ALAÇATI’DA YILBAŞI

31 Aralık 2010 tarihinde yazmış olduğum bir yazım. Nasip işte bu yıl tekrar yayınlamak istedim. O yıl günlerden Cuma akşamıydı. Alaçatı sokakları  böylesi bir kalabalığı belki tarihinde ilk defa görüp yaşamıştı. Türkiye ve Avrupa’dan beldemizdeki yılbaşı kutlamalarına katılan yerli ve yabancı konuklar yılbaşını Alaçatı’da geçirmek için sanki yarışmış, Alaçatı sokaklarında yürüyebilmek adeta imkânsız hale gelmişti.Belediyenin düzenlediği yılbaşı sokak partisi vesilesiyle bir araya gelen Alaçatı sevdalıları, Cumhuriyet meydanına kurulan iki platformda gece boyunca sahne alan sanatçılar ve djler eşliğinde doyasıya eğlendiler.

Orkestra eşliğinde sahne alan sanatçılara, havai fişek, çeşitli ışık ve lazer gösterileri de refakat edip, katılımcılara görsel ve duyusal bir şölen ikram edildi.Ayrıca, işyerlerinin vitrinleri ile cadde ve sokaklardaki ağaç ve aydınlatma direklerinde yapılan ışıklandırma ve aydınlatmalarla, beldemiz bir bayram yerine dönüştürüldü.Alaçatı esnafının geceye gösterdikleri ilgi de takdire değerdi. Kışın mekânlarını açık tutmayan restoran ve kafe sahibi işletmecilerin iki günlüğüne de olsa, işyerlerini açmaları beldemize büyük bir hizmetti. Umarız emeklerinin karşılığını da almışlardır.Eskiden yılbaşı böylemi kutlanırdı? Günümüzde, Şehitlik caddesine Cumartesi günleri kurulan halk pazarı, 80’li yılların sonuna kadar, şimdi restore edilen Pazaryeri Camii’nin etrafında kurulurdu. Halk ürettiği meyve ve sebzeleri bu pazaryerinde satardı. Ayrıca, eski manavlar “Karaköylü” Halil Girgin, Rıza Baysal, “Ankaralı” Mustafa, “Konyalı” Nebi Çatalbaş; sabahın erken saatlerinde kamyonla İzmir’e giderler mevsim meyvelerini İzmir Toptancı Halinden getirirlerdi. Yılbaşı akşamı tüketilmek üzere manav ve pazardan tedarik edilen muz, kestane, mandalina, elma, portakal ve çeşitli çerezler evlerde akşam ezanı sonrasında kurulan yılbaşı sofralarında yerini alırdı.Şimdiki gibi marketlerden her an alınabilen hazır tavuk eti o vakitler bakkallarda satılmazdı. Her evde kümes hayvanları bulunur, buradan büyüğünden bir horoz tutulup kesilir, yılbaşı akşamının ana mönüsü de bu olurdu. Ekonomik durumu biraz daha iyi olan aileler ise tabi ki hindi keserlerdi. Yemekler yendikten sonra komşu ve akrabalar bir araya gelir, meyve ve çerezler yenilir, gecenin ilerleyen saatlerinde de pırnal veya zeytin odununu ile yakılan sac sobalar üstünde kestane pişirilirdi. Günümüz evlerinde yaygın bir şekilde kullanılan şöminelerin daha basiti, halk dilindeki adıyla ocaklarda da, kor ateşte bakır tencerede mısır patlatılırdı. İlerleyen saatlerde de sobadan çıkarılan odun kömürü, mangala alınır, evin hanımı kahveleri kömür ateşinin külünde pişirirdi. Sıra şans oyunlarına gelince, tombala takımı dolaptan çıkarılır, konuklarla birlikte tombala çekilir, kazananlar sevinir, kaybedenler üzülürdü. Kazanan misafirler sevinç içinde evlerinin yolunu tutarken bütün seneyi hep kazanacağı umuduyla mutlu geçirirlerdi. Kaybedenlerinse umutları bir sonraki yılbaşına kalırdı. 1980’i 1981’e bağlayan yılbaşında TRT bir ilke imza att., Gece tam 00.00’da Türkiye’nin ünlü dansözlerinden Nesrin Topkapı’yı ekranlara çıkarttı. Zeki Müren gibi daha birçok ünlü sanatçılarımızda yeni yıl mesajlarını TRT’nin siyah beyaz televizyonlarından verirlerdi.TRT’nin o yıllardaki yılbaşı müzik programları çok güzel olurdu. Akşamın erken saatlerinde ünlü klarnet sanatçısı Mustafa Kandıralı ve arkadaşları yılbaşı özel programını oyun havaları çalarak açarlardı. Ünlü ve şöhretli sanatçılar bugünde olduğu gibi, yeni yıla girilen saatlerde ekrana çıkarlardı. Halkın büyük bölümünün eğlencesi televizyon izlemekti. Bu yıl Corona virüsü nedeniyle yılbaşını Hükümetin almış olduğu kararlar nedeniyle kutlayamıyoruz. İçimizden geldiği gibi gülüp eğlenemedik, bir birimize sevgiyle sarılamadık bu yıl.Yaşamın içinde arayıp da bulamadığımız ne çok şey varmış;öğrendik.Tanıdıklarımız  bildiklerimizin ölüm haberleriyle sarsıldık üzüldük.Bu vesileyle yeni yılınızı kutlar, sağlıklı bir yıl diler ve birbirimizle sarılabildiğimiz bir yıl olmasını temenni ederim.

 Kalın sağlıcakla!


ALAÇATI!

Alaçatı’nın tarihi çok eski yıllara dayanır. Alaçatı’da yaşam çok kültürlerin bir arada yaşamın bir mozaiği gibidir. Çalışkan, üreten, bir arada kardeş gibi yaşayan topluluktu. Ne zaman Bütün şehir yasasına tabi oldu Alaçatı elimizden kaymaya başladı.Alaçatı, Tütün’üyle Anason’uyla, Enginar’ıyla, Kış kavunuyla, Siyah İnciriyle, hele Anasonu Meydan larousse’ta bile dünyanın en güzel Anasonu olarak geçer. Son yıllara kadar Alaçatı meydanında üreticiler Alaçatı’da tüketemedikleri sebzelerini sabah çok erken saatlerinde nakliye kamyonlarıyla veya sabah ilk otobüsle kimi güzel yalı pazarına, kimi Eşref paşa pazarında cumartesi pazarlarında satar akşam son otobüsle Alaçatı’ya gelirlerdi. Belki az para kazanırlardı ama mutluydular. Her geçen gün Alaçatı'da bazı değerlerimiz kayboluyor, bu değerlerimizi ayakta tutmamız lazım. Alaçatı içinde yaşayan hala saf temiz duygularını kaybetmemiş insanlarımız yaşamakta. Alaçatı merkezinde yaşayan insanların vakitlerini geçirebileceği sohbet edebileceği mekânları yaratmak lazım.Akşam yemeğinden sonra kıraathaneye gider masalarında tavşankanı çay veya kahvelerini içer hoş sohbet ettikten sonra tekrar evlerine giderlerdi.Şimdiki gibi elektrik faturaları kabarık gelmezdi su faturaları ona keza. Telefon, İnternet faturaları ona keza. Cep telefonlarını çocuklarımız her yıl bir üst model değiştirmek için sıraya giriyorlar.

Cep telefonu faturaları cebimizi nasıl yaktığını biliyoruz.Evlerimizde tarhana çorbası pişiren kaç aile vardır. Biz yaştaki yaşayanlar evimizde tarhana çorbası veya mercimek çorbası içmeden işe gitmezdik. Şimdi ne yapıyoruz hadi nerede güzel kahvaltı salonu var oraya gidelim diye akşamdan program yapıyoruz. Aman biz çok ezildik çocuklarımız rahat etsin diye çabalıyoruz.Yaşamak son günlerde çok zorlaştı. Ayın sonunu getirebilmek için bin bir zorlukla karşı karşıyayız.25 Aralık Cuma günü sabah kahvaltımı yaptıktan sonra “eşime hanım sen ev işini bitirince dükkâna bakar mısın? Ben biraz dolaşmak istiyorum dedim.” Kemalpaşa caddesinden Cumhuriyet meydanına doğru yürümeye başladım. Hava o kadar soğuktu ki burnum uyuşmaya başladı. Keşke bir bere alsaydım diye kendi kendime düşünürken hadi oradan dedim. Sen ne soğuklar gördün bu kadar soğuktan ne olur ki deyip yoluma devam ettim.Yolumun üzerinde Alaçatı’da küçük esnaf olarak bir tek bakkal Ali Salkım kaldı. Ali Salkımın yanına uğradım eşiyle beraber oturuyorlardı. Ayaküstü sohbet etmeye başladık. Ali de artık yorulmuş işlerden şikâyet ediyor. Sokakta kimsecikler yok bende iyi bir kiracı bulursam bende bu işi bırakıcam artık diyor.Bu sokakta artık huzurumuz kalmadı her taraf bar oldu diyor. Dün akşam saat 02.30 da karşıdaki barda kavga çıktı kızlı erkekli insanlar saat 04 kadar kavgaları sürdü saat 04.30 anca uyuyabildik. Onun için kiraya verip bizde yavaş yavaş Alaçatı’yı terk edeceğiz böyle giderse diyor. Ali Salkım’a baktım çok mutsuz görünüyordu. Yanından ayrıldım Kürt Ali’ nin eski dükkânının önünden pazaryerine doğru yürümeye başladım.Sokaklarda kimse yoktu ama her dükkânın kapısı kapalıydı her dükkânın kapısına onlarca tebligat mektupları iliştirilmiş, masalar kimi yan konmuş kimisi diğer masanın üstüne konmuş hayalet şehir gibiydi. Pazaryeri Caminin önüne geldim caminin yanındaki dükkânlar boşaltılmış dükkân sahipleri kendi malzemelerini almışlar işlerine yaramayan malzemeleri dükkânlarının önünde veya mekânlarının içinde bırakmışlar. Böylesi güzel bir mimari yapının etrafındaki bu çirkin görüntü beni ve Alaçatı’lıları çok üzdüğünü biliyorum. Bu çirkin görüntünün yetkililerin bir an önce temizlemesi gerekmez mi diye kendime sormadan edemedim.

"2015 yılında yazmış olduğum yazım"

 

Kalın sağlıcakla….

BU DİYARDAN BİR ÖMER AĞA GEÇTİ!

Gece gümüşü kadar beyaz okaliptüsler arasından geçerek ilerliyor Ömer ağa. Sonra her şeye bir rüya duygusu veren uçsuzluk içinde geniş bir düzlüğe çıkıyor doru atıyla. Belirsiz bir ufka doğru uzanan rüya beyazı bu simli Aydınlıkta her şey bambaşka görünüyor gözüne ve sihirli bir yalnızlık içinde kendi var oluşu bile yeniden keşfetmesi gereken başka bir anlam boyutu kazanıyor. Yaşadığından, var olduğundan emin olmak istercesine bir an durduruyor atını. Tabiat sanki kendi rüyasını gördürüyor ona. İnsan yaşamında bağışlanmış anlar vardır.Onlardan birinin içinde olduğunu düşünüyor. Varlığını tepeden tırnağa ürperten kaynağını bilmediği tansıklı bir heyecana, nedensiz bir sevince kapılarak sabaha kadar dipdiri bir güçle at sürüyor. Her şeyin zaten rüyaya benzemesi uykuyu uzak tutuyor gözlerinden. Kaç zamandır at sırtında hep aynı duruşu kollayan vücudu, bu nedenle yorgunluğun biçimini almıyor.Bazı dereleri geçmek kutsaldır. Bu düşüncesiyle Atını güney batıya sürüyor. Azıcık yolunu uzatıp nazlı nazlı akan Öte yaka deresine doğru. Atının ayaklarından süzülen, ırmağın adıyla ve ay ışığıyla yıkanmış suların yolunu şimdiden kısalttığını düşünüyor. Öte yaka deresini geride bıraktığı an, birdenbire yolunu hızlandırmak istercesine ardında biten rüzgâr içini dalgalandırıyor. “Rüzgâr izlerini silmek için eser” Kime ait olduğunu anımsamadığı, belleğini yurt tutmuş dizelerden biri de bu. Şimdi rüzgârla hatırına geldi. “Belki de rüzgârı çıkaran hatırladığım bu dizeydi,”diye gülümsüyor içinden. Kelimelerden büyü yapabildiğine göre, bazen öylesine söylenivermiş sözler, neden biz farkında olmadan büyü yerine geçip yazgımızı çiçeklendirmesin ki?Rüzgâr hızlanıp atının önüne geçiyor.Germiyan köyünden çıkıp  sabah tam hesapladığı gibi gün doğarken giriyor Alaçatı ‘ya bütün şehir uykudayken.En sevdiği şey buydu.Bir şehre uyurken girmek.Atalarından kalma kök benliğe yerleşmiş bir fetih duygusu mu bu ?..bilmiyor.Ama bu durumun ,kendine iyi bir başlangıç duygusu sağladığından emin.Sabah gün doğmadan başladığı şehirlerde kendini daha iyi ,daha güvende hissediyor.Sokaklar henüz akmaya başlamamış,gündeliğin dağınık hikayeleriyle meydanlar kalabalıklaşmamış hayat tekrarlar ve rastlantılarla saçaklanmamışken ,pazaryerine tezgahlar kurulmamış,balkonlara çamaşırlar asılmamışken .Alaçatı henüz sessizliğin elindeyken .Sabah nemiyle kabaran saksı çiçeklerinin,balkon arsızı gür sarmaşıkların kokusunun ortalığı sardığı,Alaçatı taş evlerinin bahçe duvarları düzgün alaçatı taşı ile örülmüş,Arnavut kaldırımlı sokaklarında,atının usul ve kendinden emin adımlarıyla .Hacımemişağa mahallesine ilerlerken Alaçatı’yı hep sevmiş olduğunu düşünüyor.Ekmek fırınlarından yükselen günün ilk ekmeğinin buğusu hayatın başladığını söylüyor ona.Her şehrin ekmek kokusu farklıdır; biliyorHacımemiş ağa Mahallesinde bacanağının bakkal dükkânına tam tahmin ettiği zamanda varıyor. Ayağında İngiliz kilotu pantolon, üzerinde yelek yeleğinde köstekli saat Atının üzerinden eğerden ayağını üzengiden çıkartıyor sağ tarafa atıyor çevik bir vaziyette atından iniyor ve hemen cep saatine bakıyor ve bacanak tam saatinde geldim diyor. Bacanağı Fevzi Yıldız  kapıda karşılıyor Ömer ağayı. Büyük oğlunu çağırıyor hadi oğlum Ömer ağanın atını al ve kısa mesafede olan kayın pederinin nalbant dükkânına göndertiyor. İki bacanak kahvelerini söylüyorlar kahvelerini içtikten sonra alış verişi yapıp tekrar köyüne dönme zamanı deyip ayrılıyor Ömer ağa.


 Kalın sağlıcakla… 

      

  

 

 

ALAÇATI’DA KAHVEHANELERİMİZ!

Kahvehanelerin sosyal işlevleri hep göz ardı edilir. Kahvehanelere giden insanların cebinde çay parası olanın hemen girebileceği bir yerlerdir kahvehaneler.Tarihte” Kahvehaneler”, Kıraathaneler birçok sosyal faaliyetin yürütüldüğü, kimileri bir okuma salonu görevi görürdü.Kahvehaneler oyun oynanan, zaman öldürülen, sohbetler yapılan yerlerdir, bazıları için. Gerçekten öyle mi?kahvehanelerin olmadığı bir düzende erkeklerin sosyal dengeyi nasıl sağlayacaklarını düşünüyorum. Çünkü oralar sadece oyun oynanan, vakit öldürülen yerler değil, arkadaşlarla buluşulan, sohbet edilen, gazete okunan, iş görüşmesi yapılan, siyasi sohbetlerin yapıldığı, fikirlerin tartışıldığı yerlerdir aynı zamanda. Düşünsek ki; kahvehaneler olmasa kaç kişi gazete okur? Veya kahvehanelerde ne kadar insanımız gazete okumaktadır? Sadece bu yönü bile hafife alınmaması için yeterli değil midir? Ben yıllarca Kitapevimde gazete satarken kahvehane sahipleri her gün en az beş adet gazete satın alırdı.

Her gün düzenli Gazete alan kahveciler bulamadıkları gazetesini bir önceden ayırttırırlardı bana. Ülkemizde psikiyatriye giden insanlarımız Batılı ülkelere göre çok az sayıdaymış. Bunda kahvehanelerin etkisi inkâr edilemez. Çünkü oraya gelen insanlar, arkadaşlarıyla birçok sosyal problemi de tartışarak çözer. Ve birbirine teselli olma konusunda milletimiz gibisi yoktur. Denilebilir ki bu yerler adete birer “terapi Salonları”dır. Batı insanının bir tatlı söz veya teselliyle altından kalkabileceği basit, insani problemler doktorlarla çözülürken, bizim kahvehaneler bunu bedava yerine getirirler.Buralar aynı zamanda kalıcı dostlukların kurulduğu, hatır, gönül alma yerleridir. Nice emekliler tanırız, her gün aynı kahvehanede buluşurlar. Onların bir an için bu yerlerden mahrum kaldıklarını düşünün. Nasıl bir boşluğa düştüklerini, telafisi mümkün olmayan yalnızlıklara itildiklerini görürsünüz. Bir ömre sığacak uzun süreli dostlukları burada kurmuşlardır.”Bir fincan kahvenin kırk yıl hatırı vardır.” sözü boşuna söylenmemiştir çünkü.Burada bize düşen bu yerleri ikide bir söz ağzımıza geldiğinde kötülemek yerine, buraların sosyal işlev kalitesini arttırmasına devletin ve milletimizin yardımcı olmalarıdır. Çünkü kahvehane kavramı bir Türkiye gerçeğidir ve bu yüzden buralardaki kültürel faaliyetler geliştirilip, çoğaltılmalıdır. Bu mekânları kaldırıp tarihe gömmek mümkün olmadığına göre, ıslah etmek ve kalitesini yükseltmek en iyi yol olacaktır. Öncelikle kütüphaneli kahvehaneler oluşturulmalıdır.Alaçatı’da ve Çeşme’de artık yaşayan emeklinin, işçinin, bir çay parası ödeyecek kahvehaneler kalmadı. Onbin nüfuslu Alaçatı’da Yaşar Tunca’nın çay ocağı, birde Osman Salkım’ın,Hacımemiş mahallesinde İbişin yeri kaldı.,Alaçatı’da yaşayanların eski kültür yaşamları yavaş yavaş yok olmakta. Nerde o eski kahvehaneler Kahveci Hacı dayı, oğlu Ali Çakar Kahveci Hayri karayılan, Kahveci Hüseyin, Kahveci bekar Hakkı. Kahveci Hilmi Çevik, daha çok sayıda bu mekânların birer kültür evi olduğu yıllar nerdeeeee.

 Kalın sağlıcakla


ALAÇATI ESNAFLARI!

Çocukluğumuzun şirin Alaçatı’sında unutulmaz simalar vardı. Bu insanlar, o dönem benim yaşımdaki çocukların beyinlerinde derin izler bıraktılar… Her çocuğun bunlarla ilgili yüzlerce anısı vardır. Özellikle esnaflarımız, zanaatkârlar, kanaat önderleri. Çünkü bu insanların sayısı parmakla sayılacak kadar az değildi. Manifaturacılarımız vardı: Recep Demiral, Ekrem Kandemir, Salih Çetin, Ekrem Sezginer, bir tek Ekrem Kandemir’in oğlu Hasan Kandemir babasından kalan manifaturacı dükkânını devam ettiriyor. Terzilerimiz vardı: Terzi Şadi Gökseloğlu, Terzi Sırrı Atatekin, Terzi Kazım Önal, Kartal Ahmet, Terzi Erdoğan Erman, Terzi Hayati Akten, eski meslektaşlarımdan Terzi Şadi’nin oğlu babasının mesleğini yapıyor.

Bir de Terzi Ahmet Girgin kaldı terzilik yapan 10 000 nüfuslu Alaçatı da.Fırıncılarımız vardı: “Orhan Ağa” Orhan Belge, Fırıncı Mahmut, Fırıncı Kürt âli “Ali Kürekçi”,Fırıncı Barbun Hasan, “Hasan Barbun”,Fırıncı Fehim Keskin, Alaçatı da bir tek Rahmetli Fehim Keskin ağabeyin oğulları baba mesleğini yürüyorlar.Demirci ustalarımız vardı: Mehmet Körükçü ve oğulları, Salih - Ali, Yılmaz, Demirci Şaban (örsçü) Mustafa Örsçü, Sultan ablanın oğlu Ahmet usta “Marar”.Nalbantlarımız vardı: Nalbant Musa Baysal, “Musa dayı”oğulları Kazım Baysal, Kemal Baysal, Kemal ağabeyimizin oğulları Musa ve Hulusi Baysal, babalarından kalma mesleklerini evlerinde sakladıkları nal ve çivileri tarihi eser olarak saklıyorlar. Kendilerine baba mesleğini yapmıyorsunuz diye sorduğumda “Artık memlekette Eşek veya beygir mi kaldı?” deyip serzenişte bulundular. Kunduracılarımız vardı; Kunduracı Muharrem Öztürk, oğlu Ziya Öztürk, Ahmet Özcan, Sıtkı Özcan, Karaköylü Mehmet Kaplan, Kesreli Sıtkı Ağa, Reşat Yumutkan, Mehmet Er, Turkay Mermer, bu güzel esnaf ve sanatkâr ağabeylerimizden bir tek Mehmet er aramızda bu ağabeyimizde çok yıllar önce bu mesleğini artık yapmıyor. Rahmetli Kunduracı Mehmet Ağabeyle dükkân komşusuyduk. İsmail Güral Efendi’nin evinin altındaydı dükkanlarımız. Bizim dikiş makinesinin sesini o duyar, biz de onun ayakkabıyı tamir ettiği çekiç sesini duyardık. Kahveci Sarı’ya “Sabahattin Kosacı” beraber çaylarımızı söylerdik.Yıllarca bir birimizi kırmadık. Yıllar sonra ayakkabı tamir etmekle dükkân kirası ödenmez deyip dükkanı kapatmak zorunda kaldı. Daha sonra belediyeden Pazaryeri Cami önünden bir yer kiralayıp birkaç sene bu camekânlı kulübede Alaçatı’ya hizmet etti. Sit olayından sonra bu mekanını kapatmak zorunda kalmıştı. Aramızdan ayrılan büyük ustalara Allah’tan rahmet diliyorum. Ne güzel insanlardı onlar.Küçük esnafın ve sanatkârların sorunlarına değinenmek gerekiyor. Tekeller nedeniyle zor günler yaşayan esnaf eleman ve çırak bulmakta zorluk çekiyor. Çıraklık konusunda kurumlar elaman yetiştirmeli ve bu sorunu eğitimle çözmelidirler. Büyük marketler küçükleri eziyor. Türkiye genelinde olduğu gibi dünyanın hiçbir yerinde olmadığı kadar çok AVM var. AVM’ler her açıdan sizlerin işinden, aşından bir şeyler alıyor. Küçük esnaf her geçen gün yok oluyor. Ayakta kalmak için mücadele ediyor. Mücadele edemeyenler ise yok olup gidiyor. Yetkili makamların artık küçük esnafın sesini duymalılar.

Kalın sağlıcakla…

 

 

 

 




TOPRAK!

Bahçeli bir evde büyüyen şanslı kuşaktanım. İçinde çeşitli meyve ağaçları ve renk renk çiçekleri bulunan kocaman bir bahçemiz ve bahçemizde dolaşan çeşitli hayvanlarımız vardı ben büyürken. Evimizde kedim, bahçemizde köpeğim birlikte büyüdük. Komşunun bahçesinden koştura koştura gelip geçen tavuklar, horoz sesleri, annelerinin peşinde dolaşan civcivler. Bahçede otururken dinlediğimiz ağustos böceklerinin sesi. 

Çocukluğum tamamen doğal bir yaşam içinde geçti. Leylak kokusunu hala çok seviyorum. Baş döndüren kokusuyla ve rengiyle bahçemizin süsü idi. Ya renk renk açan yediveren gülleri. Ya da yapraklarından annemin reçel yaptığı mayıs gülleri. Kokusundan yanına yaklaşılmazdı. Ortancalar her bir çiçeği top gibi buradayım diyorlardı duvar kenarlarına dizilmiş. Bahçemizin duvar kıyılarına sıralanmış kırmızı ve ateş pembesi sardunyalar. Baharda yüzünü gösteren baygın kokulu sarı nergisler. Hatta çiçeklerin arasından bahçe toprağından kendiliklerinden fışkıran ve her yeri davetsiz misafir gibi saran kırmızı ve beyaz renkleriyle akşamsefaları. Bakmaya doyamadığım çeşitli kır çiçekleri. Kırlardan gelincikler toplardık, hatta güneşte bırakıp şurup bile yapardık. Baharı müjdeler gibi bembeyaz papatyalarla dolardı kırlar ve uzanır sere serpe yatardım aralarında. Akşam saatlerinde bahçeyi sulamakta gönüllü olurdum. Bütün gün güneşi yedikten sonra akşam serinliğinde sulanan bahçenin tadı ve suyu içen toprağın kokusu hala burnumda tüter. Yağmur yağarken dışarı çıkmayı bu yüzden seviyorum galiba. Toprağın ve çimenlerin sulandıktan sonra insanın içine bayan kokusunu duymak için özellikle yürüyorum ve ıslanıyorum. Doğayı içime çekmeyi seviyorum.Meyveyi dalından yeme şansına sahip oldum. Bunlar hormonlu mu diye bir kaygımız hiç olmamıştı. Ağaca çıkıp kopartıp yediğimiz incirlerin tadını şimdi pazar tezgâhlarında bulamıyorum.. Badem ağaçlarımız beyazlara bürünürdü her bahar, yazın dalından kopartıp yediğimiz malta eriğini hiç aramıyorum bile pazarlarda. Tezgâhlarda görsem bile ben küçükken yediğim meyvelere hiç benzemiyorlar. Reçellerimizi dallarından kopartıp topladığı meyvelerden yapardı annem. Salatalarımız bahçeden topladığı yeşilliklerden yapılırdı akşam sofralarımızda keyifle yerdik. Zeytin ağacımızdan topladığım ham zeytinden annemin yaptığı çekişte’nin tadını hiç unutamıyorum. Gitgide topraktan koparıldık. Her yanımız betonla dolduruldu. Yapılan yeni yollar veya binalar kırlarımızı elimizden aldı. Şehirleşme adı altında betonla tanıştık, tanıştırıldık zorla. Daha fazla bina, daha fazla apartman diye diye ağaçlar da kesildi. Ne meyve ağaçları kaldı etrafta, ne altında oturduğumuz büyük ceviz ağaçları ne de kırlarda altında oyunlar oynayıp piknikler yaptığımız çamlar. Salıncaklar da kurulmaz oldu çocuklara artık.Sonraları yediğimiz meyveler, sebzeler ve süt ürünleri gibi gıdalar giderek kimyasallarla dolmaya başladı. Topraktan kopmamızla sağlığımızın bozulmaya başlaması arasındaki bağlantıyı fark edemedik. Üreticiler, daha fazla para kazanmak uğruna üretti her ürüne hormon katmaya başladı. Denetimsiz ortamlarda ilaçlarla sebze ürettiler ve pazarlara gönderdiler. Bunları satın alıp sofralarında kullanan halkın, bilinçli ya da bilinçsiz olması bir şey değiştirmiyordu. Elinin altında bunlar vardı, onlar da bunları alıp kullanmaya mecburdular. Hatta çok da önemsemedik. Sağlığımız git gide bozuldu. Vücudumuzu beslerken zehirlendik. Kanserden insanlar birbiri ardına ölmeye başladı. Ya hormonlu gıdalardan, ya radyasyonlu bitkilerden ya da bilinçsizce kullanılan tarım ilaçlarının kalıntısından. Son zamanlarda çevre bilincinin her geçen daha fazla konuşulduğuna şahit oluyorum. Birer birer doğa dernekleri kurulmaya başlandı. Bu acil konuya parmak basılmaya çalışılıyor. Bilinçli çalışmalar neticesinde daha fazla insan bu konuya eğilmeye başladı. Bu sevinçli bir gelişme aslında. İnsanlar bulamadığı vakitlerinde birazcık toprağı eline alsalar ne büyük bir kaybın olduğunu anlayacaklar belki. Hâlbuki toprakla uğraşan ve yetiştirmeye çalıştığı bir bitkinin büyümesini seyreden insanın ruhunun da yumuşayacağını sanıyorum. Belki daha insaflı nesiller yetiştiririz kim bilir? Tabiatı,toprağı,ağacı,tarihi,ve kültürü korumak için çalışan ve sahip çıkan insanları emin olun kimse yenemez!!

Kalın sağlıcakla..

 

 



GÜNLÜĞÜMDEN

Ne güzelmiş çocukluğumdaki yaşamlar. Sabahları erken kalktığımda annem evimizin alt katındaki odada tarhana çorbası hazırlıyor olurdu, ben de yattığım odanın tabanındaki tahtaların aralıklarından annemi izlerdim. Tarhana çorbasının kokusu ciğerlerime kadar işlerdi. Annem aşağıdan bana seslendiğinde kulaklarımın dibinden sesleniyormuş gibi gelirdi sanki. Yataktan kalktığım gibi annemin yanına gider hemen sarılırdım boynuna o da beni koynuna alırdı. Annem çalışmaktan terlemiş olurdu, onun kokusunu ciğerlerime kadar hissederdim. Annem “Dur beni rahat bırak, işim çok, size kahvaltılık hazırlıyorum.” dese de ben, annemin koynundan ayrılmak istemezdim. Bakardım ki annem işini yapmak istiyor ve ben ona mani oluyorum, hemen ayrılırdım annemin koynundan.Kahvaltımızı yaptıktan sonra komşumuz Şehriban Abla bahçemize bakan pencereden bizi izliyor olurdu. Şehriban Abla’ma, “Hayırlı sabahlar Şehriban Abla!” dedikten sonra bahçemizin köşesindeki, Rumlardan kalma kuyunun başına geçer, evimizin duvarlarını ve çok iri badem ağacımızı uzun uzun bakardım.

Sabah badem ağacındaki kuşların sesleri bana melodi gibi gelirdi. Annem kümesteki tavuklarımızı salmış, tavuklarımız bahçede gıt gıdaklayarak toprakta eşelenirken kuşların telaşı gözüme çarpardı.  Aşağıdan yem bulup duvar deliklerindeki yavrularına yem götürmekle meşgul olurlardı. O kadar sık inip yükselirlerdi ki onları izlemekten yorulurdum. Ama onlar yorulmadan yavrularına yemek taşırlardı.Belki garibanlıktan evimizin tamiratını yaptıramazdık; ama mutluyduk. Anne’min ağzından bir kere olsun yaşamdan şikâyet ettiğini duymamıştım. Evimizin yer döşemeleri… Eski esbamlarımızı toplayıp kilim dokumasına verirlerdi bu sebeple çok renkli kilimlerimiz olurdu, rengârenk…Tahta divanlarımız vardı kıtık yastıklı. Divanlarımızın kıyılarında dantel işlemeleri olurdu, tığla örülmüş birer sanat eseriydiler.Annem tarlaya gitmediği zamanlar, bahar aylarında bahçemize bakan alanda güneşe çıkıp önünde hörekesi, ucunda koyunyünü, onu işleyerek ip haline getirirdi. Sonra kuyumuzun başında, kazanda ısınan haşlanmış suyun içine toz kumaş boyasını atarak her renkte ip elde eder, bize çorap ve kazak örerdi şiş ve tığla. Üşümek nedir bilmezdik ve mutluyduk. Herkes bir birini tanırdı. Dostluklar vardı karşılıksız.1974 yılına  kadar Alaçatı’da imar uygulaması yoktu. Kimse tarlasına taş bina yapamazdı. Yaz aylarında herkes tarlalarına çardak yapardı, eylül başında da çardaklarını bozardı. Kimseyi de rahatsız etmeden yaparlardı. Çalışmaktan ve üretmekten başka düşünceleri olamazdı o yıllarda insanların. Peki bugün böyle mi? “Komşunun görüntüsü bozulmasın.” diyen var mı?“Benim param var, benim canım böyle istiyor, benim yasal hakkım var ve ben yasal hakkımı kullanıyorum.” diyen birçok insan yok mu?Peki, devlet ne yapıyor? Bir ilçeye veya bir köye gidip “Sayın yöneticiler, buraya böyle bir yatırım yapmak istiyoruz.” diye size soran oluyor mu? Ankara’da teknolojiyi kullanıp Google dan  işaretleyip “Ben buraya Çeşme projesi yapmak istiyorum.” deyip kimseye sormadan istediğini yapmıyor mu?“Yapıyor!” dediğinizi duyuyorum.Nereden nerelere geldik arkadaşlar…İnanın yaşadığım çocukluk yıllarımı çok özlüyorum. Ne rüzgârgüllerini, ne jeotermal enerji santrallerini, ne Çeşme’yi uçuracak Çeşme Projelerini,  ne de tarım alanlarının yanında yapılan taş ocaklarını özlüyorum! Çocukluğumdaki insanları ve onların yaşadığı dönemlerin Alaçatı’sını özlüyorum! Ben Alaçatı Kuşlarını, Sakız ağaçlarının gölgesinde oturmayı, anason tarlalarında gezinmeyi, Hurmalı Ovası’ndaki derelerin Agrilia körfezine akmasını, incir ağaçlarının altında oturmayı, Çakmak Ovası’ndaki buğday tarlalarında dolaşmayı özlüyorum…

Bunlar benim düşüncelerim, benim özlemlerim…

 

Kalın sağlıcakla…….

ANILAR BURAM BURAM!

09-10 Aralık 2017 tarihleri arasında Alaçatı Alavya otelinde  gerçekleştirilen ve şenlik kapsamında atölye çalışması, Yazar buluşmaları, sergiler, söyleyişiler, özgün çalışma ve ürün  stantların yer aldığı Yeni Yıl Kermesi, canlı müzik dinletisi de etkinliğin aktivitelerindendi. Birbirinden farklı yaratıcılıkta ürünlerin sergilenip satışa sunulduğu Yeni Yıl Kermesi, alışveriş yapmak isteyenlere zengin çeşitlilik sundu. Organizasyon ekibinden Ressam “Sayra İnce Muran'ın” “Serap Yurdaer Erboy” Alaçatı Alavya otelinin çalışanları dokunuşlarıyla mekânı büyüleyici bir dekora büründürdüler. Bende bu aktivitede yer aldım Alaçatı Kitabevi olarak standımızda iki yazarımızla imza günü düzenledik. Bunların yanı sıra Alaçatı 15 Eylül ve Atatürk ilköğretim Okulu öğrencilerin heyecanla hazırlandıkları  seramik sergisi, çocuk kitabı yazarı Tülin Kozikoğlu'nun eğitici ve eğlendirici sohbeti eşliğinde 09 Aralık Cumartesi günü  saat 13.00 de çocuklarımıza çok keyifli dakikalar yaşattı. İspanya'dan İzmir'e  ve Kübra Saatçioğlu ile “ Ayahuasca” yolculuğuna çıkabilirler. Kitabıyla sohbetleri muhteşemdi.Ben bu kadar heyecanın yanında Alavya Otelin bahçesinde yoğunluğun arasında düşüncelerim beni eski günlere taşıdı.

Alavya otelin eski hali geldi gözlerimin önüne. Alavya otelinin eski yaşanmışları bir film şeridi gibi geçti gözlerimin önünden. Bir burukluk hissettim. Burası eskiden Alaçatı’nın eski Sakarya sinemasıydı. Ne güzel siyah beyaz filimler, Tiyatrolar izledik bu binada.1975 yılında benim ve bugün eşim olan Meryem le Nişan törenimiz bu sinema salonunda olmuştu.Evliliğimizin ilk adımını bu salonda atmıştık. Bu kadar lüks değildi tabiî ki salonun bütün duvarlarında film afişleri vardı. Önceleri var tabi çocukluğumda Sakarya sinemasında geceleri iki film birden oynatılırdı. Salonda bazen yer bulamazdık. Fıstıkçı Yaşar Fırıncı Fehim Keskin’in fırınında pişirdiği fıstıkları Sıçak Sıçak film aralarında gezerek gazete kâğıdından huni yapılmış ölçeği 50 kuruştan alırdık. Yanında “Muhtar Hamdi Çevik” ağabeyin yerli gazozuyla beraber filmimizi fıstıkların kabuklarını da yerlere atardık. Filimin keyfini çıkarırdık. Aşk filmlerini izlerken kendimizi de o gün izlediğimiz aktörün yerine koyardık. Çocukluk aşklarımız gelirdi aklımıza. Gündüzleri 2 metreye bir buçuk metre genişliğinde ahşabın üzerinde oynayacak olan film afişleri iki tane genç çocuk ellerinde taşır yanında bir genç delikanlı elinde tenekeden honi ile bağırırdı. Bu akşam Sakarya sinemasında iki film birden “Gurbet Kuşları” ve “Mor defter” filmi Mor defter filminde Yılmaz Güney, Evrim fer, Gurbet Kuşlarında ise Tanju Gürsu, Filiz Akın, Cüneyt Arkın rol aldığı muhteşem filmlerdi. Standın başında oturuyor öğlece bakınıyordum. Otel Müdürü Meriç Bey yanıma gelmiş “Ömer bey dalmışsın dedi”Bende kendisine sorma müdürüm eski gümler eski yaşanmışlıklar geldi aklıma kendisine eski günleri anlattım. Bu günde buraları çok güzel belki ama eski günleri de unutmamak gerekiyor dedim. Sohbetimiz bitince Meriç Bey yanımdan ayrıldı ve ben gözyaşlarımı tutamadım. Hey gidi günler hey.Bu binada ne yaşanmışlıklar vardı.

YAŞANMIŞ ANILAR!

YAŞANMIŞ ANILAR!  Bir köy çocuğu olarak geldim dünyaya. Bir yılkı atı kıvamında büyüdük yetiştik, türlü badireleri geçerek. Bu zamana gelinc...