ALAÇATI’NIN UN DEGİRMENLERİ

Pek çok kişiden Alaçatı’da güneş batımının övgüsünü işitmişimdir; Karadağ tepesinden güneşin kayboluşu bir Alaçatı çocuğu olan bana bile hep görkemli ve gizemli gelmiştir. Bu yüzden, Alaçatı’da gün batımına yönelik övgüler bana da hiç “aşırı” gelmez. Sanırım Alaçatı’da gün batımına övgünün temelinde, gün battıktan sonra gökyüzünün uzun süre aydınlık kalması da vardır.Çünkü Alaçatı yerleşim yerinin geneli deniz ve küçük tepelerle çevrilidir. Bu nedenle, güneş aslında diğer yerlere göre biraz daha geç batar. (Tabi güneşin yurdumuzu en son terk ettiği yer de yarımadamızdır, o tarafıda başka!) Güneşin hareleri ufkumuzda uzun süre etkili olur. Ve görkemli yansımalar oluşturarak gözden kaybolur. Belde’nin en güzel gün batımı Alaçatı’dan liman denizine giderken veya değirmen dağından izlenir. Esasında tepelerin siluetiyle zıtlık oluşturan açık mavi bir gökyüzü “Alaçatı’daki bu akşam güzelliğini” açıklayan en önemli özelliktir. Hem karanlık, hem ışıklı; hem de hafif ürperten rüzgârı ve insanı ısıtan ışığıyla günbatımı!Ayrıca Alaçatı, ansızın çıkan rüzgârlarıyla ve tozlu dumanlı, bahar bulutlarıyla heyecanlıdır. Alaçatı’da yaz geceleri yıldız yağdırırken, kış sabahları da sevgi bahçesine dönüşür.İnsan bunları hep elinin altında sanıyor, her zaman görebileceğini umuyor ama ömrümüzde topu topu kaç mevsim yaşıyoruz? Bazen bir şarkıda anılar, bazen bir meyvenin tadı, çoktandır unuttuğum şeyleri aklıma getirdiğimde hüzünleniyorum; Ömrümüz hep geçmişte kaldığını düşündüğümüz güzel anıları anımsamakla geçiyor.1970 li yıllara kadar Alaçatı’da un ve zeytinyağı değirmenleri, ziraatla uğraşan üreticilerin en uğrak yerleriydi..Alaçatı’da üç mahallede birer tane un ve yağ değirmeni vardı. Yeni mecidiye mahallesinde, Barbun Hüseyin, Tokoğlu mahallesinde Karaca ki Hüseyin, Hacımemiş mahallesinde Karabina Hüseyin. Bu değerli üç insanımız yanlarında çalışan onlarca insana ekmek parası kazandırdıkları gibi Alaçatı halkına da çok büyük hizmette bulunurlardı.  Hacımemiş mahallesi’ndeki un ve yağ değirmenlerini sonraları, yıllarca Karaköy’de Muhtarlık yapan İbram çavuş (İbrahim Günay)  satın aldı işletti. Mülkiyeti halen kendisindedir. Çocukları bir süre bu işi devam ettirmek istediler ama üretim toplum yapısından tüketim toplumuna evrilen belde de una  talep olmayınca bıraktılar işi. Şimdi geçmişin tüm yorgunluğu ile birer anıt olarak zamana direniyor bu değirmenler. Söz konusu işletmeler faaliyetteyken, başlarında sorumlu ustabaşılar vardı. Hacımemiş Mahallesindeki değirmende “Uncu” lakaplı (Mehmet Ezgin) tam gün geç saatlere kadar çalışır, makinelerin gürültüsünden sıkılmadan yüzü bembeyaz kaşları bıyıkları aynı Noel baba gibi olurdu.Tokoğlu Mahallesindeki Karacakinin un değirmeninde, Libya Bingazi’de savaşa katılıp, ülkesinin işgalinden sonra Alaçatı’ya yerleşen ve memleketi Libya’ya da, yoksulluktan dönememiş Faraç Amca çalışırdı.

Bizim kuşak Faraç amcanın yaşlılık dönemine rastladık. Çok güçlüydü. Seksen kiloluk bir buğday çuvalını tek başına sırtlanıp değirmen taşına kendisi boşaltırdı.Faraç amca makinelerin un çıkan ağzına un çuvalını bağlar, çuval doluncaya kadar değirmen kapısının önündeki sandalyeye oturur beklerdi.  Kim bilir o esnada ne hayaller kurardı! Karacaki’nin Tokoğlu mahallesindeki yağhanesinde Paraşüt İsmail vardı. Bütün yağhanenin motorlarına o bakardı. Alaçatı Belediyesinin içme suyu kuyuların su motorlarına, şebekedeki su borusu patlaklarına hep Paraşüt İsmail amca bakardı.O yıllar sabah güneş doğmadan işbaşı yapılır, akşam iş bitince paydos edilirdi. Bende gençlik yıllarımda ziraat işlerinde çalıştım. Tarlada işimizi erken bitirince hava kararmadan eve gelirdik.Bu tür boşluklar hep bir fırsattı. Rahmetli annem unumuz azaldı çocuklar, değirmene buğday gitmesi lazım der, büyük annemle beraber ayıklamış oldukları buğday çuvallarını eşeğimize sarar, bizde doğru Yeni Mecidiye Mahallesinde olan değirmenin yolunu tutardık. Barbun Hüseyin’in oğlu Ali Barbun’un son senelerde çalıştırdığı un değirmenine getirirdik. Rahmetli Ali Ağabey çocuk olduğumuz için bizi hep güler yüzle karşılar ve eşeğimizin yükünü indirmekte yardım ederdi. Önce buğdaylarımızı kantarda tartar, kilosunu deftere yazardı. Sonra da buğday çuvallarının yan tarafına kırmızı boya ile sıra numaramızı yazardı. Bize ununuzu yarın sabah gelir alısınız der, sıra numaramızı söylerdi. Ertesi gün gider un çuvallarımızı alırdık. Hiç para sormazdı. Ali ağabeyin siyah kaplı kalın bir veresiye defteri vardı. Hesabımıza yazardı. Aile büyüklerimiz sene sonunda tütün parasını aldığımız vakit gider borcumuzu öderlerdi. Hesap ödendikten sonraki her yeni un öğütme bedeli, yıl boyu kara kaplı deftere yazılırdı, bakkal alışverişlerimizde olduğu gibi! Çok aileler vardı unsuz ve buğdaysız. Ama toplumsal dayanışma öyle düzenli işlerdi ki hiç kimse aç bırakılmazdı. Bazen hesaba yazılır, bazen de hibe!Çünkü çok garibanlık vardı, çoğu günler ailelerin cebinde ekmek alacak parası olmazdı. Hep çok çalışmak zorundaydık. Zengin gariban fark etmiyordu, hepimiz çalışırdık. Herkesin muhakkak yamalı elbisesi vardı. Kimi zengin ağaların bile pantolonunda süvarilik modaydı.Neyse ki o günler geride kaldı. Dilerim bir daha da hiç gelmez.

Kalın sağlıcakla….

ALAÇATI’DA GENÇ SANAT GÜNLERİ.

18/05/2013 Mayıs günüydü. Alaçatı Değirmenaltı meydanında, bu yıl ikincisi düzenlenen ve 195 genç sanatçının 418 eserle katıldığı Alaçatı Genç Sanat Günleri açılış kokteylindeydim. Kalabalık bir topluluğa hitap eden Sayın Prof. Sühandan Özay Demirkan ve Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Dekanı Prof. Halil Yoleri’in konuşmalarını dinlerken yirmi üç sene öncesine götürdüler beni.

1989 yılında Sosyal Demokratlar yerel seçimleri kazandıktan sonra dört değirmenlerin alt kısmında bulunan eski adı Kuğulu Park olan alanın yapımı henüz tamamlanmamıştı. Benim de meclis üyesi olduğum yıllardı. Önceki yönetimden yarım kalan tüm yatırımları kısa bir zamanda tamamlanmıştı. Remzi Özen ve ekibinin icraatlarının içinde Kuğulu Park’ın ve havuzun dizaynı, çevre düzenlemesi ve ışıklandırılması çok güzel olmuştu. Alaçatı’da 1990 yılında başlayan Uluslar arası Çocuk ve Gençlik Tiyatroları Festivali, yedi yıl boyunca sürekli yapılmıştı. Merkezi yönetim 1998 yılında ekonominin zor durumda olduğu nedeniyle ekonomik tedbirler alma kararlarından dolayı Belediyelerin festival yapmalarını yasaklamıştı. Çocuk ve Gençlik Tiyatroları Festivali’nin Alaçatı’da yapılmasını isteyen, ilk kadın Bakanımız Sayın Türkan Akyol ve Tiyatro sanatçımız Olcay Poyraz, tiyatro festivalinin Alaçatı’da yapılması için çok mücadele ettiler ve bunu da başardılar. Eski düğün salonunun arkasında bulunan Kuğulu Park’ta çocuklar tiyatro gösterilerini izlemek için çimenlerin üzerine hasırlar serip ahşaptan platform yaparak izlemişlerdi. Çünkü ne kültür merkezi vardı ne de amfi tiyatro...Festivalin ikinci yılına denk gelen o günlerde Alaçatı’da Kartal Tibet’in yönetmenliğini yaptığı ve Rahmetli Kemal Sunal’ın başrolünü üslendiği Koltuk Belası filmi çekiliyordu. Ben de bu filimde rol almıştım. Diğer arkadaşlarım gibi. Film setinde Kemal Sunal ile sohbet ederken: “Kemal Bey, bu akşam sizce de müsaitse çocuklarla bir söyleşi yapar mısınız?” diye rica ettim. Kemal Bey de “Tabii ki, Neden olmasın Ömer” dedi. Konuştuğumuz günün akşamı Ilıca İnkim Oteli’nden geldi ve Alaçatı’da o akşam oynanmakta olan Tiyatro gösterisi sona erince Sayın Kemal Sunal sahneye çıkıp çocuklarımızla beş on dakika sohbet etmişti. Tiyatro sanatçımız Sayın Macit Sonkan’ın oynadığı Yunus Emre oyununun bir bölümünü Alaçatı sokaklarında oyuncu arkadaşlarıyla birlikte ellerindeki meşalelerle dolaşıp, Alaçatı’nın her sokağını tiyatro sahnesine dönüştürmüştü. Bu güzel organizasyonlar gibi daha birçokları vardı. 1996 yılında Alaçatı’da yüz kişiye yakın Alaçatılı hanımın katıldığı, el sanatları dantel yarışması yapılmıştı. Mekân bu kez Değirmenler Restoran idi. Alaçatılı hanımlarımız yarışmanın yapıldığı gün, Değirmenler Restoran’ı tıklım tıklım doldurmuşlardı. Anason güzeli yarışmaları yapılırdı eskiden bir de Aziz Nesin üstadımızın vefatından saatler önce imza günü yaptığı yerdir Alaçatı. Ve daha neler neler… Bunları neden anlatıyorum? O günlerden bu günlere geldik.Bugün artık Alaçatı’da her sokakta bir resim galerisi var. İki Haziran’a kadar sürecek olan Alaçatı Sanat Günleri’nde Alaçatı Belediyesi himayesinde 2. Alaçatı Genç Sanat Günleri Türkiye’deki galeri ve kolleksiyonerlerin dikkatini çekmeye başladı.Sanat jürisinin değerlendirmesi sonucunda: resim, heykel, seramik, fotoğraf, cam, baskı resim, tezhip ve lif sanatı alanlarında finale kalan eserler Alaçatı’nın farklı dokusu içinde yer alan 9 galeride sergilenmekte. Sanatsal kapsamı böyle devam ederse, yeni galeriler ve yeni mekânlar hazırlıklarını yapmakta gecikmemeli. Alaçatı Genç Sanat Günleri kapsamında bu kadar çok sanatçının Alaçatı’ya gelmesini veya eserleriyle katılımını sağlayan, Sayın Prof. Sühandan Özay Demirkan, Ressam Sayra İnce Muran ve seramik sanatçısı olan SerapYurdaer Erboy’a ne kadar teşekkür etsek azdır. Alaçatı demek sanat demektir. Alaçatı kendisini tüm Ulusa sanat kenti olarak tanıtmaya devam ediyordu. Emeği gecen ve  sanat ile mücadele eden herkese çok teşekkürler.

Kalın sağlıcakla…


 

24 KASIM

Kasım ayına girince, 10 Kasım Atatürk’ümüzün ölümünü ve 24 Kasım Öğretmenler gününü adeta yaşarım.Doğadaki tüm canlılar gibi insanoğlunun da yaşamının bir sınırı var. Ancak bazı insanlar vardır ki yaşamları boyunca yarattıkları eserlerle, insanlığa hizmetleriyle öldüklerinden sonra da varlıklarını sürdürürler.Yaşamını milletine adayan, bir imparatorluğun küllerinden yepyeni ve güçlü bir devlet yaratan eşsiz bir lider, mümtaz bir devlet adamı, büyük komutan ve bir dâhi, Atatürk bu ender insanlardan biri ve de en büyüğüdür.Atatürk, hem milli mücadele, hem de Cumhuriyeti inşa sürecinde daima ileriye bakmış, ileriye yürümüştür. Bugün, Büyük Atatürk’ün yolundan giden bizlere düşen görev de yüzümüzü geleceğe dönmek, ufkumuzu geniş, hedeflerimizi büyük tutmaktır.Bunun için, 10 Kasım’ları aydınlık geleceğimize yönelik atılımlarımızın esin kaynağı haline getirmeliyiz. Atatürk’e saygının gereğinin bu olduğuna, O’nun manevi huzuruna ancak bu şekilde başımız dik alnımız açık olarak çıkabileceğimiz inancında olmalıyız.

Atamızın en büyük emaneti olan Türkiye Cumhuriyeti’ne her yönü ile sahip çıkacağımıza söz vererek O’nu bu ölüm yıldönümünde de bir kez daha rahmet ve minnetle anıyoruz. “İki Mustafa Kemal vardır. Biri ben, et ve kemik, geçici Mustafa Kemal.” İkinci Mustafa Kemal, onu “ben” kelimesiyle ifade edemem; o, ben değil, bizdir. O, memleketin her köşesinde yeni fikir, yeni hayat ve büyük ülkü için uğraşan aydın ve savaşçı bir topluluktur. Ben, onların rüyasını temsil ediyorum. Benim teşebbüslerim, onların özlemini çektikleri şeyleri tatmin içindir. O Mustafa Kemal sizsiniz, hepinizsiniz. Geçici olmayan, yaşaması ve başarılı olması gereken, Mustafa Kemal odur.Atatürk’ün düşüncesiyle, Mevlana’nın sevgisiyle, Yunus’un aşkıyla gelecek nesillere şekil veren siz değerli öğretmenlerimiz, “tebeşir tozunu bir kere yuttunuz mu öğretebilmenin zevkine bir kez vardınız mı bu mesleği bir daha asla bırakamıyorsunuz’’ demişti o gün anlamsız gelen o sözler şuan anlamına kavuştu. Başka yüreklerde yaşamanın, küçük yüreklerde atmanın sevinci hiçbir yerde, hiçbir şeyde yok. Hayattaki hiçbir mutluluk bir şeyler öğretebilmekten, minicik yüreklerde bir mum yakabilmekten, o minicik yüreklerin tutunabilecekleri bir dal sımsıcak bir el olabilmekten daha büyük değil. Bu meslek başka bir aşk. Her aşk gibi tarifi imkânsız. Yalnızca içinizde hissediyorsunuz. Bu aşkla yanıyor, bu aşkla üşüyorsunuz. Size bakan minicik gözlerde bir devmiş gibi görülüyorsunuz. Ne farklı bir varlıktır öğretmen, anne değildir, ama sevgiyle sarar, sıcaklığıyla ısıtır. Baba değildir, ama küçücük yüreklerdeki korkuyu gidermeye çalışır. Süpermen değildir, ama her şeyi bilir ve yapar. Onun yarattığı büyülü ortamda o kargacık burgacık şekillerin gizi çözülür, alfabe okunur, sese bürünür, şiire, masala, bilgiye bürünür. Ne çok bilinmezin kapısı aralanır, ne çok gizlilikler açığa çıkar öğretmenle…

İşte bu duygular içinde bu kutsal ve bir o kadar da cefakâr mesleği icra etmenin gururunu yaşıyorsunuz. Ulu önder ve başöğretmen Mustafa KemalAtatürk ün ‘’benim asıl anlatılacak yanım, öğretmenliğimdir. Topluma milletime ben öğretmenlik yapabiliyorsam beni onunla anlatın. Yoksa kazandığım zaferler, yaptığım öteki işlerle beni anlatmanız pek önemli değildir’’ sözleriyle savaş alanlarında en güçlü düşman ordularına karşı zaferlerden bir ulusu yok olmaktan kurtarışıyla cihanın takdirini kazanmış ününden bahsedilmesini değil de öğretmenlik yanının anlatılmasını istemekle öğretmenin toplumları yücelten bir varlık olduğunu vurgulamıştır.   
Unutmayalım ki; kadim değerlerin günübirlik çıkarlara feda edildiği günümüzde bu kutlu sanatı en güzel biçimde icra etmek durumundayız. Bunun için de heyecanımızı diri tutmalı ve ideallerimizi yeniden kuşanmalıyız. Evrensel medeniyet kulesi hiç şüphesiz bu onuru taşıyan fedakâr ve cefakâr siz öğretmenler sayesinde yükselecektir.  Öğretmen; yapıcı ve yaratıcıdır. İnsan haklarına saygılıdır. Öğretmen özverili, çevreye güven ve inanç veren, içi insan sevgisiyle dolu bir kişidir. Atatürk; “Öğretmenler, yeni nesil sizin eseriniz olacaktır.” demekle öğretmene yüklediği sorumluluğu ve değeri anlatmıştır. Öğretmenler sevgi dağıtır. İçimizi aydınlatır. Bizi doğruya yöneltir. Bilgili kişiler olmamız için çaba gösterir. Dünyayı tanıtır. Öğretmen her alanda yeniliği, yenileşmeyi savunur. Gerçekleri anlatır. Beceri ve yeteneklerimizin gelişmesine yardımcı olurlar. Kısaca analar doğurur, öğretmenler yetiştirir.
Cehalet batağının yılmaz savaşçıları, özgürlüğün vazgeçilmez halkaları, bilgi ağını inançla ilmek ilmek ören siz yiğitler, öğretmenler gününüzü en içten dileklerimle kutlar sizleri saygı ve sevgiyle selamlarım.

 

 Kalın sağlıçakla…                                                                          

ALAÇATI'NIN TEK KİTAPÇISI



Alaçatı'nın tek kitapçısının gürültü isyanı

Her yıl tartışmalara ve tepkilere yol açan Alaçatı Mahallesi'ndeki gürültü sorunu, Alaçatı'da 30 yıldır kitapçılık yapan Alaçatı Kitabevi sahibi Ömer Önal'ı da isyan ettirdi.

Alaçatı nın tek kitapçısının gürültü isyanı




Sosyal medya sayfasında yazdığı bir yazı ile isyanını dile getiren Önal, "Yetti, yetti artık diyorum. Alaçatı Kemalpaşa Caddesi’nde kitabevim var. 1989 yılından beri bu işi yapıyorum. Her yıl mekanımın önünde, ünlü yazarları davet edip, Alaçatı halkınla bu güzel edebiyat insanlarını buluşturuyorum. Amacım para kazanmak değil, Alaçatı’da okur sayısını arttırmak. Bir kitap fazla okunsun diye emek harcıyorum!" diyerek, Alaçatı'nın tek kitapçısı olarak, insanlara kültürel katkı sağlamayı amaçladığını ifade etti. 

"Çaldığın müziği herkes dinlemek zorunda değil ki, güzel kardeşim"

Sosyal medya sayfasındaki paylaşımında, son yıllarda Alaçatı'nın tüm cadde ve sokaklarının meyhane ve barlarla dolduğunu vurgulayan Önal, "Meyhane kültürü apayrı bir kültürdür. Halit Ziya Uşaklıgil’in 'İzmir Hikayeleri' kitabındaki anlatımı gibi, insan arada bu meyhanelere gidip sohbet etmek istiyor. Ama Alaçatı’daki meyhaneler öyle mi? Sadece gürültü yapmaktalar. İki kişi bir masaya oturup iki çift laf edemez halde. Birbirleriyle konuşurken seslerini duyurmak için bağırmaktan nefes alamaz durumda. Senin mekanında çaldığın müziği herkes dinlemek zorunda değil ki güzel kardeşim" diye belirtti. 

"İki yıldır yazar getiremez hale geldim" 

Her yıl, Türkiye‘nin ünlü edebiyatçılarını okurlarla Alaçatı'da buluşturmak için mücadele ettiğinin altını çizen Önal, "İki yıldır yazar getiremez hale geldim. Önceki yıllarda gece yarılarına kadar açık tuttuğum kitabevimi artık 18:00 - 19:00’da kapatmak zorunda kalıyorum. Neden? Gürültüden oturulamaz olduğundan tabii ki. Geçen yıl bir yazar arkadaşım imza gecesini gürültüden dolayı kesmek zorunda kaldı. Bana: 'Ömer bey, başımız şişti ve okurlarla sohbet edemiyoruz. Kitabı imzalamak için okurun ismini sorduğumda duyamıyorum' dedi. Haliyle imza vermeyi bırakıp gidiyorlar. Bu sene de imza günlerini gürültü nedeniyle gerçekleştiremiyoruz. Bizlerin de iş yapmamıza engel oluyorlar" diye kaydetti. 

"Sabahları dükkanıma gelmek istemiyorum"

Gece geç saatlerde mekanlardan dışarıya bırakılan çöplerden de şikayetçi olan Önal, "Sabahları dükkanımı açmak için dükkanıma gelmek istemiyorum. Meyhane sahipleri gece biriken çöp torbalarını benim dükkanımın önüne bırakıyorlar. Çünkü kendi dükkanlarının önü pislenmesin istiyorlar.  Başkasının dükkanının önü kirlenirse kirlensin, kendi dükkanının önü temiz kalsın istiyorlar. Meyhane yada bardan çıkanların aşırı alkollü olmaları yüzünden çoğu sabah dükkanımın önünündeki kusmukları klorakla temizlemekten bıktım artık. Çiçeklerimin olduğu saksılardaki peçete ve artıkları temizlemekten nasıl bıktığımı anlatmıyorum bile... Nasıl bir komşuluktur, nasıl esnaflıktır bu, anlamış değilim. Bileniniz varsa söyleyin bana... Bakalım daha neler görecek bu gözler?" diyerek isyanını dile getirdi. 

Alaçatı'nın yerlisi olan Alaçatı Kitabevi sahibi Ömer Önal'ın sosyal medya sayfasında yazdığı paylaşıma çok sayıda destek mesajı geldi. 


ÇAKMAK OVASI!

Siz hiç Çakmak Ovası’nın patika yollarında kayboldunuz mu? Ya da Sülemiş Ovası’nın yamaçlarına çıkıp, beş veya altı metre boyunda zeytin ağaçlarını gördünüz mü? İki üç kişi ile beraber kucaklayarak ağaç gövdesini ölçtüğünü gördünüz mü? Liman Ovası’nın topraklarında yetişmiş taze acurlarından toplayıp, cacık veya tütün fidanı ocaklarının kıyılarından marul toplayıp, yapraklarından bol sirkeli salata yaptınız mı? Kış ortasında tarladan patates söküp, ocak ateşinde kıyıları kurum olmuş bakır tencerede kaynatıp, sonra patatesleri soyup, pekmeze bandırarak yiyip karın doyurdunuz mu?Dağlardan turp otu toplayıp, haşlama yaparak, bol limonlu ve has zeytinyağlı salatasını yediniz mi? Dere kıyılarından köpüşken otu toplayıp evinizdeki kümeste besleyip tavuklarınızın yumurtladığı taze yumurta ile beraber kavurup, köpüşken'li yumurta yedinizdi? Yerli buğday unuyla yoğrulmuş bahçendeki ev fırınında pişirilmiş dumanları tüterek taze ekmek yediniz mi.? Arpa çuvallarını merkebinize yükleyip Barbun Ali’nin (Ağabeyimizin) değirmeninde öğüttüğü unundan ekmeğini tattınız mı? Burcu burcu kokan ekmek kokusunu burnunuzla kokladınız mı? Ve daha sayamadığım yüzlerce çeşit meyve türlerini dağlardan toplayarak yediniz mi? Ben bunların hepsine kasabamda şahit oldum. Karadağ’ın tam tepesinde: Derler ya hani; “Dağ-taş orman ve yabani hayvan!” ben orada gördüm. Bin bir çeşit kuş, hayvan ve böcek. Yol boyunca zakkum ağaçları ile kaplı Alaçatı Çamlık Yolunun kıyıları, baharda açan rengârenk çiçeklerine ve kokusuna doyum olmuyor. Alaçatı’nın ovaları çok verimlidir, Sülemiş, Haydariye,Göbene, Çakmak Ovası, İmamoğlu, Hurmalı, Liman Ovası, Telsiz, Batarya, ekilen arazi öylesine çoktu ki; geçim sorunu hiç yok gibiydi. Arazilerin birçok yerine gidebilmek için yol yoktu. Patika yollardan gidip geliyorduk. O yıllarda televizyon yoktu. Radyo az kanallıydı bir TRT’yi bir de Sofya Radyosu’nu dinleyebilirdik. Sofya Radyosu günde birkaç saat Türkçe yayın yapardı. Türkiye’den veya Avrupa’ya çalışmaya gitmiş gurbetçilerden istekler olurdu genelde Yüksel Özkasap, Ruhi Su gibi çok değerli sanatçılar hep hasret Türküleri söylerlerdi. Şeritli teyplerle şarkı, türküler dinliyorduk. Kabak kemaneyi, onlara eşlik eden köçek oynayanları o yıllarda tanıdım. Bugün ilçe olan Urla o zamanlar küçük bir kasabaydı. Urla Pazarına sık sık gider, ihtiyaçlarımızı alırdık. Oteli, lokantası, kasabı aklınıza ne gelirse her türlü esnafı vardı. Aradığın, ihtiyacın olan her şey mevcuttu. Kasabadan normal fiyatlarla alabiliyorduk. Bir gün Annem ile birlikte Urla’ya Cuma Pazarına gitmiştik. Sene 1960’dı. Bütün pazarı gezdik Annem hep ziraat aletlerine bakıyor, benim gözlerim ise beyaz naylon gömlekleri tarıyordu. Çocukluğum garibanlık içinde geçti.

Üzerime giydiğim giysiler dokuma gömleklerdi. Pantolon ne gezer? Dokuma kumaştan pijamalarla geçti yıllarım. Anneme bin bir yalvarmakla bir tane naylon içinde az ipek olan beyaz bir gömlek, bir de tokyo terlik aldırdım. Tokyo terlik’in tabanı yedi katli
rengârenkleydi. Alaçatı’ya sevinçle geldim. O gece gömleğim ve terliklerimle uyudum. Sabah uyandığımda tarlaya gitmemiz gerekiyordu. Benim gömleğim üstümde, terliklerim ise ayağımda tarlaya gitmeyi beklerken: Annem; her ne kadar “Çıkar onları. Onlarla tarlaya gidilmez!” dediyse de başaramadı. Ben üzerimdekilerle tarlaya gittim. Telsiz mevkiinde bulunan anız tarlasında terliklerle yürümek kolay değildi. Ayaklarımın yer yanı anızlarda sıyrık içinde hep kanamıştı. Ama ben terliklerimle anız tarlasında dolaşmaktan ve almış olduğum keyiften anızların ayaklarımın kanamasını ve vermiş olduğu acıları hiç dert etmemiştim. Çünkü çok mutluydum. Bu gün Alaçatı’nın verimli topraklarının çoğunu taş binalar aldı. Sokaklar buz gibi ova yolları artık çift şeritli oldu. Eşekleri göremiyoruz her evin önünde park edilmiş lüks arabalar var artık. Beş Ali’nin at arabası yok. Hurmalı ovasında çalışan Mehmet Bakırlı yok, Ayhan Tezcan. Nevin Tezcan, Hakkı Demiray, Orhan Girgin, Hasan Arıcı yok, Aslan amca, Kaplan amca, "Akalın" nerde bu güzel insanlar nerde.? Bugün tekrar dünyaya gelseler ne yaptınız bu güzelim arazileri ne hale getirmişiniz diye bizden nasıl hesap sorarlar mıydı acabaaa.?

SOGUK BİR KIŞ GÜNÜ

Soğuk bir kış gününde çıtır çıtır yanan bahçe fırınından çıkarılmış köy ekmeğine sürülen halis tereyağından yayılan kokuyu meğer ne özlemişim. Çocukken alıştığım bir kokuydu bu.Tıpkı tarhana çorbasının kokusu gibi. Rahmetli annem ekmeğin üzerine yağ sürer sonrada benim iştahla yiyişimi seyrederdi. Ekmeğim bitince de cebime kuru üzüm koyup beni okula gönderirken arkamdan bakardı. Ne güzel günlerdi çocukluğumdaki o yıllar. Nedense çocukluğumun geçtiği yıllarda evimizin semti olan eski elektrik santralin bulunduğu yeri ve şehitler caddesini hiç unutamam.

Burada ki çocukluk arkadaşlarımla oynadığımız oyunlar dün gibi aklımdadır.Şehitler caddesinde gezerken dut ağaçlarının hafif hafif kımıldayan yaprakları ve doğadaki çiçeklerin güzellikleri, yüksek dut ağaçlarının gövdeleri, dallarının zarif bir şekilde bir birine sarılmış yandan sarkıyordu. Görünmeyen kuşların cıvıltılarına ve ötüşlerine, otların arasındaki çiçeklerin birinden diğerine kelebeklerin ve uçan arıların vızıltıları karışıyordu. Şehitler caddesinden sonra Osmanlı’dan kalma Hacımemiş Ağa Camii’nin sokağından yürüyerek Alaçatı’nın daracık sokaklarını geziyorum.Taş binaları zamanın toz altında yitip gitmiş atmosferi de beni üzüyor içimdeki sıkıntıyı büyütüyor. Ali Kolçak’ın şimdiki adı “Dutlu Kahve” açık değil, Pehlivan’ın kahvesi açık değil, Rahmetli Fevzi Yıldız’ın dükkânı butik otel olmuş, Musa Koparal’ın bakkal dükkânı bar olmuş, Hasan Yörük dükkânını kapatmış, Kazım Bozdoğan’ının kahvesi bar olmuş, Kazım Keser’in bakkaliyesi restoran olmuş. Berber Feyzi Uz’un berber dükkânı yok artık. Ayhan Tezcan’ın bakkaliyesi antika dükkanı olmuş...
 Aradığım bütün eski dostlar aramızdan hep ayrılmışlar. Gözlerim yaşlı karakol sokağından aşağıya doğru ilerleyip Hurmalık Ovası’na gitmek istedim.
 Rıza Dayı’mın köşe tarlasına kadar yürüdüm. Tarladan sonra buraları da binalar doldu. Her taraf inşaat halinde, lüks dükkanlar olmuş. 
Rıza dayımın köşe tarlasına bitişik manifaturacı Salih Çetin'in tarlası yemyeşil enginar ve lahana, karnabaharları kadastrol yoldan yürürken bahçenin düzenli sıra halinde ekilmiş zerzevatı izlemeye doyamazdım. Hurmalı ovası yok olmuş her tarafı buz gibi taş binalar yerini almış.Arkama bakmadan otoban köprüsünden geçerek papaz kuyuya kadar yürüdüm oralarda inşaat malzemeleri satış yeri dolmuş. Boş bir toprak olan bir arazide durdum ve kendimi yumuşak otların üzerine attım.  Bir kaç tane ağaç dalları arasından gökyüzünü seyrettim. Tıpkı toprak ananın yaptığı gibi. Toprak ana da bütün gün gökyüzünü seyretmez mi ?
Kalın sağlıcakla…




YAŞANMIŞ ANILAR!

YAŞANMIŞ ANILAR!  Bir köy çocuğu olarak geldim dünyaya. Bir yılkı atı kıvamında büyüdük yetiştik, türlü badireleri geçerek. Bu zamana gelinc...