ALAÇAT’IM MUTFAĞIYLA DA ÖZELDİR!

Çocukluğumu, yaşadığım onca acı yokluk ve yoksulluğa rağmen hiç kimseyle, hele bu günkü varlıklı ama sanal, görkemli ama yapay yaşamlara asla değişmem! Bizim çocukluğumuzda da ilkokullar şimdi olduğu gibi tam gündü. Sabah okula gider öğlene kadar üç ders yapar, öğlen yemeği için evlere çıkardık. Yemekten sonra dönüp iki ders daha yapardık.Soğuk kış günleri, öğle teneffüsünü adeta iple çekerdim. Zira soğukta daha çok acıkılırdık, bunu aile büyüklerimiz de biliyor ve yaşamış olacaklar ki, tok tutup, enerji verecek yemekler yaparlardı bize kışın.

Okula yeni başladığım seneydi. Bir gün yine öğle teneffüsüne çıktık. Okulumla evimiz arası yaklaşık yüz metrelik mesafeyi, koşarak kat edip eve ulaştım. Acıkmış ve üşümüştüm. Her zaman yaptığım gibi açılır kapı kanadının tokmağını çevirip, avluya attım kendimi. (Evimizin cümle kapısı çift kanatlı idi, ama biz çoğunlukla birini kullanırdık. Kapının ikinci kanadını, hayvanlarımızın yükleriyle beraber avluya girmesi gerektiği zaman açardık.)  Birden bahçedeki fırınımızın alevlerini dışarı taşıra taşıra büyük bir hararetle yanmakta olduğunu gördüm. Fırın içinde piren çalıları, alevler arasından bir görünüp bir kayboluyorlar ama ateşi harlayıp, çatırdayarak yanıyorlardı. Sevinç içinde, evden içeriye daldım. Fırın bizim için yakılmıştı, en azından börek vardı öğlen mönüsünde!

Evimizin volta (solon) denilen yerinde annem, büyük annem, Nedime yengem ve teyzemin; ivecen bir telaş içinde bir şeyler yaptığını gördüm. Yaklaşınca bir hamur teknesi etrafında kimini el değirmeniyle buğday öğütür, kimini hamur karar, kimini yaslağaç (hamur tahtası) üstünde yumak yapıp yufka açar, kimini de hamurları küçük parçacıklara bölüp, nane şekeri büyüklüğünde yumakçıklar haline getirip, ovalarken buldum!İçimdeki sevinç bir kat daha arttı. Birden üşümem geçti, açlığımı unuttum. Çünkü annemler bize “lokum pilavı”  ve börek yapacak bizde kemal-i afiyetle yiyecektik. Annem yanında bulunan bir tepsiye açmakta olduğu yufkaları birer birer seriyor, her yufkanın üzerine de daha önce hazırladığı, ısırgan otu, taze soğan, dereotu, maydanoz, zeytinyağı, yoğurt ve yumurta karışımı börek harcını yayıyordu. Börek yazma işi tamamlandığında, elinde tepsiyle kapıya yöneldi, bende ardından! Bahçedeki köy fırınına gidiyordu. Elindeki tepsiyi fırının yanındaki kuyu taşına koydu. Duvara dayalı uzun saplı ateş küreğini aldı, yanıp kor haline gelmiş kömürleri fırının sağ iç duvarı tarafına toplayıp, fırın süpürgesi ile kalan kor ve külleri de zeminden aynı yöne süpürdü. Temizlediği bu alana da börek tepsisini fırın küreği yardımıyla sürüp, fırının ağzını kapattı. Akşam ki yemeğimiz de belli olmuştu, evin hanımları “lokum pilavı” için harıl harıl hamur döküyorlardı!

Yemekleri düşündükçe sabırsızlığım artmış, pişmekte olan böreğin kokusuyla da açlığım iyice kabarmağa başlamıştı.  O esnada diğer kardeşlerimde sokak kapısında göründüler. Hepimizin çok acıktığını sezinleyen annem, gelin çocuklar börek pişinceye kadar gidip sizinle ayran yapıp, sofrayı kuralım demişti. O yarım saatlik süre bana öyle uzun gelmişti ki! Anımsadıkça boğazım düğümlenir, gözlerim nemlenir, böreğin kokusuyla biri birine karışan anamın kokusunu her defasında yeniden duyar, özler hüzünlenirim!Zeytin odunu ve piren çalısı ile kızdırılmış bahçe fırını çevresinde geçen o çocukluk günlerimde annem bize biri birinden lezzetli ve güzel o kadar çeşitli yemekler yapardı ki, hangi birini anlatayım! Çalkama,  otlu börek, keşkek, tarhana, el değirmeninde çekilen bulgurdan kısır, kuzu etli şevketi bostan, kaçamak, mısır unu ve tereyağıyla yapılan ısırgan otu çorbası, şekeriçi, koyun sütü sakız ve karanfille yapılan sütlü bulgur ve daha niceleri!Evimizin bahçesinde de mevsimine göre ne ararsan bulunurdu.  Annem; her mevsim bahçeye muhakkak bir şeyler ekip yetiştirirdi. Bahçeden topladığımız, bakla yapraklarının filizleri yeşil soğan ve marullarımızdan yaptığımız, bol zeytinyağlı salatanın lezzetine ise doyum olmazdı.Salatanın, çalkamanın, yanında hamur teknesinde kalan “tekne dibi” diye tabir edilen artık hamurdan, hamur içinde pişirilen çiğ yumurtalı ekmeğin “kuça” tadı ise hâlâ damağımda!.

Kalın sağlıcakla

 

                                                                          

ALAÇATI’DA TATİL

Sessizliği dinlemek mümkün mü? Karmaşık tüm seslerin kısıldığını, hatta çıt çıkmadığını ortalıkta farz etsek... Sadece izin verdiğimiz sesleri duyabildiğimiz, kendimize doğru çıktığımız yolculuğun tarifi benimki. Konuşmaya bile mecalin kalmadığı zamanlarda tüm iç seslerimizi yanımıza alıp tekrar tekrar yaşayabilmek için zamanı, toplamak tüm pozitif yanlarımızı yanı başımıza. Dinlenmek ama üzerini örtmek için değil. Geride bırakmak için kaçtıklarımızın ebediyen ağırlık veren tüm düşünceleri...Alaçatı’da kumsalın doğal tonlarına adımların izini bırakmak, o izleri de alan dalgaya bakıp imrenmek hiçbir şeyi kalıcı kılmıyor kendinde diye. Dalga seslerine karışan güneş ışığına tüm sıcaklığına rağmen kucak açmak ona da imrenmek, kendini olduğu gibi gösterip kabullendiriyor diye.Tek tasanın mana yüklenen tasvirler olduğunu düşünüp, turkuaz denize bırakmak kendini. Usul usul serinliğini güneşe inat hissetmek. Dalgaların kumsalla buluştuğu yerde iki maviliğin buluştuğu çizgiye bakmak, uzun uzun seyretmek, olabildiğince uzanan büyülü görüntüyü. Bir yandan dalga sesi,bir yandan rüzgarın ufak dokunuşları ile uzaklaşmak kalabalıklardan…Gözlerin gördüğü maviyi ancak yeşile emanet edebilmek. Gökyüzü kurşuni renklere dokunacak iken yeşilin dinlendiren musikisini takip edip, mest olmak sakinliğin resminde.Yürüdükçe dinlenmek, dinlendikçe kendini bulmak ruhun neşesinde. Kitabını alıp gecenin siyahında, denizin koyuluğunda yıldızlardan ışık çalıp satırlar ile yolculuğuna devam etmek. Biraz sessizliği bölen dalga sesi, biraz da ruhu ziyaret eden düşünceler, çok da kalamazlar bu huzura karşı, uzaklaşırlar karalığın arasında.Sevdiklerinin gözbebeğinde keyfin ve mutluluğun yansımasını görürsün. Gözlerine yansır ışıltılar, sohbetler. Alaçatı’nın pırıltılı doğasına karışır çay kaşıklarının bestesi eşliğinde. Alaçatı’nın doğasından yudumlarsın yüreğinin bahçesine ilham olsun diye. İçinde de çiçekler açar, ellerinde çiçek buketlerinin arasında kaybolur. Pembe, mor, beyaz çiçekler maviliğin arasından salınır güzelliğini bilerek.

En güzel anlarımızı kalıcı kılmak için mutluluğun bir görüntüsünü makinemin hafızasına kaydederim. Yanımda güzel zamanların hatıralarını taşımayı severim. Bazen kendini şımartmak gerekir elbette sevdiklerinle. Bir de memleketimin eşsiz güzelliğinden nasiplenmek, Alaçatı’nın  her köşesi inci diyarlarında ruhu kendine emanet etmek.En sevdiğim yiyecekleri taşıdığım sepete bir not defteri yerleştirmek, bir de kalemi doğanın kalıcı mürekkebine bandırmak. Arkamda yeşilin tonları, önümde turkuaz berrak deniz, elimde kalemim; yazarım. Kaleme nankörlük yapmamak lazım, mutsuzluktan beslenmemeli yazılar, mutluluğunda dilini yansıtmalı kum karışan kâğıda.Sonra adettendir kumlara isim yazmak, denize de taş sektirirsin, deniz kabukları toplarsın. Mutluluğun tarifsiz varlığını içine hapsedersin...Alaçatı’yı selamlıyorum her yıl, bu süreçte satırlarımın susması tarif etmeye çalıştığımız tatil yolculuğuna çıkmamızdan ötürü. Her daim ruhumuzdaki güzelliğin daimi olması dileğimle...

Kalın sağlıcakla….

 

RAMAZAN AYININ SON GÜNÜ

Bugün 12 Mayıs Çarşamba. Saat yirmi on. Sığınma limanım dediğim çalışma odamda kitabımı okuyordum. Gün kendini yavaş yavaş geceye bırakıyordu. Gri renkteki bulutlar turuncu rengine bürünmüştü. Kitabımın kapağını kapatıp evimin balkonuna çıktım. Balkondaki sandalyeye oturup, güneşin kaybolmasını izledim. Sandalyede iyice gerilmiş, kollarımı başımın arkasına bağlayıp sessizce düşünmeye başladım. Çocukluğumdan beridir her bayram öncesi arefe ve Bayramın ilk günü hava hep kapalı olur. Bilhassa Kurban Bayram’ı büyüklerimden hep dinlemişimdir “Kurban kanları temizlensin diye Allah yağmur yağdırır” derlerdi. Yaşamımda buna çok kez de şahit olmuşumdur az da olsa yağmur yağardı. Yazıma başlarken Ramazan ayının son iftar topu atıldı ve oruç tutanlar son oruçlarını açmış oldular. Oruç tutan kardeşlerimizin oruçları kabul olsun. İnsanlar teravih namazlarını bu yıl evlerinde kıldılar. Çocukluğumda ve gençliğimde teravih namazlarına hep gittim ve çok huzur bulurdum. Cemaatle namaz kılmanın daha keyifli olduğunu bilirim. Gençlik yıllarımda Alaçatı’da iki tane cami vardı. Bazı akşamlar arkadaşlarımızla birlikte ayrı camide namaz kılardık. Namazdan sonra kahveye gider birlikte sohbetler ederdik. Son gece teravih namazı yerine sadece yatsı namazı kılınır ve ertesi gün Bayram namazını hangi camide kılalım diye konuşurduk.

Bayram namazından sonra arkadaşlarımla birlikte Mezarlığa ölmüşlerimizi ziyaret eder, birer dua okurduk. Sonra herkes evine gider ve çok sevinçli bir bayram yaşardık. Geçen yıl ve bu yıl artık bayramların bir tadı kalmadı bu güzel yaşamların yaşanmamasına sebep olan corona virüsüne lanet olsun demekten başka bir söz gelmiyor içimden. Bu Ramazan Bayramı’nda evde karantinadayız. Annem’in Büyükannemin, dayılarım amcalarım benden önce acele edip giden dostlarımın kabirlerine gidip dualarımı okuyamayacağım mezarının toprağını ellerimle okşayamayacağım. Gözlerim yaşlar içinde sandalyemden kalktım hava kararmıştı sokak lambaları yanıyordu yine gece olmuştu çok duygulanmıştım. Bayram sabahları aileden gelen bir geleneğimiz var. Bu geleneği eşimle her bayram uyguluyoruz. Yarın kahvaltı menümüz Büryan yani etli pilav.

Ramazan bayramınız kutlu olsun. Biz yine Corona virüsünü Allaha bırakmayalım ve sosyal mesafemize dikkat edelim. Doktorların dediğini uygulayalım. Kalın sağlıcakla.

 

ALAÇATI YAŞAMAK 2

1964 yılında ilkokulu bitirince terzi çıraklığı ile hayata atıldım. 26 sene beldemizde terzilik yaptım. 1982 yılında Alaçatı 4500 nüfuslu küçük bir kasabaydı. Dükkânım da camiye yakın olduğu için vakit namazlarını camide kılıyordum. O tarihte Camideki imamın tayini çıkınca, müftülük imam tayin etmekte sıkıntı yaşadı. O zamanın Çeşme Müftüsü dükkânıma gelerek, yeni imam gelinceye kadar cami cemaatine namaz kıldırmamı istedi. Zira bu konuda çocukken bir eğitim almıştım. Ayrıca cenaze yıkamayı ve mevlit okumayı da bilirdim. Bu nedenle Müftü Bey beni Alaçatı Pazaryeri cami imamlığı ile görevlendirdi. Ben de 2 ay fahrî olarak bu görevi yürüttüm. Yeni imam görevine başlayınca da emaneti kendisine devrettim. Bütün bu ve benzer hayır işlerini hep severek yapmışımdır. 1990 yılında Alaçatı Belediyesi meclis üyeliğine seçildim. İlk meclis toplantısında da arkadaşlarım beni belediye başkan vekilliğine uygun gördüler. 2 yıl belediye başkan vekilliği, 5 yılda meclis üyesi olarak Alaçatı ya hizmet ettim. Belediye başkan vekilliği görevim sırasında Alaçatı da okula giden öğrenciler ders kitapları ve kırtasiye bulmakta sıkıntı yaşıyorlardı. Bunun üzerine bir gün ben terzi dükkânımda kalfa olarak çalışan arkadaşıma “dostum bu terzi dükkânını devrediyorum bana bunun parasını çalış öde dedim. “ Ben Alaçatı ya bir Kitabevi ve kırtasiye dükkânı açmak istiyorum diyerek arkadaşıma dükkânımı teslim ettim. Bu kararımı verdiğim gün, okulların 1990–1991 eğitim-öğretim yılına başlamasına bir ay gibi kısa bir zaman vardı. Bir marangoz arkadaşım dükkânın raflarını 1 hafta gibi kısa bir zaman da yapıp, sezona yetiştirdi. O yıldan itibaren çocuklar kitap ve kırtasiye ihtiyaçlarını benden temin etmeye başladılar. Hem Kitabevi çalıştırıyor, hem de meclis üyeliğine devam ediyordum. Bu arada, Alaçatı’nın eğitimine ve kültürel gelişimine, hem bir işletme sahibi, hem de belediye meclis üyesi olarak nasıl katkıda bulunurum diye düşünüyordum. Neden Alaçatı da imza günleri düzenlenmesin deyip, ben de Alaçatı’da imza günleri düzenlemeyi düşünmeye başladım. İlk imza günümüze İzmir’li Çocuk kitapları yazarı Mevlüt Kaplan‘ı getirdim. Yeni yapılan Alaçatı kültür merkezinde yazarımız ile hem imza günü yaptık hem de söyleşi. Yazarımıza Alaçatılı ilköğretim okulu öğrencilerinin 2 sorduğu sorular ve O’nun çocuklara verdiği cevaplar, beni çok heyecanlandırıp umutlandırdı. 5 Temmuz 1995 yılında ünlü yazarlarımızdan Aziz Nesin’i imza ve söyleşi yapmak için Alaçatı ya davet ettim. Aziz Nesin 5 Temmuz 1995 yılında Alaçatı da okurları ile buluştu. Ve çok yorgun olmasına rağmen 200 adet kitap imzaladı. Ama ne talihsizlik ki, Aziz Nesin imza töreninden sonra misafir kaldığı otelde geçirmiş olduğu kalp krizi sebebi ile rahatsızlanarak hayatını kaybetti. Bu vesile ile biz de her yıl Dost Kitabevi olarak, Aziz Nesin i anıyoruz. Aziz Nesin’i pek çok ünlü yazar ve konuk ile andık. Ayrıca yaz aylarında düzenlediğimiz imza günlerinde Gülten Dayıoğlu, Muzaffer İzgü, Hüseyin Yurttaş, Selim İleri, Hıcal Uluç, Tuna Kiremitçi, Zeynep Oral, Uğur Dündar, Ali Poyrazoğlu, Ayşe Kulin, Nihal Yeğinobalı, İpek Çalışlar Elif Şafak, Nermin Bezmen, Ender Saraç, Salim Kadıbeşigil gibi ünlü yazarlarımızı Alaçatı’lı kitap okurları ile buluşturmayı başardık. Hali hazırda kitap ve kırtasiye işlerimize devam etmekteyiz.Kalın sağlıcakla...

15.05.2010 "Alaçatım" Gazetesi'nde yayımlanan yazım


NEREDE O ESKİ BAYRAMLAR?

29 Nisan - 17 Mayıs arasında Corona Virüsün yayılma hızını yavaşlatmak adına tam kapanma yaşıyoruz. Ramazan Ayını ve Ramazan Bayramı’nı sevdiklerimiz ve yakınlarımızla coşkulu bir şekilde kutlayamıyoruz. Bu yazımı da günlerdir sokağa çıkamadığım evimden yazıyorum. Evde oturmak, kimseyle görüşememek ne kadar da zor!Çalışma odamda Orhan Pamuk’un son kitabı Veba Geceleri’ni okurken çocukluk yıllarım ve çocukluğumda yaşadığım bayramlar geldi aklıma. Eskiden bayramlar coşkulu yaşanırdı. Günler öncesinden büyük temizlikler yapılır, evler boyanır, badanalanırdı. Çocuklara kıyafetler alınır ama bayram sabahına kadar kesinlikle giydirilmezdi. Bayram sabahları çocuklar erkenden kalkar, en güzel ve yeni kıyafetlerini giyinirdi.  Sabah erkenden kalkılır, bayram namazı kılınırdı. Namaz sonrası ilk iş olarak mezarlıklara gidilir ve kaybettiğimiz büyüklerimizin bayramını kutlar ardından dualar edilir, sonra aile büyükleri ziyaret edilirdi. Önce büyüklerimizin elleri öpülür, bayramları kutlanırdı. Büyükler de çocuklara harçlık verirdi. Büyüklerimizin bayramını kutladıktan sonra evlerimizde kahvaltıdan sonra aile ve komşular ziyaret edilir, bayramlaşma ziyaretleri başlardı.

Mahalledeki çocuklarla bir araya gelir, komşulara bayram tebriğine giderdik. Her gittiğimiz komşu bize güzel desenli mendil içinde muhakkak para,şeker,lokum, verirdi. O yıllarda da mendilin içinde bulunan en yüksek para bir liraydı. Ahmet Ağabeyim bana boncuklu bozuk para cüzdanı hediye etmişti. Cüzdanımda benim adım soyadım yazılıydı. Cüzdanım dolana kadar her akrabamın bayramını kutlamak için çaba sarf ederdim. Rahmet Ahmet ağabeyimin bana hediye ettiği boncuklardan yapılmış bu para cüzdanımı 1958 yılından bugüne kadar saklıyorum.Bayramlar sevdiklerimizle bir araya geldiğimiz, birlik beraberlik içinde olduğumuz zamanlardı. Bayramda tatil yerlerine gidilmezdi. Yaşlı aile büyüklerimizle geçireceğimiz kaç günümüz var ki bu hayatta? Hele ki benim gibi anneanne ve annem ile beraber geçirdim o güzel günleri unutamayanlardansanız… Yaşamlarını yitirdiyseler çok daha önemli oluyor geçirdiğiniz vakitler. Maalesef dünyada yaşanan şu corona virüsü hayatımızı allak bullak etti. Bu yıl Ramazan Bayramı ve Resmii Bayramları doyasıya yaşayamadık. Büyüklerimize sarılamadık, ellerini öpemedik. Törenlerimizde Atamız’a gidip saygı duruşumuzu yapamadık. Kaybettiklerimizin mezarına gidip bir Fatiha duası okuyamadık. Bu bayramında cep telefonlarımızdan büyüklerimizi, sevdiklerimizi telefonla arayıp tebrik edebildik sadece. 18 gündür evde karantinadayız. İyi ki cep telefonlarından görüntülü arama var da bir birimizin yüzünü görebildik. Önce sağlık diyoruz tabii ki. İnşallah bu kötü günler çok çabuk geçer de normal hayatımıza döneriz. 

Ramazan Bayramınız Kutlu Olsun…

Çeşme Life dergisinde  Mayıs ayında yayımlanan yazım

20.5.2021

HIDIRELLEZ

 HIDIRELLEZ


6 Mayıs, Hıdrellez bereket, bolluk, sağlık, talih, kısmet, şifa, uğur ve mutluluk gibi sayısız dileklerin kimilerine göre kabul edildiği gündür.Hızır ve İlyas peygamberler her yıl 5 Mayıs’ı 6 Mayıs’a bağlayan gece buluşup doğaya can vermek üzere sözleşmişler. Onlar tüm gece boyunca gezerlermiş.

Gül ağaçlarına asılan veya suya bırakılan dilekleri toplarlar. Eğer sizin de dilekleriniz bulunursa bugün yerine gelir.

Büyüklerimizden dinlediklerimize göre kalbi temiz, Allah’a inanan insanlara yardım eder. Uğradığı yerlere bolluk, bereket, zenginlik sunar.Dertlilere derman, hastalara şifa verir. Bitkilerin yeşermesini, hayvanların üremesini, insanların kuvvetlenmesini sağlar. İnsanların şanslarının açılmasına yardım eder.

Uğur ve kısmet sembolüdür.Hıdrellez kutlamaları genel olarak yeşillik, ağaçlık alanlarda, su kenarlarında, olur. Hıdrellezde baharın taze bitkilerini ve taze kuzu eti ya da kuzu ciğeri yeme adeti vardır. Baharın ilk kuzusu yenildiği zaman sağlık ve şifa bulunacağına inanılır. Bugünde kırlardan çiçek veya ot toplayıp onları kaynattıktan sonra suyu içilirse bütün hastalıklara iyi geleceğine, inanan insanlarımız vardır.

5 Mayıs akşamı Hıdrellez gecesi Hızır’ın uğradığı yerlere ve dokunduğu şeylere, yiyecek kaplarının açık bırakıldığı, Hızır’ın kendilerine yardım edeceğine inanırlar. Aynı zamanda dileklerini kırmızı kurdeleye bağlayıp gül ağacına asarlar. Bir yıl boyunca dileklerinin yerine gelmesini beklerler. Bazı kimseler de ateş yakıp, dilek dilerler. Ondan sonra yaktıkları ateşin üstünden atlarlar.

6 Mayıs günü annem Hızır ve İlyas’tan bahsederdi. Elimden tutmuş, deniz kenarında herkesle beraber yürürken, pek anlamazdım o zamanlar, ama bayılırdım.

Bir “ritüel” gibi sanki birazdan hepimiz doğaya karışacakmışız, aynı hedefe gidecekmişiz gibi gelirdi bana. Denizden döndükten sonra herkes yollara düşmüş, herkesin kollara takılmış, içinde börekler, ekmekler, peynir, zeytinlerle dolu sepetler. Çam kuyu tepesine, kimi değirmen dağına, kimi balan baka tepesine çıkılırdı. Yemyeşil bir bitki örtüsü sarı, beyaz papatyalar, Kırmızı laleler.


Ekinler diz boyu olmuş, verim verme zamanları gelmiş yemyeşil sanki bir resim tablosu gibi. Sakızlar bahçesi olan alanda, halk sakız ağaçlarının gölgesinde oturup evlerden getirilen yiyecekler, toprağın üzerine serilmiş sofra bezinin üzerinde yenir.

Yüzlerce kadınlı, erkekli, çoluk çocuk herkes bir birini tanır. Herkesin yüzünde tebessüm. Yanlarından geçen aileler bir birlerine laf atıp hatır sormadan geçilmezdi.Yemekler yendikten sonra bütün komşular bir araya gelip eğlenmeye başlarlardı. Genç kızlar ve delikanlılar doğada rahmetli Foto Seyfi’de poz vermek için sıraya girerlerdi. Toplu aile fotoğrafları çektirilirdi.Nasıl huzur ve mutlulukla yapardık her sene hıdrellezleri anlatamam.

Her hıdrellezde aklıma gelir, hiç unutamam o sabahlardaki yakaladığım huzuru, hiçbir yerde de yakalayamam :)

Kalın sağlıcakla…


6 Mayıs 2017 yılında yazdığım köşe yazım

ESKİ GÜNLER

Eskiden! Eskiyen her şey gibi, yitip giden zaman kavramı... Değişen şeyler, unutulup gidenler, solanlar, yeşerenler belki de... Ne haber? Ne var ne yok? İle başlayan sohbetlerin ardından gelen satır başı cümleler. Eskiden ile başlayıp o anda bile biraz daha eskiyen…Mahalle bakkallarımız vardı. Veresiye aldığımız çizgili 3 ortalı deftere işlenen isimlerimiz. Hesap makinesi ile toplanan alışverişlerimizin toplam telaşlarına eklenen. “Sen yaz Fevzi Efendi” “Ocakta yemeğim var. Yemeğe yetişeceğim” deyişlerimizi.Açık hava sinemalarımız bilet kuyruğunda kavgalarımız boş sandalye kapmacaları arasında macuncularımız vardı. Eskiden renklerinde çocukluğumuzu bıraktığımız. Doğrularımız vardı yalanlarımızdan çok olan mesela… Ezan okuyan, Kur’an öğreten Faik Hoca. İskeçeli hafız gibi İmamlarımız vardı. Bu güzel din adamlarının yetiştirdiği, çok güzel sesli olan müezzinler yetişmişlerdi. 

Ezanı okudukları zaman en güzel makama taş çıkartan… Sokak ortası sohbetlerimiz ya da uluorta çekiştirilmeden oradan buradan konuşulan, yalandan riyadan uzak… Zamanında dostlarımız vardı; üç kuruşa satılmayan, trilyon versen alınamayan!Belki siyah beyazdı ekranlar ama içini ısıtırdı grinin tonu olan renkler. Sıcak salep diye sabahın çok erken saatlerinde gür sesinle bağıran Cemal Can Amca, Alaçatı meydanında içini ısıtan sıcak salebinin başına toplanırdı ahali…Soba üzerine konan mandalinaların kokusu buram buram odaya yayılırdı. Kalabalık kurulan sofralar vardı. Eskiden büyükler başlamadan, başlanmayan yemekler ve yemek bitmeden kalkılmayan sofralar vardı…Bir tek TRT Radyosu vardı. Arkası yarınlar; en güzel, en heyecanlı yerinde kalan. Alın terleri vardı, alnının ortasından süzülüp yere damlayan. Eskiciler vardı ceket verip mandal alınan. Zamanı vakti har vurup harman savurduğumuz günler. Saklambaçlarımız, körebelerimiz vardı. Yakar toplarımız, tel direksiyonlu dört tekerlekli arabalarımız vardı…Misketlerimiz vardı rengârenk, irili ufaklı hep en güzeli bizimki olan. Filelerimiz vardı çarşıya pazara çıkılan, kese kâğıtlarımız. Ne alırsan al içine koyulup taşınan. Her mekâna girerken de çıkarken de selamlarımız vardı kullanılan. Çay ocaklarımız vardı karbonatlıda olsa üst üste içip midemizi ağrıtmayan çaylarımız vardı. Köşe başlarımız vardı. Sevgiliyle buluşma noktası olan. Kaçışlarımız vardı sonra aynı köşenin kenarından. Su sürahilerimiz vardı ağzı ince altı yayvan toz girmesin diye üzeri kapatılan. Telefonlarımız vardı 4 kere tam tur dönen.Çayın demi farklıydı eskiden. Pilavın tavı, nohutla dansı ya da… Odun kömürü kovasında kirlenen ellerimiz vardı. Eskiden sırası sana geldiğinde odun sobasını sen doldurmayasın diye; “Benim dersim var. Ben dersime çalışacağım” diye kaytardığımız günler...

Ne güzeldi eskiden…

Kalın sağlıcakla…

 

 

YAŞANMIŞ ANILAR!

YAŞANMIŞ ANILAR!  Bir köy çocuğu olarak geldim dünyaya. Bir yılkı atı kıvamında büyüdük yetiştik, türlü badireleri geçerek. Bu zamana gelinc...