım Yaşar’la konuşmuş ve ‘Bana o kitapçının telefonunu ver,’ demiş.
İzmir’de yaşayan İhsan Oktay Anar’da Alaçatı Kitabevi’ni ziyaret etmiş. Hıfzı Topuz, Muazzez İlmiye Çığ, Doğan Cüceloğlu, Ayşe Kulin, Elif Şafak, Mirgün Cabas, Zeynep Oral kitabevinde imza günü yapan isimlerden…
Bir gün böyle oturuyorum, telefonum da bu telefon, çaldı ve karşıdaki ses ‘Merhaba Ömer Bey, ben Aziz Nesin,’ dedi. Telefon ‘lak’ diye elimden düştü. ‘Hocam sizi burada ağırlamak ve bir imza günü düzenlemek istiyoruz,’ dedim ve 5 Haziran’da karar kıldık. 10-15 gün sonra bir telefon daha geldi kendisinden ‘Ömer Bey,’ dedi ‘o tarihte Almanya’da olacağım, tarihi erteleyelim.’ Ben afişleri hazırlayıp asmışım bile çoktan: Aziz Nesin okurlarıyla buluşuyor, 5 Haziran 1995. Yeni tarihi 5 Temmuz olarak belirledik. ‘Bu kez 2 gün kalırım,’ dedi Aziz Nesin ve ‘bana deniz kıyısı bir yer ayarla ama mütevazi, pahalı olmasın.’
Aziz Nesin’le konuştuğu telefonu hâlâ kullanıyor Ömer Bey…
Aziz Nesin geldi ve tam 350 imza yaptı Alaçatı’da. Tabii o geldiği için Sadun Aren, Ahmet Piriştina gibi isimler de buraya geldi. O gün ana baba günü ortalık zaten. Onlarla Aziz Nesin’in dostluğu eski. Ben Aziz Bey’le bir yemek programı yapmıştım ama Ahmet Piriştina’nın eşi Mine Hanım çok ısrar edince onların arkadaşlığının arasına girmek istemedim. Beni de davet ettiler gerçi ama dedim ‘Buraları toparlamam lazım, sonra size eşlik ederim.’
O akşam ortalığı düzenledikten sonra saat akşam 11’i 20 geçe iki tane jandarma geldi. Dediler ‘Ömer Bey siz misiniz?’ ‘Evet.’ ‘Misafiriniz Aziz Nesin vefat etti. Savcı bey sizi ifadeye bekliyor.’ Aziz Nesin Alaçatı’nın en güzel mahallesinde ruhunu teslim etti.
Her sene 5 Temmuz’da Aziz Nesin’i burada anıyoruz. Ali Nesin, 2 kez geldi. Ahmet Piriştina, Demirtaş Ceyhun gibi isimler de geldi.”
Ali Nesin ve Ömer Önal…
Ömer Bey, artık her gün kitap okuyor. Evini pansiyon yapması yönündeki teklifleri de geri çeviriyor: “Şu dükkânı kapatsam bir ay sonra ölürüm. Kitapsız yaşayamam artık. Lüks filan umurumda olmaz. Akşamları kitabımı okurum, yanına şarabımı da koyarım. Eski dindarlığım kalmadı artık.”
Ömer Bey kitapları öylesine seviyor ki, onları yaşamak istiyor. Mesela “Zorba‘yı okuduktan sonra Girit’i görmem, yaşamam gerekiyordu. Gittim, gördüm,” demesi gibi. Kitap yelpazesi ise küçük bir kasaba kitapçısına göre hayli geniş. Ancak buraya gezmeye gelenlerin pek kitap aldığı yokmuş.
Ömer Önal’ın anlatacak öyle çok şeyi var ki, buradakiler ondan dinlediklerimin yarısı bile değil. Tavsiyem; Alaçatı’ya yolunuz düştüğünde Alaçatı Kitabevi’ne mutlaka uğrayın. Ömer Bey’in bir limonlu suyunu için ve merak ettiğiniz ne varsa sormaya başlayın…
Alaçatı çok gelişmekte olan bir belde. Cadde ve
sokaklarımızda büyük bir değişim yok belki ama bina sahipleri el değiştirdi. Yıllar
önce böyle değildi tabii. Rahmetli Rıza Erçeşmeli cami altında yıllarca bakkal
dükkânı çalıştırdı. Cumhuriyet Meydanında Fevzi Yıldız otuz yılı aşkın bakkal
dükkânı işletti. Bugün yerinde başka mekânlar açıldı. Bana yeni dükkân isimleri
sorulunca bilemiyorum tabii.Geçmiş günlerden bir gün Kemalpaşa Caddesi’ndeki dükkânımın
önünde oturmuş, kitap okuyordum. Tanıdık bir ses bana: “Hayırlı işler Ömer!”
diye seslenince başımı kaldırdım ve teşekkür ederken seslenenin Sıtkı amcanın
oğlu “Civan Ali” olduğunu gördüm. Ali Ağabey gel otur, dinlen biraz dedim.
Hemen yanımdaki sandalyeye oturdu. Birer çay içtik ve başladık muhabbete...Hayat şartlarından sonra mevzular çocukluk anılarımıza
geldi. Civan Ali benim eski çocukluk yıllarımdaki mahalleden arkadaşımdı. Her
gün birbirimizi görür, gençlik yıllarımızda ortak dostluklar kurardık. Ali
Ağabeyin elinde bir bakraç, akşam karanlık basmadan önce bize gelir ve gün
aşırı süt alırdı. Evimizin az ilerisinde bulunan santralin önündeki park
alanında birlikte çok oyunlar oynadık Komşumuz. Koz Nuri (Canol) kamyon
şoförüydü. İş dönüşünde kamyonunu Pazaryeri Camii’nin yan tarafına park eder,
elinde büyük bir file kese kâğıdında bir şeyler sarılı vaziyette hemen evine
girer, sabah namazından önce de işine giderdi. Koz Nuri’yi hiçbir zaman işe geç
gittiğini göremezdik.
Bir de Nazmiye (Sakarya) Ablamız vardı. Dünya tatlısı bir
ablaydı. Sokağımızın başında eski Rumlardan kalma bir evde otururdu. Evinin
kocaman arsası yüksek duvarlarla çevriliydi. Yetmişli yılların başında evinin
bahçesine tek katlı çok güzel bir ev yaptı. Evin sokağa bakan cephesinde
oturur, başında beyaz tülbendiyle her geçen tanıdıklara hal hatır sorardı. Yeni
evini bitirdikten sonra kısa bir zaman içinde eski evini Rahmetli Fevzi Yıldız
satın almıştı. Teyzemin büyük oğlu Hüseyin Yıldız bu eve taşınmıştı. Nazmiye Abla
akşamüzeri elinde süt tenceresi ile bizim evimize gelir, hayvanlarımızın
sağılma saati gelinceye kadar Annem ve Büyükannemle saatlerce ayakta sohbet
ederlerdi. Nazmiye Abla Rahmetli İskeçeli Hafız’ın kızıydı. Babası Pazaryeri
Camii İmamıydı. Yıllarca imamlık yaptı ve gençlere din dersi ile Kur’an
öğretti. O güzel sesli Hüsnü (Koç) Hoca O’nun talebesiydi. Nazmiye Abla’nın eşi
Urlalı Süleyman Sakarya idi. Süleyman Ağabey Çeşme’de komisyonculuk yapardı.
Çok şık giyinirdi. Ütüsüz pantolon, gömlek, giymezdi. Yaz aylarında
akşamüzeri Nazmiye abla ile Süleyman ağabey el ele tutuşur, Şehitler caddesinde tur atarlardı. Biz de
hayran hayran bakışlarla izlerdik. Kendimize hep onları örnek alırdık. Mahallemizin örnek insanlarıydılar. Büyük
küçük demezler, her kese hâl hatır sorarlardı. Ben evinin önünden geçerken,
bana: “Karaoğlan Karaoğlan…” diye şarkılar söylerdi. Ben de kendisine gülümser
ve o güzel sesi dinlerdim. Evimize doğru giderken eski komşularımızdan hüsnü
Amca Kapısından çıkarken eşi kapıdan kocasını uğurlar, Hüsnü Alpsoy (Topal Hüsnü)
yıllarca Tekel müdürlüğünde çalışırdı. Demokrat Partili olmasına rağmen
Demokrat Partililer şikâyet edip birkaç ay hapis yatmıştı. Hapisteyken
rutubetten ayakları romatizma olmuş, cezasını bitirdikten sonra yürümekte
zorlanınca sevdiği arkadaşları adını “Topal Hüsnü” takmışlardı. Hüsnü Amca
başında fötr şapkası, ayakkabıları boyalı, üstünde şık bir takım elbise,
kravatı ütülü, kravat iğnesine kadar tam bir Atatürk beyefendisiydi. Kızı Güzin
Abla ve oğlu Bülent ile birlikte otururlardı. Güzin abla; oğluna babasının
ismini koymuştu. Yıllar sonra Hüsnü Amca’nın torunu dükkânıma gelip, Ömer Abi
beni tanıdın mı? diye sorunca yüzün pek yabancı gelmiyor dedim. Dikkatli bak
diye tekrarladı. Sonra açıkladı kim olduğunu. Tabi ben hemen sarıldım Hüsnü
kardeşime! Oturup eski günleri yâd ettik. Laf lafı açtı Selahattin Tosun
Öğretmen hemen bitişik komşumuzdu. Kızları Nezaket, Meziyet ve Zarafet idi.Hüsnü, Kunduracı Ahmet’in çocukları birlikte elektrik
santralinin önünde yeni oyunlar bulur, birlikte çocukluğumuzun tadını
çıkarırdık. Nazmiye Abla’nın yola bakan bahçeli evi birkaç sene öncesine kadar duruyordu.
Annemin evine giderken her geçişimde pencereden Nazmiye Ablam bana
seslenecekmiş gibi gelirdi. Nazmiye Abla’yı kaybedeli uzun zaman oldu belki ama
ben onun ölümünü bir türlü kendime inandıramadım. Nazmiye Abla’nın evi artık
yok! Hatıralar da yerle bir oldu sanki.
Bir tarih daha silindi sayfalardan. Bir yaprak daha gitti. Değişimin önünde duramıyorsun!
Bu böyle gelmiş, böyle gidiyor. Her yüz senede bir, sahipler değişiyor galiba...Civan Ali Ağabeyle bunları konuştuktan sonra “Ömer ben
gideyim artık! Koskoca ailede tek ben kaldım. Evde sadece kedim var ve bir de
ben… Bazen kedimle konuşuyorum. Bir gören olsa Ali delirdi diyecek” demişti. Hüzünlenerek
bir birimize iyi geceler diledikten sonra yanımdan ayrılmıştı. Tek kaldım diyen
Ali arkadaşımızı da üç yıl önce kaybettik. Kaybettiğimiz o güzel insanları
minnet ve şükranla anıyorum. Ruhları şad, mekanları cennet olsun. Sağ olan tüm
mahalle arkadaşlarıma da sağlıklı, uzun ömürler diliyorum.
Burası Alaçatı “Dost” Kitabevi; Aziz Nesin’in imza verdiği son yer, Alaçatı’nın da ilk kitapçısı. Şimdilerde zor günler yaşıyor. Sahibi Ömer Önal, çevredeki eğlence mekânlarının birbirini bastırmak için yüksek sesle müzik çalmasından şikayetçi. Nasıl şikâyetçi olmasın; bangır bangır niteliksiz müzik…
Ömer abi, otuz yıldır idare ettiği kitabevinin kuruluşundan Aziz Nesin’e dair anılarına, Alaçatı’da insanların komşularını rahatsız etmemek için parmak ucunda yürüdüğü günlerden bugüne yaşadığı dönüşüme kadar anlattı da anlattı. Biz de “dost” kahvesi eşliğine dinledik. Onca gürültünün ortasında Ömer abinin kısılan sesine kulak verin istedik.
Ömer abi, Alaçatı Kitabevi’nin hikâyesi ne zaman başladı?
Alaçatı Kitabevi’nin hikâyesi 1989’da başladı. Ben öncesinde 25 yıl terzilik yapmıştım. Beni hayatımda hep kokular yönlendirdi. Ortaokula giderken sünnetlik elbiselerimi diktirmek için terziye gitmiştim. Oradaki kumaş kokusu beni kendine hayran etti. Sonra gittim anneme dedim ki ben zanaatkâr olacağım. Sonra başladık, sekiz sene çıraklıktan sonra tam 25 sene terzilik yaptım. Gelelim 1989’a. 15 Eylül Alaçatı’nın işgalden kurtuluş bayramıdır. O dönem illerden uzak birçok ilçede olduğu gibi buranın da kitap sıkıntısı vardı. Kitabı devlet veriyordu o dönemde ama baskı yetişmiyor tabii. 15 Eylül Kurtuluş Bayramı programını hazırlarken Alaçatı Ortaokul Müdürü Ahmet Yaşar Çağlaşan’la sohbet ederken “Ben Alaçatı’ya bir kitapçı dükkânı açayım.” önerisinde bulundum. Çünkü okulda bir sınıfta Türkçe kitabı yoksa diğerinde Matematik yok. Tabii bu ihtiyacın yanında yine kokular iş başındaydı. İzmir’e gittiğimde girdiğim kitabevlerindeki o kitap kokusu beni mest ediyordu. Müdür Çağlaşan da “Çok iyi olur, çok büyük bir hizmet yapmış olursun.” dedi. O konuşmada sonra kararımı verdim. Eşime de anlattım durumu, “Ben terziliği bırakıyorum, kitapçı dükkânı açacağım.” dedim.
Ömer Önal bir kitapçı açmadan önce 25 yıllık terzilik yaptı.
Tepkisi ne olmuştu?
“Sen delirdin galiba,” diye karşılık verdi. Haksız mı? Terzi dükkânı dolu. Mütevazılık yapamam, iyi terziydim. “Ben çocuklara hizmet etmek istiyorum.” dedim. Aldım elime iğne ile yüksüğü, “Bunları hayatım boyunca saklayacağım. Ola ki iflas ettim. Gene mesleğime dönerim,” diye söz verdim. Ertesi gün gittim terzi dükkanıma, kalfama, “Bu dükkânı olduğu gibi sana veriyorum. Bana şimdi beş kuruş para verme, ileride iş yapıp parasını ödersin,” dedim. Sonra marangoza gittim, 15 Eylül’e kadar yetişir mi yetişir. Sabahlara kadar çalışıp üç gün içinde yetiştirdi sağ olsun. Çeşme’deki akrabamdan ve İzmir’e gidip biraz kitap ve kırtasiye malzemesi aldım. Yani bir hafta içinde okulların açılışına yetiştirdik. 14 Eylül 1989, o gün başladı işte bu kitabevinin macerası. Sonra çocuklarla dolu bir yaşam…
O güne kadar yöredeki çocukların da görmediği bir ortam tabii…
Tabii ki. Kokulu silgiler, rengârenk kalemler, kitaplar. Kitabevini açtıktan sonra aradan bir sene kadar geçti, sene 1990. Ben dedim çocukları yazarlarla tanıştıralım. İlkin İzmir’de çocuk kitapları yazarı Mevlüt Kaplan’ı konuk ettik. 2’den 6.sınıfa kadar o çocukların sorduğu sorulara şaşakalmıştım.
Peki, senin kitaplarla maceran ne zaman başladı? Ne zaman düzenli bir okur olmaya başladın?
Terziyken Aziz Nesin’in ne kadar seti varsa toplamıştım. 1985-1992 yılları arasına denk gelen o dönemde SHP Belde Başkanıydım aynı zamanda. Erdal İnönü, Şeref Bakşık ve Kemal Anadol gibi siyasetçiler geliyor ama benim kelime haznem azdı. Sabahlara kadar Aziz Nesin’in kitaplarını okudum. Keza Emin Çölaşan ve Nadir Nadi’nin kitaplarını da…
Aziz Nesin, Dost Kitabevi çağrısıyla Alaçatı’da. Dost Kitabevi’nin kurucusu Ömer Önal, sağdan üçüncü.
AZİZ NESİN ALAÇATI HALKIYLA BULUŞUYOR
İlk Mevlüt Kaplan’ı konuk ettiğini söylemiştin az önce. Sonrasında başka kimleri konuk ettin?
Gülten Dayıoğlu, Muzaffer İzgü, Hüseyin Yurttaş, hepsini çocuklarla tanıştırdık. Sonra ses getirecek bir imza günü düzenlemek istedim.
Yıl 1995, Aziz Nesin!
1993’te Madımak Olayı’nı biliyorsunuz, adını bile anınca tüylerim diken diken oluyor. Aradan iki yıl geçmiş, 1995’te bile ona karşı büyük bir tepki vardı. Konya’ya gidecekti. Oradaki halk Aziz Nesin’i kabul etmedi. Ben de onu duyduğum gün İzmir’den kitapçı için toptan roman, dağıtımcıdan da çocukların kaynak kitaplarını alıyordum. O gün Agora Yayınları’nın sahibi Osman Akınhay ve Yaşar Tok’la oturduk. Gelin dedim Aziz Nesin’i Alaçatı’ya getirelim. Hemen aradık, cevap vermedi. Onun sekreterliğini yapan Ayben Hanım açtı telefonu, anlattık, “Aziz Bey’e bu isteğinizi ileteceğim” diye karşılık verdi. Neden sonra Aziz Nesin, Yaşar’ı arayıp numaramı istiyor. Aradan 3-4 gün geçti. Telefon çalıyor, zrrrr zrrrr! “Alo merhaba, ben Aziz Nesin.” Benim için dünyanın en büyük yazarının sesi bu; ahize elimden düştü. Sonra aldım tekrar ahizeyi, birkaç dakika konuştuk. Meramımı anlattım, “Geleceğin aydınlarını küçükten yetiştirelim” deyince ben, hoşuna gitti. “Ben size imza gününe geleceğim,” dedi. Aradan zaman geçti. Ben afişleri 5 Haziran diye asmıştım. Tekrar aradı, “Almanya’da Kürtlerle ilgili bir program var, ona muhakkak katılmam gerekiyor,” dedi. Sonra 5 Temmuz diye sözleştik. Ona müsaade ettiğim için de bir değil, iki günlük de söz verdi. Hem tatile de ihtiyacı varmış.
Gelince nerede kaldı?
Ben hemen otel araştırdım. O zamanlarda şimdiki gibi otel kaynamıyor ki burası. Bir de deniz kıyısı istemişti. Turban Oteli, Altınyunus Oteli ve Şifne’de o zamanki adıyla Kardiye Oteli var. Bana, “Sen kitapçısın fazla masraf etme. Mütevazı ve temiz bir yer olsun yeter,” dedi. Orayla anlaştık, bir arkadaşımız da sponsor oldu sağ olsun ama sonra otelin sahibi duymuş, “Para ödemeyeceksiniz, Aziz Nesin’i misafir edeceğiz,” dedi.
“AZİZ NESİN O GÜN SARI VE YORGUNDU”
Geldiği günü anlatabilir misin?
Çok sıcak bir gündü. İmza gününü kitabevinin önünde yapmadık. Cumhuriyet Meydanı’nda dut ağaçlarının altında düzenledik. O sıcakta güzel esiyordu orası. Sonra Aziz Nesin, arkadaşım Akınhay’la birlikte geldi. İmza gününü yaptı. İzmir merkez ve çevre ilçelerden gelen de çok oldu. Eski sosyalistlerden Prof. Sadun Aren’le birlikte Ahmet Piriştina ve eşi Mine Piriştina geldi. Basın da çok duyurmak istemiyordu ama Yeni Asır’dan bir muhabir gelmişti. 300 tane kitap imzalamıştı. Sarı ve yorgundu; imzayı atıyor ve sadece tarih yazmak zorunda kalıyor, özel bir şey yazamıyordu. Ama kimseyi de geri çevirmemişti. İmza töreni bittikten sonra Mine Hanım, “Biz misafir edelim,” dedi. Ancak Aziz Nesin, “Ben Ömer Bey’in misafiriyim, o ne derse o,” dedi. İnceliği görüyor musunuz? İşçi Partisi’nden çok büyük ve kadim dosttu onlar. Rezervasyonları yaptırmıştım ama ben de Mine Hanım’ı kıramadım. Oğlum saat akşam 9 sularında Aziz Nesin’i Mine Hanımlara bıraktı ve döndü. Başka arabaya binmesine müsaade etmediler. Neyse, “Nasıl olsa yarın da burada Aziz Nesin,” dedim ve gönül rahatlığıyla eve döndüm, yorgunluktan kafayı vurup yattım. Saat 23.30 civarı jandarmalar kapımda, tak tak tak! “Ömer Önal siz misiniz? Dost Kitabevi.”
“Evet benim.”
“Misafiriniz Aziz Nesin’i kaybettik. Savcı bey sizi bekliyor.”
Ne yaparsın abi? Allah’ım bunu bana nasıl yaparsın? diye dizime vura vura bir hal oldum, morluğu uzun süre geçmedi. Madımak’ta yangından kurtulmuş, gelip burada hayatını kaybediyor. Olacak iş mi!
Yanına gittiniz sanıyorum.
Aziz Nesin’i soyan bendim. Altında bir pijama, üstünde rengi solmuş, eprimiş bir tişört. Ayaklarını bağladım. Ben aynı zamanda eski imamım, iyi yaparım bu işleri, para almadan hayır işi olarak yapıyordum. “Komünist İmam” derlerdi bana. Neyse savcının işi bitti, sabah ezanı okundu derken teslim ettik naaşını.
Ali Nesin ve Ömer Önal, Aziz Nesin anmasında.
Ölüm sebebi tam olarak neydi?
Kalp krizi, koroner yetersizlik.
Odasında kimse yok muymuş, hastaneye yetiştirme şansı olmamış mı?
Ben iki tane oda tutmuştum. Yanında Ayben Hanım varmış. Zaten ilk olarak Piriştinalar ve Sadun Aren’in olduğu akşam yemeğinde bir rahatsızlanmış. Doktora götürelim diyorlar, bir şeyim yok benim diye reddediyor. Bir de buraya gelmeden 20-25 gün önce bir kalp rahatsızlığı geçirip yatmış. Neden sonra Ali Kırca, “Onu oraya gönderenler, onu oraya çağıranlar suçlu burada,” demişti. Bu benim içimde kaldı, “Acaba ben mi suçluyum?” diye kendi kendimi yedim. Sonra tesadüfe bak, bir gün Ali Kırca bizim kitapçının önünden geçiyordu, laf attım. Durumu anlattım, “Yok senin için değil, doktorlar için dedim ben onu” demişti de içim rahatlamıştı.
O günden sonra…
O günden sonra Alaçatı “Dost” Kitabevi olarak benim ismim duyulmaya başladı. Halen de devam ediyoruz işte. Çocuklar başta olmak üzere genciyle yaşlısıyla burada bir kültür hizmeti verme çabasındayım.
Ömer Önal ve Erdal İnönü.
Peki ya Alaçatı, o günlerde nasıldı?
Alaçatı bugünkü gibi değildi ki. Biz 1989’da Türkan Akyol ve Olcay Poyraz ile oturup Alaçatı Uluslararası Gençlik ve Çocuk Tiyatroları Festivali yapmıştık mesela. O tarihten önce burada iki kapalı sinemamız vardı bizim. Her akşam dolardı ve en güzel filmleri getirirdi. Burası çok kozmopolittir, bakmayın bugünkü haline; Boşnaklar, Arnavutlar, Selanik göçmenleri var burada. Buranın ayrı bir büyüsü, doğal zenginliği var; buraya gelen, gitmek istemiyordu. Buranın enginarı, anasonu, mis gibi doğası; şimdi talan ediyorlar, çünkü popüler oldu.
“ALAÇATI’DA ESKİ RUHUN KALMASINI İSTEYENLERDENİM”
O dönüşüm sürecini anlatabilir misiniz?
1990’lardan sonra buraya İstanbullular geldi. Başta her şey iyiydi. Sonradan sonraya gelen arttı. Buradaki binaları kendilerine göre çok ucuza getirerek aldılar. Ama alan satan razıydı tabii ki. Beach Club’lar açıldı. Sörfçüler akın etti. Tütün ve anason yasakları derken doğası da bozulmaya başladı. Basın da burayı çok şişirdi; ekranda bir yana Bağdat Caddesi diğer yana burayı koyuyorlardı. Sonra burası bir rant alanına döndü. Emlak fiyatları beş katına fırladı. Alaçatı’da eski ruhun kalmasını isteyenlerdenim. Mesela İstanbul’dan buraya turizm amacıyla gelen ilk kadınlar, yaptıkları butik otellere televizyon ve telefon koymamış, buraya dinlenmeye gelin mesajı vermişti; aslında bu benim hoşuma da gitmişti.
Alaçatı’yı korumak, tanımak ve yaşatmak için neler yapıyorsunuz?
Belediye Başkan Vekili iken Alaçatı Kültür Sanat Festivali’nden tut Alaçatı Koruma Derneği’ne kadar bu minvalde çalıştık. Ama kişiler hep birbirini yedi. Alaçatı Turizm Derneği ve 2012’de Alaçatı Sanat ve Kültür Derneği’ni kurduk. Bu kapsamda Alaçatı Ot Festivali’ni başlattık; Arap saçı, radika, turp otu vb yabani otları tanıtalım istedik. Gürültüyle Mücadele Platformu oluşturduk, şikayetler ettik. İstediğimiz dönüşleri alamadık; burada yalnız kaldık.
Batuhan Sarıcan ve Ömer Önal kitap muhabbetinde.
Ömer abi çok gürültülü değil mi buralar?
Aman Batuhan kardeşim, yarama dokunma! Ben burada imza günü düzenleyemiyorum, bırak onu evimde uyuyamıyorum. Kitapları ve işimi çok seviyorum ama huzurum kalmadı, mutsuzum. Diyorum ki üç ay dişini sık ama o üç ay işkence.
Yok mu bunun bir teftişi, kontrolü?
Aslında ses kontrol yetkisi İzmir Büyükşehir Belediyesi’ne verildi. Gönderiyorlar birilerini, 20-30 metre ileriden ölçüyor. Gelip niye buradan, gürültünün göbeğinden ölçmüyorsun? Geçen gittim kıstırdım müziği, dedim böyle çaldırsan daha güzel değil mi? Bana diyor ki müşterisi, yandakinin sesini duymaktan rahatsız oluyormuş, o yüzden o da daha çok açıyor, onu bastırıyormuş. Diğerine gidip bekliyorum önünde, ben gidince kısıyor sonra tekrar açıyor. Bu nedir yahu! Eskiden komşuluk diye bir şey vardı. Çocukken evimizin önünde tütün dizerken yan binamızda öğretmenler olurdu, onlar siesta yapacak diye parmak ucunda yürüyor, fısıldayarak konuşuyorduk. Sesim güzel ya, şarkı söylemek isterdim ama annem sustururdu.
Blogun, dostomer.blogspot.com’da okumuştum. Telsiz Mevkii’ndeki 3,5 dönümlük arazi bu bahsettiğiniz değil mi?
Sus, gözlerimi yaşartma şimdi. (Gülümsüyor, sesi titreyerek.)
“ANKARA’DAKİ DOST KİTABEVİ İSMİMİZİ DEĞİŞTİRMEK İSTEDİ”
Aklıma takılan bir şey daha var: Burası Dost Kitabevi’yken Alaçatı Kitabevi’ne nasıl döndü?
Yıllar yıllar önce buraya Uğur Dündar, Yılmaz Özdil ve Nedim Şener’e ortak imza günü yapmıştık. Daha doğrusu Doğan Kitap’ın üç yazarıydı. O zaman Deniz Yüce Başarır sağ olsun organize etmişti. Daha öncesinde Selim İleri, Hıncal Uluç, Tuna Kiremitçi, Elif Şafak, Nermin Bezmen gibi isimler gelmişti. Gelelim “Dost” ismini nasıl kaybettiğimize: Radikal ve Hürriyet gazetelerine tam, Posta’ya ise yarım sayfa “Elif Şafak, Alaçatı Dost Kitabevi’nde” diye ilan vermişler. Neyse gün geldi, Elif Şafak imzaladı, gitti. Ertesi gün dükkâna gittim, telefon çalıyor, zrrr zrrr! Bir açtım, Ankara’daki ünlü Dost Kitabevi’nin hukuk danışmanı: “Dost Kitabevi ismini kullanırsanız yasal işlem başlatacağız.” Ben 25 sene burada “Dost Terzihanesi” ismini kullanmıştım, kitabevini de o isimle açtığımı kendilerine bildirdim. “Alaçatı’nın köhne bir yerinde 50 metrekarelik bir dükkân burası,” diye de belirttim. Kabul etmediler. İndirdik tabelayı. Dost Kitabevi adı gönüllerde şimdi, eskiler öyle biliyor ama resmi anlamda Alaçatı Kitabevi burası. (Duraksıyor ve etrafına bakıyor) Bu arada 50 metrekare dedim de daha da küçüldük, işte burayı görüyorsunuz. Küçüle küçüle ne hale geldik. Kapitalizm bizi ne hale getirdi. Butik kitapçı diye avutuyorum şimdi kendimi.
Daha büyük bir kitabevi olma hayaliniz var mı?
Olmaz mı! Meg Ryan ile Tom Hanks’in bir filmi var, neydi o… Mesajınız Var! Kadın orada bir mücadele veriyor, güzel bir kitabevi; benim hayalim öyle bir yerdi. Gerçekleşmedi.
Sence kitabevi idare ederek geçinmek mümkün mü?
Bu boyutta bir kitabeviyle değil. Buradan para kazanmıyorum ben zaten. Mesela burada Keyfekeder diye bir kitabevi açılmıştı. Çok sevinmiştim onun açılmasına ama devamı gelmedi işte. Bıraktı ama niye bıraktı bilmiyorum. Kırmızı Kedi denedi olmadı. Şimdi Sofilya Kitabevi diye bir yer var. O da yazar getiriyor aralıklarla.
Buraya son dönemde konuk olarak kimler geldi başka?
İşte Elif Şafak geldi. Ayşe Kulin geliyordu her sene, bu yıl pandemi olunca gelmedi tabii ki. Geldiği zaman sırf benim para kazanmam için tüm kitapları bitene kadar gitmez, 12’ye kadar da olsa durur, imzalar. Mesela Levent Gültekin’i getirdim. Sosyal medyadan etmedikleri küfür kalmadı bana. Solcuyu getirsem ona da gelmiyor sonra bana küfür ediyor. Adam “karşı mahalle”den gelmiş bakın, gelin karşıt olsanız da bir dinleyin.
“KİTAPLARLA SEVİŞİRİM”
Çok okuyor musun?
Dükkânı kapatıp eve giderim. Çıkarım üst kata, daha üstümü değiştirmeden açarım kitabı. Nasıl beş vakit namaza başlarsın öyledir bende kitaplar, fırsatı kaçırmayacaksın, boş oturmak yok. Oturdun mu önce eline alıp koklayacaksın. Bu arada kapak çizgisine de azami önem veririm, kırmadan açarım. Altını çizmem. Buraya gelenlerden de aynı özeni isterim.
Kitabevini sabah açtın, ilk ne yaparsın?
Dükkânı açtım mı; alırım elime bir kitap, okşarım, sevişirim kitapla. Sonra oturur düşünürüm, her sabah türlü düşünceler. Mesela derim ki şu kitabın kapak tasarımı için kim bilir ne kadar uğraşıldı, kaç kişi karar verdi vs. Burada bir sanat var. Bu benim hastalığım. Bunu yapmazsam keyif alamıyorum. Kitaplara aşıkım!
Hangi türler ilgini çekiyor?
Edebiyat olsun da… Neredeyse bütün yazarları severim. Ancak kişisel gelişim olayını sevemedim bir türlü.
Okurken müzik dinler misin?
Oo bundan 10 sene önce, bu gürültü yokken açardım hafiften Şirin Pancaroğlu’nu, arpçıdır kendisi. O olmadı J.S. Bach. Tıkır tıkır. Şimdi dükkânda okuyamıyorum gürültüden. Ben okuyamayacak mıyım burada kitabımı? Bunlar yüzünden burayı kapatmayı düşünüyorum.
Ömer Önal ve Batuhan Sarıcan, Alaçatı Kitabevi’nin önünde.
Yapma yahu, neden?
Artık sakinlik istiyorum. Bir yandan kitaptan nasıl ayrılacağımın burukluğunu yaşıyorum. Ben ne yaparım kitapsız? Evde kitap olmasına benzemez ki bu. Kapattım diyelim, sizin gibi güzel insanlarla bir araya gelebilecek miyim? Şu anda % 60 kararlıyım, yıl sonu gibi kapatmayı düşünüyorum. Ama mesela geçen 13 yaşında bir çocuk geldi; bir kitaplar alıyor anlatamam, giderken “Kararını % 40’tan yana kullan, hatırımız için kapatma burayı Ömer abi,” dedi. Ne yapayım ben şimdi?
On Altı Eylül sabahı yataktan
kalkmak o kadar zor geliyordu ki… Çeşme’nin kurtuluşunun 98. yılı anma töreninin
olması nedeniyle erken kalkıp törene yetişmek istiyordum. Olmadı mı olmuyor
işte. Üzerimde bir ağırlık, bir isteksizlik ki sormayın. İçimde bir sıkıntı,
motivasyonum düşük, depresyondaymışım gibi… O sabah zorla kalktım yataktan.
Eşim kahvaltıyı hazırlamış, bahçede kahvaltımızı yaptık. Durumu fark eden eşim
bana neyimin olduğunu sorunca ; “Üzerimde bir kırıklık var. Canım dükkâna gitmek
istemiyor bugün.” dedim. Ki resmi bayramlar ve kurtuluş günleri törenleri benim
için olmazsa olmazlarımdandır. Bunu bilen eşim; “Çeşme’nin kurtuluş törenine de
katılmayacak mısın?” diye sorunca; Bugün hiç keyfim yok ve canım hiçbir şey
yapmak istemiyor dedim.Kahvaltı bittikten sonra saat
12:30’du. Hazırlanıp evimden çıktım. Yürüyerek dükkânıma geldim. Ayaklarım geri
geri gitse de dükkânıma vardım. Normalde dükkânımla evimin arası yürüyerek 15
dakika kadar sürer. O süreçte etrafı seyrederek ne kadar zamanda dükkânıma
geldim hatırlamıyorum. Dükkânı açtıktan beş dakika sonra kendime sade bir kahve
yaptım. Dışarıdaki masamda kahvemi yudumlarken, arkamda bir ses: “Alaçatı’ya
nasıl gidilir?” diye bir soru… Başımı kaldırıp kim olduğuna bakınca arkadaşım
Osman Akgün olduğunu gördüm.“Vay Osman
kardeşim!” diyerek ayağa kalktım. Uzun zamandır Osman ile görüşmemiştik. “Hayırdır?
Sen bu caddede ne arıyorsun? Gel otur, bir kahve de sana yapayım, birlikte içer
sohbet ederiz” dedim.
Osman arkadaşım oturdu. Sohbete
başladık ve ilk kelimesi “Sabahattin Kosacı Ağabey’i kaybettik” oldu. Başımdan
aşağı kaynar sular döküldü.Duyduğuma
emin olmak için tekrar sordum. Sabahki ruh halimi anımsadım. Sanırım malûm
olmuştu. Kötü bir haber alacağımı hissetmiştim. “Saat 13:30’da mezarlığa
gelecekmiş, mezarlığa gidiyorum.” deyince benim bütün vücudum titremeye
başladı. “Corona nedeniyle cenazeler cami önüne getirilmiyor, mezarlıkta cenaze
namazı kılınıyor artık” diye ekledi. Osman arkadaşım kahvesini bitirmeden
kalktı. Bana müsaade, deyip ve mezarlığa doğru yürümeye başladı. Ben de
kahvemden bir yudum almıştım ikinci yudumumu almadan lavaboya boşalttım ve
sonra koşar adım mezarlığa doğru gittim.Sabahattin Ağabeyin cenaze
namazını kılarken hangi duaları okuduğumu hatırlamıyorum bile.Tabutuna bakarken eski
günlerimizi anılarımızı anımsıyordum. Terzi dükkânımızı henüz açmıştık. Sabahattin
Ağabey karşımızdaki kahvehaneyi çalıştırıyordu.“Kahveci Sarı” diye anılırdı. Günlerce haftalarca çay kahve içerdik ellerinden.
Kara kaplı deftere yazar, paramız olduğu zaman hesabı öderdik. Hesap ödemeye
yanına gittiğimizde “Çocuklar paranız yoksa sıkışmayın paranız olduğu zaman
ödersiniz” derdi bize. Hesabı alırken inanın yüzü kızarırdı. O kadar güzel ve
naif bir kişiliğe sahipti ki. Kahvehanesine giden müşterilerinin kimin çay içeceğini,
kimin kahvesini sade, orta veya şekerli içeceğini
bilirdi. Devamlı müşterileri kahvehanede masasına oturduğu zaman çayı kahvesini
ayağına anında getirirdi. Ne içersin diye sormazdı çünkü cevabını bilirdi. Bu özelliğini
bildiğimizden kendisini takip eder, Adama bak kimin ne içeceğini nasıl aklında
tutuyor ? diye sempatiyle izlerdik.Alaçatı ya ilk televizyonu
getirenlerdendir. İnsanlar sokaklara kadar sandalye ve masalarda haberleri ve
TRT’de yayınlarını yazlık sinemalardaki gibi izlerlerdi. Aynı zamanda Tekel’de
çalışırdı. Arada kahvehaneye oğulları yardıma gelirdi babalarına.Sekiz ay önce kaybetmişti
eşini. Eşini kaybettikten sonra Sabahattin Ağabeyin yüzü pek gülmüyordu. Yolda gördüğüm
zamanlar zoraki bir gülümsemeyle hal hatırını sorduktan sonra eşimin çocuklarımın
hatırını sorardı bana da. Elini zorla tutar öperken elini hep çekmek isterdi.
“Yapma be çocuk!” der, ben ısrarla elini öperken sürekli yüzü kızarır ve
rahatsız olurdu. Bunu bildiğim halde kendisin çok sevip saydığımdan bu huyumdan
vazgeçmemiştim.Terzi dükkânımızda bayram
öncesi bir hafta boyunca sabahlara kadar çalışırdık. O da bizimle oturur, bize
çay getirip uykumuz gelmesin diye bize özel çay demler, yine bizimle beraber
uykusuz kalırdı.Biz aldığımız işleri
gününde yetiştirmek için bize hep destek olurdu. Hatıralarımızı
komşuluklarımızı buradan anlatmaya çalışsam ne kâğıt yeter ne de günlerce
yazsam sonu gelir…Sabahattin Ağabeyim! Hakkını
helal et! Tanrı seni cennet bahçelerinin en güzel yerinde kılsın. Işıklar
içinde uyu! Bu diyardan bir Sabahattin
Kosacı geçti.