SAKIZ AĞACI

 

SAKIZ AĞACI

Dünya’da sakız ağacının yetiştiği yerler Çeşme ve Sakız Adası. Başka yerde de yetişmiyor nedense.

6 Ocak’ta Sakız Adası’na gitme fırsatım oldu. Sakız Adası’nı gezebilmek için araba kiralayıp adanın birçok yerini gezdim. Sakız Adası’nın güney kısmı yemyeşil sakız ağaçlarıyla kaplı. Asırlık ağaçlar. O kadar yaşlı ağaçlar gördüm ki yaşlılıktan gövdeleri artık toprağa değmiş vaziyette. Yine de zaman direniyorlar ve dalları yemyeşil.


Arabadan indim, ağaçların yanına gittim. Ağaçların dipleri tertemiz ve üzerleri çizik içinde. Sakız Adası’nda yaşayanların birçoğu sakız üretiminden geçiniyorlar. Ağaç sakızının fiyatı da fena değil. Küçücük poşeti 3 Euro’ya satıyorlar. Sakız reçeli, Sakız likörü, Sakız şekeri, sakız, gibi birçok ürünlerde kullanıyorlar.

Çeşmemizde daha yeni yeni Sakız ağacına yönelik çalışmalar oluyor. Yüz yıllardır Rumlardan kalan ağaçlara pek sahip çıkamamışız. Alaçatı’da Çiftlik’te eski ağaçlardan kalanlar olmuş. Fakat sakız elde edemiyoruz. Ağaç sakızını dışarıdan ithal ediyoruz. Bu bereketli topraklarımızda yetişen ağaçlarımızı gelecek nesillere bırakmamız için, sakız ağacı dikmek için kampanyalar ve teşvik etme festivalleri yapmamız lazım.

1989 yılında belediye meclis üyesi olduğum yıllarda Alaçatı’da sayıları iki yüz olan sakız ağaçlarını koruma altına almak için meclis kararı almıştık. Eski Belediye Başkanı Sayın Remzi Özen’i bu kararından dolayı kutlamak isterim.

9 Ocak Salı günü sabah kahvaltısı yapmak üzere, eşimle beraber Sakızlar Restoran’a gittim. Sakız ağaçlarını görmek ve yeşillikler içinde kahvaltı yapmak istedim.

Sakız Adası’ndaymışım gibi hissettim kendimi. Biz neden bu işten anlayan insanlarla irtibat kurmuyoruz. Bu işten anlayan birçok Mühendis ve Ziraat teknisyenlerimiz var. Bu bilgili insanlarımızdan yararlanmalıyız.

Sakız üretimi yapmamız lazım. Çeşme’mize de ekonomik girdi sağlamış oluruz.

Kalın sağlıcakla…

12 Ocak 2018 Cuma yazılmıştır
 

HAYATA DAİR

 HAYATA DAİR!


Yaşam kısadır belki, ama ciddi anlamda değerlendirmeyi bilirsek o kısacık zamanı uzunmuşçasına dolu dolu yaşamak da bizim elimizdedir aslında... Her zaman yarınlardan söz ederek bugünümüzü heba ederiz. Her şeyi yarınlara erteler, yarınlara anlam yükleriz. Oysa ki yarınlar gelecek mi hiç birimiz bilmeyiz...

Oysa yarınların neler getireceğini ya da neler götüreceğini hiçbirimiz tahmin bile edemeyiz. Ve her nedense sonraki zamanlardan “gelecek” diye söz ederiz ama asla “gidecek” demeyiz...
Hayatı, sevdiklerimizi, zamanımızı, ve sağlığımızı her zaman çantada keklik gözüyle görürüz ancak onların bize emanet olduğunu ve günün birinde onları kaybedebileceğimizi hep göz ardı ederek boş işlerle tüketiriz. Her zaman en sevdiklerimizden ve her zaman en kötü anlarımızda bize destek olan yoldaş kişilerden başlamaz mıyız? Ya da onları seçmez miyiz kendimize üzüp incitmek için
K
açımız çok sevdiğimiz insanın hatasını yanlışını gördüğünde bir zamanlar kendisini sancılı günlerden arındıran koruyan kollayan, sevdiğini hala deli gibi sevmesine rağmen kaçımız sevdiğini affederek gururuna mağlup olmayı başarabiliyor ki? Gurur deyip soyutlamıyor muyuz kendimizi? o kişiye karşı set çekmiyor muyuz? Halbuki bir telefon edip özür dilese her şey değişecek diyorken yürek sesimiz, hep karşı taraftan beklemiyor muyuz? Gururumuzu sevgimize değişiyor ve sevdiklerimizi başka kollara hatta işin içinden çıkılmaz yollara itiyoruz. 

Ne olur bir ilişkiyi, arkadaşlığı, dostluğu yada evliliği kurtarmayı gerçekten istiyorsanız, sevdiğinize gerçekten değer veriyorsanız ve illa da özür dilenmesi gerekiyorsa bunu siz üstlenin!İnanın hiçbir şey kaybetmezsiniz, hatta belki de aksine bir çok şeyi yeniden kazanabilirsiniz...
Ancak her şeyi yaptığınız halde karşı taraf sizi hala anlamıyorsa ya da durumu değiştiremiyorsanız bile yine de üzülmeyin. En azından yıllar sonra yeniden o kişiyi hangi şartlarda olursa olsun karşınızda gördüğünüzde içinizde kendi adınıza bir pişmanlık duymazsınız. “Ben zamanında elimden geleni yapmıştım onu kazanmak için” diyebilirsiniz. Bu bile yetmez mi? Olmazsa olmaz ama en azından ruhunuzun derinliklerinde ukdesi kalmaz..
Gururla yaşamak güzeldir elbette ama sevdiğin olmadan yaşamaya benzer mi? Yani illaki birinden fedakarlık yapılacaksa varsın gururunuzu feda edin hayatınızda. Bir kere de olmaz mı?
Zaten sevdiğiniz yanınızda ise gururunuz her zaman sizinle demektir
. Peki yalnızsanız ve o çok sevdiğiniz insan yanınızda yoksa söyler misiniz gururun bir anlamı var mı?
İlerleyen yaşlarımızda gençliğimizde yapamadığımız, içimizde ukde kalan davranışları gençlerden gördüğümüzde “ah gençlik” diye iç geçirmez miyiz? Sanki bizler de bir zamanlar hiç genç olmamışsızcasına..Farkındaysak; yaptığımız şeylerden değil de hep yapamadığımız şeylerden pişmanlık duyarız. O yüzden canınız ne yapmak istiyorsa yapın. “LEO BUSCAGLİA” “SEVGİ” Kitabında anlattığı gibi, “Hayatı dolu dolu yaşayın!” diyor.

Ak saçlı bir dede: “Haydi evlat! Sen zamanında hayatı gerektiği gibi yaşayamadın. Al sana bir joker. Bir daha her şeyi en başından yaşa! mı diyecek?  Hayatınızda sahip olduklarınızı değil de yalnız sizi seven ve en çekilmez olduğunuz durumlarda bile size ilgisini,sevgisini esirgemeyen kişi ya da kişilere rastlamışsanız hayatınızın çeşitli evrelerinde, lütfen onlara daha fazla sahip çıkın. Çünkü sizi asıl hak eden yalnız onlardır. Gerisi kocaman bir YALANDIR!  Onlara herkesten daha çok gönül kapılarınızı aralayın. Çünkü onlardan kalmadı artık. Bulduysanız da sakın kaçırmayın!  

Hayatınızda hep "iyi ki"ler olsun, "keşke"ler değil!

"Ertelenen değil, asla hatırınızdan silinmeyen zamanlarınızın olması dileğimle..."

Kalın sağlıcakla…

ŞİMDİKİ ÇOCUKLAR HARİKA!

 


ŞİMDİKİ ÇOCUKLAR HARİKA!

Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk 19 Mayıs’ı gençliğe emanet etmesi tesadüf değildir. Atatürk “Ey yükselen yeni nesil, İstikbal sizindir. Cumhuriyeti biz kurduk onu yükseltecek ve sürdürecek sizlersiniz” diyerek Türk gençliğine ulaştırmak istediği ülküsünden bahseder. Gençliğe hitabesinde ülke çıkarlarının her şeyden üstün tutulması gerektiğini ve Cumhuriyetin bağımsızlığının genç nesillerce muhafaza edilmesinin önemini anlatır.

Ve yine Atatürk “Ben sporcunun zeki, çevik ve aynı zamanda ahlaklısını severim” derken gençlerden beklediği erdemleri özetlemiştir. Sadece fiziksel başarının yeterli olmayacağını, aynı zamanda da ahlaki değerlerin de ne kadar önemli olduğunu vurgulamıştır. 68 kuşağı gençlerimiz yanlış yönetilen iktidar yöneticilerine, tepki göstererek memleketimizin geleceği için çok mücadele verdiler fakat halk onları fikirlerini benimsemeyip halkımız için bedel ödediler. Sistem, sembol olan üç fidanımızı idam ederek cezalandırıldı. O yıllarda gençlik deyince ilk aklıma İlerici gençliğin sembolü olmuş Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan, Hüseyin İnan gelir. 1980 kuşağı gençlerimiz de ülkeleri için canla başla mücadele ettiler. Halkımız yine gençlerimizi anlayamadılar. Sıkı yönetim rejimi Asmayalım da besleyelim mi? diyerek birçok gencimiz idam cezasıyla yargılandılar ve çoğu gencimize hayatlarıyla bedel ödettirdiler. Bunlardan birisi de mahkeme kararıyla yaşı büyütülerek idam edilen Erdal Eren idi. Erdal Eren; 13 Aralık 1980 Ankara Altındağ Ulucanlar Cezaevinde idam edildi.

23 yıldır Türkiye’deki okullarımızda gençlerimiz doğru dürüst eğitim alamıyorlar. İmam Hatip liseleri almış başını gidiyor. Gerçi eğitim aileden gelir ama insanlarımızın büyük bölümü kitap okumuyorlar. Millet geçim derdine düşmüş, inşaat işçileri, tarımla uğraşan aileler ve daha niceleri günlerin yorgunluğundan, kitaba zaman ayıramıyorlar. Bu da gençliğe ve çocuklara yansıyor. Ben 36 yıllık kitapçı olarak kitap okunan evde yetişen bir aile çocuğunu alışveriş kültüründen tanıyorum. Kitap okuyan bir çocuk dükkândan içeri selam verip içeri girdiği gibi okumak istediği kitabın ismini söyler. Eğer aradığı kitap yok ise “Peki ben başka kitap seçerim der” ve kitapları araştırmaya devam eder. Diğeri ise bulamadığı için ayrılır hemen dükkândan.

Her aile Çocukları için; doktor, pilot, subay olsun isterler. Çocuklarına çıtayı hep yüksek gösterirler. Çok aileler benim oğlum sanatçı, sanaatkar olacak demez. Birçok aileler çocuklarını devlet memuru olmasını isterler. Veya resmi

bir yere işçi olarak çocuklarına iş bulması için torpil ararlar. Çocuklarının yaşamı için garanti yerler ararlar. Çocukları için ben çektim çocuklarım çekmesin diye düşünürler.

Gençlerimizi özgür bırakmalıyız. Ne yaşamak istiyorlarsa kendileri karar versinler. Hayat çünkü onların hayatı. 2025 yılındayız ülkemizde son yaşadıklarımız ortada. Siyasi iktidar dindar bir gençlik yetiştireceğiz dedikçe toplum dinden uzaklaştı. Israrla baskıyla yönetemezsiniz Z kuşağını.

“Gençlerimizi son günlerde yaşadıkları ve çabalarının yanı sıra gencin toplumsal gelişimi de bu tür tanımlama çabalarında önemli ip uçları vermektedir. Her şeyden önce gençler de diğer tüm bireyler gibi içinde bulundukları ekonomik, toplumsal ve kültürel yapıdan etkilenirler. Bu yapının gençlere sağladığı tüm olanaklar ve yönlendirmeler gencin kişilik ve kimlik oluşturmasında belirleyici bir rol oynar. Daha da somutlaştırmak gerekirse gencin gelişimi üzerinde içinde yaşadığı ailenin yapısı ve özellikleri, cinsiyeti ve kültürün cinsiyete atfettiği değerlerdir.”

Gezi olaylarında Üniversite gençliğini gördük.19 Mart 2025 tarihinde iktidarın yanlış politikalarından rahatsız olan gençlerimizin, sorunlarını görmezden gelenlere kendilerini gösterdiler. Hiçbir kişiye ve malına zarar vermeden eylemlerini demokratik şekilde yaptılar. Güvenlik güçlerinin barikatların önünde üniversite gençleri halay çekerek binlerce öğrenci hiçbir partiyi desteklemiyoruz, özgürlük ve adalet istiyoruz diye haykırdılar. 300 kusur öğrenci göz altına alındı. Ne yaptı gençler? Yasal haklarını kullandılar.

Yazımın başlığını Usta Kalem Aziz Nesin’in bir başyapıt niteliğindeki kitabından esinlenerek diyorum ki; “Şimdiki Çocuklar Harika” Yaşasın Gençlik! 





 

BEN'İM ALAÇATI Kitabım ilk baskısı Ağustos 2021 yılında tükendi. Ekim 2021 yılında ikinci baskısı yayımlandı. İkinci Kitabım olan BİR ZAMANLAR ALAÇATI'DA birinci Baskısı 1 Eylül 2023 yılında yayımlandı. Bu güne kadar kitaplarıma Beklentimin çok üstünde ilgi gösteren tüm okurlarıma kucak dolusu teşekkürlerimi sunarım. Saygı ve sevgilerimle…


ALAÇATI

                                                          ALAÇATI

Alaçatı 1850'li yıllarda Güneyi bataklık olan Alaçatı; zamanın Sadrazamının “Bataklığı kurutun! ” Buyruğuyla Alaçatı'nın Güneyindeki tabii limana ulasan bir kanal açılır. Ovalardan büyük hendeklerle drenaj sağlanarak bataklık kurutulur. Açılan kanal daha sonraları gemilerin yanaştığı bir liman olur. Bu çalışmaya zamanın mimari Hacı Memiş Ağa önderlik eder ve adalardan imar işinde çalışmak üzere Rum işçiler getirtir. Gelen Rum işçiler Alaçatı Limanının 1000 m kuzeyinde yeni Alaçatı'yı inşa ederek yerleşirler. İşleyebilecekleri tarlaları olmadığı için, büyük toprak sahibi Türkler tarlalarını tesis edip işletmek ve bir süre sonra devretmek koşuluyla Rumlara verirler. Bir anlamda bu, yap-işlet-devret modelidir. İşletme sahibi Rumlar Alaçatı'da bağcılığı geliştirirler. Günümüzden yüzyıl önce Alaçatı'dan şarap dış ülkelere ihraç edilir. Alaçatı şarabı dünyanın kaliteli şarapları arasında yerini alır. Bu yüzden Alaçatı kiliselerinin en önemli süsleme figürleri üzüm salkımlarıdır. 1873 yılında Alaçatı'da Belediye teşkilatı kurulur. Takriben 19. yy 'dan önce Alaçatı ve çevresinde, Çeşme, Köste, Çiftlik, Ovacık vs. ile birlikte 45 bin kişi yaşamaktadır. Bu nüfusun 40 bini Rum geriye kalan beş bini Türklerdi.

Hilmi Uran 1914'te Çeşme'ye Kaymakam olarak tayin edilir. Göreve başladığından bir iki ay sonra Balkanlar'dan özellikle Yugoslavya, Makedonya, bölgelerinden ilk göçmenler gemi ile Çeşme'ye gelir. Göçmenlerin gelişi Rumlar arasında panik yaratır, ve kısa zaman içinde bölgeyi terk ederler. Yugoslavya'dan gelen bu göçmenler Alaçatı'da iskân edilir. Bağcılığa yabancı olan göçmenler şarapçılığı hiç bilmezler. Selanik'ten Makedonya'nın Karacaova bölgesinden ve Girit, İstanköy gibi adalardan mübadil göçmenler gelir. Alaçatı'da tütüncülüğün gelişmesini sağlarlar. Tütün, kavun yetiştiriciliği ve hayvancılık 1980'li yıllara Alaçatı'yı taşıyan unsurlardır. Daha sonra tarım üretiminin yerini esnaflık, kısmen balıkçılık ve turizm almıştır.


18.01.2010 tarihinde yazılmıştır


 

İBRAHİM BADEMCİ

 İbrahim Ağabey 1923 doğumluydu. Doksan beş yıl yaşadı yani Cumhuriyet ile yaşıttı. Mustafa Kemal Atatürk’ü ve İsmet Paşa’yı yaşamı boyunca hiç ağzından düşürmedi. Sohbetlerimize “Gazi Paşa” diye başlardı. Atalarının çektiklerini, neler yaşadıklarını kelimesi kelimesine bizlere aktarırdı. “Gazi Paşa” derken ve geçmiş günleri anarken o yemyeşil gözlerinden yaşlar akardı. Çok naif, saygılı, küçükle küçük, büyük ile de büyüktü. Çalışkan, üreten bir insandı. İyi bir Galatasaraylıydı. Ama Alaçatıspor Kulübü’nde oynarken sarı lacivert formasını giymekten de onur duyardı. Alaçatı Spor maçlarını hiç kaçırmazdı.Oğulları İsmail, Nail, genç yaşta kaybettiği Salih ve Mine’yi sportmen yetiştirmişti. Spora bağlılığı gibi Cumhuriyet’e de bağlıydı. Tam bir Cumhuriyet adamıydı İbrahim ağabey.Bir sabah kalktığınızda telefonunuza bir mesaj gelir ve çok sevdiğiniz, öz ağabeyiniz kadar saygı duyduğunuz birinin ölüm haberini almak insanın içini burkmaktan daha da ötede hislere sevk eder. İnsanın yerle bir olmasına sebebiyet veren, fakat öyle ya da böyle doğal bir sonuç olarak, her şeyin Allah’tan olduğunu kabullenmek… Lakin öyle bir durumlar vardır ki; ölen kişi kardeşten daha yakındır, güzel anılarınız olmuştur. Gecenin ve uykunun vermiş olduğu mahmurluk ile endişe arasındaki bir düşüncenin içerisindeyken, içinizi ateş gibi yakan, tüyler ininizi kaskatı kesen, başınızdan aşağı kaynar sular dökülmesine neden o berbat haberi iliklerinizde hissedersiniz.

Ne de acıdır, gidip de o evde bulunmak, 'en yakın arkadaşının yanında gözyaşı döküp, eski günleri yad etmek, evlat acısını yaşayan o babanın yerine kendini koymak, ve son yolculuğundan önce, Caminin önündeki musalla taşındayken imamın sevenlerine karşı dönüp ''Hakk’ınızı helal eder misiniz? dedikten sonra da, mezarına yağmur çiselerken iki kürek toprak atmak...Sonra iç gözüm yine eskilere, hayal dünyama dalıyor. Bu tarlalarda yoğun bir tempoyla çalışarak üreten insanlar canlanıyor belleğimde. Yedeğine aldığı eşeğinin yularından tutarak, Çakmak Ovasındaki ekim için tütün ve sebze fidanlarına kuyudan su almaya giden Süleyman Akkaya bir yanda, diğer tarafta Hacı Memiş Ağa Mahallesi’ndeki evinin önündeki iğde ağacının altında poşusunu beline bağlamış, tütün tarlasına gitmek için beygirinin bir tarafına pulluğu, diğer yanına tırmığı sarmakta olan İbrahim Bademci. Sonra tütün dikimine giden Fahrettin Sezgin’i, Salih Aktaş’ı görür gibi oluyorum. Tütün fidanı küfesi sırtında Hakkı Doğan’ın dikim için haydariye ovasına gidişini. Balıkçı Nazif'in oğlu Hüsnü Solak’ın, balık sepeti kolunda, liman denizinden tuttuğu balıkları Pazaryeri’ndeki mezata getirişini...

Sonra terzi dükkânıma Fahrettin Sezgin ile beraber dükkânıma gelişleri ve sohbetleri, Parti Belde Başkanıyken İzmir de yapılacak olan mitinglere Fahrettin Ağabeyle beraber üç gün önceden bana “Ömer biz iki kişiyiz bizi yaz. İsmet Paşa’nın oğlu Erdal İnönü’yü dinleyelim” diye üç gün öncesinden bana yer ayırtırlardı otobüslerden.

Ben bunları düşünürken baktım İmam İbrahim ağabeyin mezarının başında telkinini veriyordu. İbrahim ağabey biricik annesini, babasının ve erken kaybettiği iki çocuğunun yanında sanki onlarla kucaklaşıyor sevdikleri onu karşılamış ve sevinç içinde sohbete dalmışlardı bile.

Bu fani dünyadan ebedi dünyaya kavuşan İbrahim ağabeyime, Allahtan rahmet, kederli ailesine bir kez daha sabırlar diliyorum.95 yıllık ulu çınarımız seni çok özleyeceğiz.

 12/02/2018

YAŞANMIŞ ANILAR!

YAŞANMIŞ ANILAR!  Bir köy çocuğu olarak geldim dünyaya. Bir yılkı atı kıvamında büyüdük yetiştik, türlü badireleri geçerek. Bu zamana gelinc...