ÇEŞME'DE CİNAYETİ
GÖRDÜM!
Gazeteci yazar Ayşe hür, Uzunluyu da 1941 yılında
yaşanan cinayeti kaleme almış. Aynı Cinayeti de Önceki dönem CHP Milletvekili
ve İzmirli yazarımız Kemal anadol KASIRGA “Area” adlı romanında yaşanmış
cinayeti romanında anlatmış. Küçükken de bu cinayeti büyüklerimden birkaç kez dinlemiştim.
Yazarımız Ayşe Hür hikayeyi noktasına ve virgülüne dokunmadan siz değerli
okurlarımla paylaşmak istedim.
Bir yazı için gazete
taraması yaparken İzmir'in ünlü Yeni Asır gazetesinde karşıma çıkan korkunç bir
katliam haberi ile sarsıldım. Maksadım sizi de üzmek değil sadece hikayesini
anlatacağım adsız kurbanları bir nebze de olsa onurlandırmak...
Yer İzmir. Tarih 9 Ekim
1941... 14'ü erkek, biri kadın 15 Rum Çeşme'de karaya çıkarlar. Muhtemelen
Sakız veya onun dibindeki Karyot adası halkındandırlar. Nasıl geldikleri
bilinmez, belki sandallarla, belki yüzerek... Niye geldikleri de bilinmez, ama
tahmin edilebilir. İkinci Dünya Savaşı sırasında İtalyanların ve Almanların
çift taraflı ablukaya aldığı Ege adalarında yaşamak o yıllarda son derece
güçleşmiştir. Ada halkları hapislik, kötü muamele ve açlıkla karşı
karşıyadırlar. Muhtemelen bizim adsız sığınmacılar da Çeşme'de veya daha
içerlerde güvenli bir dama ve bir kaç parça kuru ekmeğe ulaşmak için göze
almışlardır bu riskli yolculuğu.
Onları son gören, dağda
hayvan otlatan Bodur Hüseyin ve oğludur. Daha sonra anlatacağı üzere, Hüseyin'e
göre kadın 20 yaşlarında esmer güzelidir, aynı yaşlarda kıvırcık saçlı bir
gençle pek yakın görünmektedir. Diğerlerinin yaşı 25 ila 45 arasında görünmektedir.
Bodur Hüseyin ve oğlu
Taşçukuru mevkiindeki damlarında sığınmacıları konuk ederler ve kuru
ekmeklerini onlarla paylaşırlar. Sığınmacıların içi ümitle dolmaya başlamıştır.
Halbuki Hüseyin bir yandan oğlunu Çeşme'nin Barbaros Bucağı'ndaki Karakol'a
göndermiştir bile.
Karakol Komutanı Onbaşı Adem
Yılmaz, hemen Bucak Müdürü Mahmut Baştup'a uçurur haberi. Bucak Müdürü, daha
geçenlerde Çeşme Kaymakamı'ndan zılgıt yemiştir benzer bir olayda. Yanına
Onbaşı Adem'i, iki jandarma erini, iki de kır bekçisini alıp Bodur Hüseyin'in
damına seğirtir.
Sığınmacılar sevinç içinde
gelenlerin ayaklarına kapanırlar, çünkü ilticalarının kabul edildiğini
sanmışlardır. Halbuki Bucak Müdürü'nün kendileri için hiç de iyi planları
yoktur. Jandarma ve bekçiler 11 erkeği iple bağlarlar, üç erkeğe kelepçe
takarlar, kıza tedbir alınmaz neyse ki... Kafile güya sınırdışı işlerinin
yapıldığı sahil mevkiine doğru yola çıkarılır. Ama yolda birden yön
değiştirilir ve Kıran Dağı'na sapılır. Bir süre yürüdükten sonra Bucak Müdürü
askerlere emri verir: Hepsini vurun!
Jandarma erlerinden Mehmet
Kınık "ben oruçluyum, bu mübarek günde bırakın adamı bir kuş bile
vuramam!" der ve kenara seğirtir. Ama diğerleri onun kadar cesur değildir.
Genç Rum kızı hariç 14 Rum erkeği kurşuna dizilir. Genç kız çıldırmış gibi saçını
başını yolarken önce Bucak Müdürü, sonra askerler, sonra Bodur Hüseyin ve oğlu
sırayla kıza tecavüz ederler. Sonra bir el silah sesi duyulur. Genç kız da
öldürülmüştür.
Müdür delil bırakmak istemez
elbette. Çeşme'den gaz getirilir ve cesetler bir kuyuda yakılmaya çalışılır.
Ama yakla işlemi başarısız olur, bunun üzerine bir çukura gömerler ölüleri.
Ondan sonra hiçbir şey olmamış gibi herkes görevine veya evine gider. Ertesi
günlerde de "15 kaçak varmış buralarda" diye numaradan aramalara
katılırlar.
Aradan iki yıl geçer. 1943
yılının Mayıs ayında "fısıltı gazetesi" devreye girer, Yeni Asır
gazetesinden Rauf Lütfü Aksungur işin peşine düşer, sorguda birer birer çözülür
failler. Nihayet 29 Mart 1944 günü sekiz zanlı mahkemeye çıkarılırlar. İzmir
Adliye'nin önü miting alanına döner...
Dava kısa sürer, karar 2
Nisan 1944 günü açıklanır: Bucak Müdürü Mahmut Baştup ile Karakol Komutanı
Onbaşı Adem Yıldız idam cezasına çarptırılır. "Oruçluyum, kuş bile
öldüremem" diyen Mehmet Kınık beraat eder. Diğer sanıklar önce idama sonra
hafifletici sebeplerden (cinayetleri ve tecavüzü emirle yaptıklarından) dolayı
30'ar yıla mahkum edilirler. İnfazlar 2 Temmuz 1945 Pazartesi günü sabaha karşı
Konak Meydanı'nda gerçekleştirilir. Demek ki adalet duygusuna sahip yargıçlar
varmış o zamanlar...
Katillerin adı bilinir ama
maktullerin adı hiçbir zaman öğrenilemez. Mülteci düşmanlığı ile Rum
düşmanlığının, devlet şiddeti ile eril şiddetin birbirini beslediği bu trajik
hikayenin tarihsel kökleri çok eskiye gider elbette.
Benden Selâm Söyle
Anadolu’ya isimli anı-romanın, bugünkü adı Şirince olan, o dönemin
Kırkıca’sında yaşamış Yunanlı yazarı Dido Sotiriyu, Cihan Harbi arifesinde ve
savaş sırasında, ardından Milli Mücadele yıllarında iki tarafın hatalarını
eşitleyerek açıkyüreklilikle şöyle sayar döker:
“Yeknesak çan sesleri
işitiyorum. Devenin o yumuşak, o edalı yürüyüşüne işarettir bu çan sesleri!
Hörgücünde üzüm küfeleri, kuru incir sandıkları ve zeytin çuvalları, pamuk ve
ipek balyaları ve şarap fıçıları taşıyıp gelen devenin! Deveci heyyy! (…) Şevket!
Tanımadın mı yoksa beni? Ben senin dostun… ben senin arkadaşın! Yıllarca
birlikte gülüp, beraber ağladık… Ne yapıyorsun Şevket? Ah Şevket, Şevket! Vahşi
birer hayvan kesildik! Karşılıklı hançerledik, paramparça ettik yüreğimizi!
Durup dururken!.. Ve sen… Kör Mehmed’in damadı. Hele sen! Niye öyle tiksinerek
bakıyorsun yüzüme? Öldürdüm evet seni, ne olmuş! Ve işte ağlıyorum… Sen de
öldürdün! Kardeşler, dostlar, hemşeriler… Koskoca bir kuşak, durup dururken
katletti kendi kendini!… Bütün bu çekilen acı, kötü bir rüya olsaydı ah! Ve
yanyana, omuz omuza verip yürüseydik tarlalara doğru yeniden! Saka kuşlarının
türküsüyle şenlenen ormanlara doğru yürüyebilseydik! Ve her birimizin sevdiceği
kendi kolunda, çiçeklere bürünmüş kiraz bahçelerinden gülümseyerek çıkıp,
yanyana eğlenmek üzere, şenlik meydanlarının yolunu tutabilseydik! … Anayurduma
selam söyle benden Kör Mehmed’in damadı! Benden selam söyle Anadolu’ya…
Toprağını kanla suladık diye bize garezlenmesin… Ve kardeşi kardeşe kırdıran
cellatların, Allah bin belasını versin!…”