YAĞMUR

Bugün 21 Ocak Perşembe. Toprak ananın iliğine, yüreğine işleyen çok üçlü bir yağmur yağıyor. Zeytin ve limon ağaçlarının altında, eskimiş ve çürümüş bir zamanın sayfalarını aralayan insanlar; Umutla umutsuzluk arasında gidip gelen kaygılı genç yürekler...

Ellerimizi, bedenimizi ısıtacak güneşi ararken Alaçatı’nın sokaklarında; Alaçatı’ya yazılmış şarkıları, türküleri dinliyorum evimde. Evimin penceresinden yağan yağmuru izlerken hayaller kuruyorum. Son yıllarda küresel ısınma nedeniyle dünyamızın su sıkıntısı haberleri izlerken üzülmemek elimizde mi?Gökyüzü çivit rengini yitireli günler oldu. Kış mevsiminin gri tonlarında yaşıyoruz artık. Biraz uzak, biraz yakın zamanları hatırlıyor insan. Yenimecidiye, Tokoğlu ve Hacımemiş Mahalleleri’nin daracık sokaklarını, binaların bembeyaz duvarlarını, pencere kenarlarının çivit rengini, pencerelerinden sarkan dantel perdelerini, Kemalpaşa Caddesi boyunca yer yer duvar diplerinde yeşerip açan begonvilleri, sardunyaları...Yazın kalabalığı, yerini ıssızlığa bırakmış. Sokaklar sanki halinden memnun gibi! Yağmur bütün sokakları tertemiz yapmış, kaldırım taşları da adeta gülüyor gelip geçene, hallerinden pek memnun görünüyorlar.

Şöyle geriye bakıp insan kendini sorguluyor.Bu karışık duygular içinde yürüyorken birden kendimi Değirmen Dağı’nda buluyorum. Alaçatı silüetini binaların kızıl kiremit çatılarını, Liman Ovası’nı seyrediyorum buradan. Gözlerim beni limana götürüyor. Çok değil, yüz sene önce ne büyük yük gemilerini ağırlamış bu liman.Şimdilerde ise yerini Port Alaçatı’ya ve lüks yatlara bırakmış!Kimler geldi, kimler geçti! Ayşe Ablalar, Fatma Ablalar, Ali Ağabeyler, Hüseyin Amcalar, Yannisler, Malvinalar, Eleniler... İnsanlar hep gelip geçici. Acılarımızı, hüzünlerimizi hep beraber yaşamışız.

Alaçatı’yı seyrediyorum. Güzel bir Ocak ayının son günlerinde, yağmur hafif ıslatıyor! Hava soğuk ve yağmurlu, ilkyaz sabahlarını düşlüyorum, sonra güneşi!Deniz yosunları, sardunyalar, hanım elleri ve begonvilleri! Ardından, bir de çığlık kopuyor yüreğimden ve tüm benliğimi sarıyor! Bilmem kaç megaton şiddetinde! Sahi, sizlerde duyuyor musunuz?2020 yılını hiç sevmedik.Şu Corona Virüs hepimizi evlerimize hapsetti. Yaşamlarını kaybeden insanlarımız oldu. İzmir depremi tüm ülkemizi yasa boğdu. Ölenlerimize Allahtan rahmet diliyorum. Henüz şu lanet olası virüsü hayatlarımızdan çıkaramadık.Dikkati elden bırakmamak lazım. Bilim insanlarımızın söylemiş olduğu kurallara uyarsak 2021’de inşallah güzel günler göreceğiz...2021 yılı ülkemize sağlık,huzur, barış ve sevgi getirmesi dileğiyle. Hoşça ve sağlıkla kalın...



ANILAR BURAM BURAM!

1966 yılıydı. Alaçatı’da terzi çırağı olarak çalışıyordum. Ailem Germiyan Köyü’nde yaşıyordu. Ben Büyükannemle beraber Alaçatı’daki evimizde oturuyorduk. Ahmet Ağabeyim Germiyan dolmuşuyla gece sinemaya gelen yolcularla birlikte Alaçatı’ya geldi. Ağabeyim film izlemeye gitmemiş, benim yanıma uğramıştı. İki saati film bitene kadar oturduk, bol bol sohbet ettik. Sonunda giderken: “Ömer! Yarın ustandan bir hafta izin al. Köyde işlerimiz çok. Zeytin toplamaya bize yardım edersin.”Ben çok sevindim. Çocukluğumdan bu yana hem zeytin toplamasını ve zeytin ağacını severim.Ustam Erdoğan Erman’ın evi Çeşme’de idi.

Her gün Çeşme’den gidip gelirdi işyerine. Evini Alaçatı’ya taşımamıştı çünkü bütün ailesi Çeşme’deydi.O sabah dükkâna geldi. Çalışan arkadaşlara iş taksimini yapıyordu. Sıra bana gelmişti “Sen de bu üç tane pantolonu çat” deyince; “Ustam” dedim. “Akşam Ahmet ağabeyim dükkâna geldi köyde ailemizin işleri çokmuş ve sıkışıkmışlar bana ustandan bir hafta izin al dedi. Mümkün ise izin verebilirseniz Pazar günü beni bekliyorlar” dedim.  Ustam da “Tamam çocuğum. Olur tabi ki. Eğer izin vermezsek Ahmet Ağa’yı kızdırırız” dedi. Erdoğan Ustam Ağabeyimle beraber aynı zamanda asker arkadaşıydı.Ben Pazar günü büyük anneme: “Büyükanneciğim; Ben ustamdan izin aldım bugün. Germiyan Köyü’ne gidiyorum” dedim. Büyük annem bana sepete birşeyler koydu ve bir hafta giyeceğim elbiselerimi bir bohçaya doldurdu. Sepetimi aldım ve hastane önündeki garajda otobüse bindim. Merdivenli Kuyu’da indim. Ailemde Merdivenli Kuyu’da bulunan asıl adı (Karacahisar)  olan arazimizdeki zeytinleri topluyorlarmış.Soğuk bir kış günüydü. Annem beni bir aydır görmemişti. Beni görünce o kadar yüksek çığlık attı ki, ana sevgisiyle kucakladı. Annem ayrıldıktan sonra Alaçatı’dan haberler, hal hatırlar soruldu ve biraz daha sohbetten sonra, annem bana eski elbise getirdin mi? Diyerek “Büyük annem bir şeyler koydu sepete” dedim.  Annem: “Hadi o zaman değiştir üstünü gel!” dedi. Ben hemen tarla kenarında bulunan büyük bir pırnar çalısının arkasına geçip üzerimdeki kumaş pantolonumu çıkartıp eski bir “Çolaki” pantolonumla değiştirdim. Sonra yanlarına gidip bende yardım etmeye başladım.Hava o kadar soğuktu ki dişlerim bir birine vuruyordu. Annem tarla kenarlarında kuru dal parçaları toplayıp ateş yaktı zeytin toplamaktan ellerimiz buz tutmuştu. Elleri çok soğuyan ateşin yanına gidip kendini ateşin karşısında ısıtıyordu.Akşam olmak üzereydi dört keletir zeytin toplanmıştı. Keletirleri merkeplerimize yükledik, köy merkezine doğru yol aldık. Önce merkeplerimize yüklediğimizi zeytinleri yağ fabrikasına indirdik. Yağhanede her kişiye ait bir bölme vardı ve herkes topladığı zeytinlerini bu bölmeye dökerdi. Biz de öyle yaptık. Daha sonra evimize geldik. Annem ocağımızın ateşini yakmıştı bile. Akşamdan kalan kuru fasulye ve bakla yemeği vardı. Evimizin fırınında önceden pişmiş geniş dilimlerle önümüze konan yemeklerimizi bir güzel midemize indirdik.

 Yatsı ezanı okunmuştu. Kapı çalınmadan trap diye bir kadın girdi içeriye. “Ay çok üşüdüm Şahisteciğim! İyi bari, ateşiniz de yanıyormuş” dedi ve hemen ocağın tam karşısına oturdu. Ben yemekten sonra ocağın karşısına geçerim hayalleri kurarken, benim hayallerim suya düştü. Ben evimizin bir köşesinde battaniyeyi sırtıma aldım ve ısınmaya çalışıyordum. O yıllar köyde elektrik yoktu. Gaz lambasıyla aydınlanıyordu köy halkı. Bir gaz lambası odayı nasıl aydınlatır ki? O evde yaşayanlar sadece birbirlerinin sülietini görebilir. Ben bir ara Anneme sordum: “Bu bize gelen misafir kim? Diye. Annem tanımadın mı oğlum? Nuriye Teyzen. Babanın teyzesi” dedi. “Anneciğim tanıyamadım poşusuyla her tarafını sarmış nasıl tanıyayım ki?” dedim. Biz bu muhabbeti yaparken Nuriye Teyzem beni fark etti. Germiyan şivesiyle: “Bire bu bizim Ömer mi? Bire eşek kadar olmuş bu ya. Ömer gel bakem yanıma da görem seni” dedi. Oturduğum yerden kalktım, Nuriye Teyzemin yanına gittim. Öyle bir sardı ki, bir ara kemiklerimin acısını hissettim. O kadar samimi bir sevgi ile sarmıştı ki beni, uzun bir süre bırakmadı. Nuriye teyzem çocuklarından söz etmeye başladı. Üç çocuğunu genç yaşlarda kaybetmişti. Tek başına yaşıyordu. Konu daha sonra babama geldi ve babamın hatıralarını uzun süre anlattı. Annem ve evdekilerin gözyaşlarını izliyordum. Ben babamı görmemiştim. Sadece o anılarda bir şeyler anlamak istiyordum.

Kalın sağlıcakla…    

YAŞAM VE ÇOCUKLUĞUMUZA ÖZLEM!

Ne kadar garip ve zorluklar içerisinde olursa olsun, çocukluğumuzun, olgunluk çağımızda bizler için çok önemli bir yeri vardır. Ne zaman ki birileri çocukluğumuza ait bir hikâye anlatsa, içimiz ürperir, iç geçirir ve “Hey gidi günler heyyy…” deriz. Üstüne üstlük duygulanır ve ağlamaklı oluruz; çoğu zaman da ağlarız tabi ki…Gerçi çocukluğumuzu bin bir güçlüklerle geçirmiş olsak da, çocukluğumuzda çektiğimiz çilelerin, zorlukların ve sıkıntıların çokluğu; hatta nedenleri, ileriki yaşlarımızda bizlere, mutluluğumuza ve kalitemize şüphesiz katkı sağlamıştır. Her nedense, herkesin çocukluğu kendisine güzel ve zevkli gelir.

Artık çekilen zorluk ve sıkıntılar geride kalmıştır. Anlatılanlar, güzel bir anı olarak hafızalarda tazelendikçe ve hatırlandıkça, kaliteli yaşamımıza bir tuğla daha ekler.Her şeye rağmen yine de çok mutluyduk. Elektrik olmadığı için, elektrikle çalışan hiçbir oyuncağımız yoktu. Daha doğrusu oyuncağımız da pek yoktu. Eğer annemiz veya babamız büyükçe bir karpuz aldıysa, ancak 15 günde bir alınabilirdi, çünkü bizim tarlamıza ektiğimiz bostanlar ancak Temmuz ayının sonlarına doğru yetişirlerdi. kabuklarını ipe dizerek yaptığımız “devecikler” en önemli oyuncaklarımızdandı. İçlerine kum veya toprak doldurarak arka arkaya onları sürüklemek bizim için en eğlenceli zamanlardı. İpleri bitmiş ağaç makaraları ortasından keserek yaptığımız “şebekler”i, ellerimizle ustalıkla döndürüp yarıştırdığımızda kazanmanın sevincini yaşamak en büyük mutluluklarımızdandı. Dağlara ve ovalara otlatmaya gittiğimiz koyun ve keçilerimizin arkalarından akşam vakti dönerken, Alaçatı’ya gelirken, en güzelinden bir kayrak taş arar ve bulurduk “Binlik” oynamak için. Bu taşı Alaçatı Bucağına getirmek ve ederi kadar Binlikte takas etmek, çoban olmanın üstün yönleri idi. Çoban olarak elimizde iyi kötü bir çakı olurdu. Hem kendimizi korumak hem de değnek düzmek veya bir şeyler kesmek için… Gözlerim sürekli çalılık, isseler ve kesmelerin arasından veya subaşlarındaki hayıt dallarından en düzgününü yani en güzel değnek olabilecek olanlarını arardı. Burkumlu burkumlu değnekler yapar, Alaçatı’ya gelince heveslileriyle, kurşun bilye ve çam bilyeler karşılığı takas ederdik.Rahmetli anam, sabah ezanı okunurken beni uyandırır ve oğlaklarımızın kapalı olduğu damın kapısını açar onları anneleriyle buluştururduk. Keçi ve koyunumuzun sütünü sağıncaya kadar ben bir koşuda bakkal Mehmet Baysal’ın dükkânına gider kuruşluk büskivi alırdım.Onlar benim sabah kahvaltılarım idi. Gelin görün ki dağda içecek su olmadığından bisküvilerden sonraki içimin yanıklığı hala sürmektedir. Bazı Bazı günlerde Rahmetli Ahmet Ağabeyim ile beraber Telsiz Dağı’ndan çetir ve piren çalısı keserdik.Onları eşeklerimizle evimize taşır sonra da onları fırınımızda yakardık. O çalılarla ev ekmeğimizi annem fırında pişirirdi. BirBir gün eşeğimizin yükü çok ağır eşeğimiz zorla yükünü taşıyordu. Kır bekçiler (Tikuş) Mehmet Akkuş ile Bekçi Ahmet (Çoban)önümü kestiler. “Nereden kestin bu çalıları?” diye beni sorguya çektiler. Ben çok korkmuştum, o yıllar kır bekçilerinden Allah’tan korkar gibi korkuyorduk. BekçiBekçi amcaların üzerlerinde yeşil üniformalar, sırtlarında av tüfekleri, ellerinde bekçi düdükleri tam bir devlet gibi duruyorlardı karşımda. Onlar bana soru soruyor ben ise kaçamak cevaplar veriyordum. “Tarlamızın kıyısındaki çalıları kestik, tarlamıza zarar veren bitkilerdi bunlar.” dememe rağmen, onları bir türlü ikna edemiyordum. Sonra Tikuş Mehmet ve Ahmet Ağabey, benim çok korktuğumu herhalde anladılar ki “Hadi bakalım bu seferlik seni affedelim, bir daha dağlardan bu çalıları sökme.” dediler ve beni bıraktılar. Ben büyük bir sevinçle yoluma devam ettim ve evimize geldim. Çalıları indirdikten sonra da bir daha doğaya zarar vermemeye karar verdim.

 

Kalın sağlıcakla…

ANILAR

Sabah saat altı on beş annem yer yatağımın yanıma oturmuş “Ömer hadi oğlum uyan kalk”. “Hayvanlarımız açlıktan bağırıyorlar”. Ben uykulu gözlerimi zorla açarak, sıcak yatağımdan istemeyerek kalkıyorum. Giysilerimi giyip hazırlanıncaya kadar, annem evimizin alt katında bulunan mutfağımızda odun ateşinde tarhana çorbasını hazırlamış bile. Mutfağımızın ortasına tahta soframız hazırlanmış, tahta soframızın etrafına koyun pöstekisi veya koyunyününden yapılmış şilteler hazırlanmış, kahvaltımızı yapmak için oturuyoruz. Sofranın etrafında tahta kaşıklar, evimizin bahçesinde bulunan küçük taş fırınında annemin pişirdiği buğday ekmeği, toprak kâsenin içinde annemin taşla kırmış olduğu yeşil zeytin(çekişte), koyun ve keçi sütünden yapılmış kelle peyniri. Çocukluğumun veya gençliğin vermiş olduğu iştahla yapmış olduğum o güzel kahvaltıdan sonra bir güzel kendime geliyorum. Sabah kahvaltısını bitirdikten sonra aneminde yardımıyla hayvanlarımızı ahırdaki yaslalarında bağlı oldukları iplerini çözüyoruz. Hayvanlar özgür olduklarını hissederek sevinçle ahırdan çıkıyorlar. Annemin koyunyününde örmüş olduğu ceketimi, çolaki pantolonumu da giydikten sonra başıma poşumu bağlıyorum. Kalın saç matarama doldurulmuş içme suyum, Siyah gri desenli dokuma bezine öğlen yemek için köy ekmeği, peynir, tahin helvası, sarılmış kumanyayı da aldıktan sonra evimizden çıkıyorum. Hayvanlarımız önde ben onların arkasında elimde bir zeytin dalından yapılmış sopa. Sabah güneş doğmadan hayvanlarımızı salmana otlatmaya götürüyorum. Evimizin köşesini dönmeden ilk olarak Abdurrahman Keskin ağabeyin eşi Sevim abla, evinin kapısının önünde hayvanları ve beni izliyor. “Ömer hayvanları güzel otlat akşama bol süt versinler” diyerek telkinde bulunuyor. Belediye elektrik santralinin önünden geçerken Sadık baba ile Fevziye Hanım teyze, elektrik motorlarını susturmuşlar bahçede kedilerini besliyorlar. Sadık baba ve Fevziye Hanım teyzeyle selamlaşıyoruz. Sadık baba bana yüksek sesle “oğlum annene söyle akşama bize iki kilo süt ayırsın”. Bu gün halk pazarının kurulduğu başlangıç yolunun başından hurmalı caddesinde. İlkbaharın mis gibi bitki kokusunu koklayarak tap taze otları hayvanların karınlarını doyurmak için otladıklarını izlemek bambaşka bir Duygu idi.( Kestreli) Emin Güre amcanın da elinde bir sopa. Birkaç keçi, koyun ve binek, hayvanlarını da yedeğine almış mezarlığın yanında otlata otlata hurmalı caddesinde buluşuyoruz. Emin amcayla selamlaşıp kulüp baba’nın arkasında bulunan eski sahibi Rıza Baysal’ın köşe tarlanın duvarının dibinde kuytu bir yerde oturuyoruz. Emin amca bana eski günlerinden, Selanik’ten nasıl geldiklerini, ne zorluklar çektiklerini gözlerinden yaşlarla anlatırdı. “Ben çocuktum. Altı yedi yaşlarında, savaş yıllarıydı Yunanlılar köyümüzü yakmışlardı. Komşularımızla birlikte yangında ve düşmandan canımızı kurtarmak için kaçmaya çalışıyorduk. Ben annem ve babamı göremeyince  geriye döndüm yolda Yunan askeri benim yolumu kesti Yunan askeri bana sen nereye gidiyorsun böyle bakayım.? Dedi bende Annemle Babamı kaybettim onları bulmaya gidiyorum dedim. Dön çabuk geriye görmüyor musun bütün köy yanıyor yürü çabuk canını kurtarmaya bak.” Ben çok korktum geriye döndüm oradaki komşularımızın peşine takıldım Türkiye’ye gelmişiz. Bende kendisini bir güzel dinlerdim. Biz Emin Güre amca ile sohbet ederken yanımızdan Ayhan Tezcan eşeğine keletirleri sarmış selam vererek Eşeğin yularını bırakarak hayvan sınırda yemyeşil otlara saldırıyor. Bizde Ayhan Ağabey ile ayaküstü konuşuyoruz.  “Mezarlığın yanında iki dönüm bir tarlam var. Abil ağanın oğlu Yahya Akalp beygirinle çift sürmeye gelecek bende yanında bulunayım dedi”. Kendisine Ayhan ağabey dükkânı ne yaptın dedim? “dükkânı kapattım Ömer.” Dükkânın kapısına bir tane uzun bir sopa koydun mu dükkân kapalı oluyordu. Dükkânların kapıları açık bütün malları dışarıda sergilenmiş vaziyette bırakılır. Dükkâna kimse girmezdi! Ayhan ağabey de öğle yapmıştı. Ayhan ağabeyin sesi çok güzeldi. Ayhan ağabeyle bir araya geldiğimiz zaman ya şarkı söylerdik yâda mevlit okurduk. O günde hal hatır sorulduktan sonra şarkı söylemeye başladık. Sözleri Mustafa Nafiz Irmak( Camlıbel)e ait olan “Kanaryam güzel kuşum/Ben sana vurulmuşum/Seni çok sevdiğimi/Anlatıyor duruşum/Hüzünlü bakma öğle, benim şarkımı söyle.” bu güzel dörtlüyü İkimiz çok güzel okuduk. Ayhan ağabey Yıllarca Camilerimizde fahri olarak Ezan okur, müezzinlik yapardı. Cenazelerimizde her zaman dua okurdu. Çok gür ve davudi bir sesi vardı. Rahmetli Faik hocanın talebesiydi Ayhan ağabey. Bende gençlik yıllarımda Faik hocamdan ders almıştım. Ayhan Ağabeyle beraber Ramazan ayında teravi namazlarında müezzinlik yapardık. Ayhan ağabey iyi bir Atatürk’cüydü. Bir dönem Belediye meclisi üyeliği yaptı.Ayhan ağabeyle sohbetimize ara verip yanımızdan ayrıldı ve tarlasının sürdürdükten sonra tekrar dükkanına gitti.Biz Emin Güre Amca ile hem hayvanlarımızı otlattık hem sohbetimize devam ettik.Bu dünyadan göç eden bu değerli iki İnsanı rahmetle anıyorum ruhları şad olsun. Akşam olmasına yakın hayvanlarımızın karnı doyunca. Hurmalıktan, Aslan Akalın'ın tarlasının kıyısından, Şehitler caddesinde sıraya dikilmiş dut ağaçlarının içinden tekrar evimize geldik.

Kalın sağlıcakla…  

GÜLE GÜLE 2020

31 Aralık gecesi saat 00.00 olduğunda Tüm dünyada on dan geriye doğru başlanır sayılmaya. Son “1” kala havai fişekler gökyüzüne gönderilir. Bir yıl daha bitmiştir ve yeni bir yıla girilirken havai fişekler gökyüzünü rengârenk aydınlattığı sırada insanlar da evlerinde bir birine sarılırlar. Herkes yeni yılın ailesine, ülkesine, dost ve akrabalarına iyi geçmesi dileklerinde bulunur.Bu yıl o coşkulu kutlamalar olmadı. Hiç kimse birbirileriyle sarılamadı. Yaklaşık bir yıldır zor günlerden geçiyoruz. Memurlar, esnaflar, mekân işletmecileri, emekliler, işçiler, hepsi mağdur ve mutlu değiller. Herkesin yüzünde maskesi, cebinde kolonyası ile dolaştı. Alışverişlerinden sonra kasalarda para veya kredi kartı ile ödeme yapıldıktan hemen sonra kolonyasına sarılıp kendini dezenfekte etmeye çalıştı. Alışveriş yapmış olan insanlar da torbalarını, eşyalarını, evin dışında bırakıp birkaç saat sonra ancak evinin içine almaya özen gösterdiler.

Altmış sekiz yaşımdayım Başka zor zamanlardan da geçtik ama bu geçtiğimiz yıl kadar kadar kötü bir yıl yaşamadım. 2021 yılından da çok umutlu değim açıkçası. Her şey ateş pahası oldu. Asgari ücretliler almış oldukları maaşlarıyla nasıl geçinsin? Esnaf mekânlarını açamazken geçimini nasıl sağlasın. Aralık ayının sonunda asgari ücretlilere zam yapabilmek için iktidar partisi haftalarca müzakere edip vermiş oldukları zammı televizyon kanallarında (sanki çok zam yapılmış gibi) koltuklarından gerinerek açıkladılar. Yılbaşı gecesi geç saatlerinde hükümetin açıklamış olduğu zamlar yeni yılın ilk gününde tüm halkı perişan etti.Nasıl bir ülkede yaşıyoruz Allah aşkına? Her yıl, yılın ilk sabahı televizyonlarda şarkılar türküler dinlerken zam haberleri reva mıdır? Tam yeni bir yıla başlangıç yaparken moral mi bırakır insanda?Çiftçiler tarlalarını sürdüğü traktörlerini devlet bankaları bile haciz eder durumda ki ediliyor. Nerede bulalım Rahmetli Bülent Ecevit’i? “Toprak ekenin su kullananın” sözünü? Köy Kent Projesi bu ülkede uygulansaydı üretici bu günlere düşer miydi?Çeşme’nin anasonu, tütünü, kavunu dünyaca ünlüydü. Ziraat işi yapanlara önceki hükümetler kota koymuşlardı. Belli bir kiloya kadar üretebilirsiniz demişlerdi. Bugünkü hükümet de KİT’leri satınca üreticiyi özel sektörün eline bıraktı. Özel sektör desen tek derdi para kazanmak. Bu memlekettin taşı toprağı altın. Bu güzelim vatanın topraklarına insan eksen insan yetişir. Devlet; üreticinin yanında olmalı, üreticiyi desteklemeli.Yeter artık bu dünyamıza ve ülkemize musallat olan şu Corona virüsünden!Hele şu altmış beş yaş üstü kısıtlamaları da kaldırılsın. Yalnız altmış beş yaş üstü insanlar ölmüyor. Geleceğimiz olan gençlerimizi de bu virüsten kaybediyoruz.2021’in Covid’siz ve yasakların olmadığı bir yıl olmasını umuyor, nice mutlu yıllar diliyorum.

 Sağlıkla kalın.

YAŞANMIŞ ANILAR!

YAŞANMIŞ ANILAR!  Bir köy çocuğu olarak geldim dünyaya. Bir yılkı atı kıvamında büyüdük yetiştik, türlü badireleri geçerek. Bu zamana gelinc...