CUMHURİYET BAYRAMI.

Dokuz yaşımda ilkokul ikinci sınıfa gidiyordum. Öğretmen’im “Metin Barbaros” Cumhuriyet Bayramı ile ilgili dersimizde bize Cumhuriyeti anlatıyordu. Cumhuriyet Bayramı ile ilgili sınıfımızdan şiir okuyacak arkadaşlarımızı seçiyordu. Sınıfımıza birkaç tane şiir yazdırmıştı. Herkes bu şiirleri iki gün içinde ezberlesin kim güzel okursa onları seçicem demişti. Ben iki gün sabahlara kadar evimizde sesli olarak bana verilen şiirimi ezberlemeğe çalışıyordum. Annem ve Büyük annem de bana yardım ediyorlardı. Annemin eline kâğıdı vererek ben ezberimi okurken annemde beni defter kâğıdımdan takip ediyordu. Bazen unutup satır atladığım zaman annem beni ikaz ederek doğrusunu söyleyip ben tekrar baştan alıyor ve şiirimi ezberlemeye çalışıyordum. İki gün içinde çok çalışarak şiirimi ezberlemiştim. Okula gittiğim gün Öğretmenimiz Metin Barbaros bizleri tahtaya kaldırıp şiirlerimizi okutuyordu. Öğretmenim şiir okuyacaklar arasından beni de seçerek 29 Ekim’de Cumhuriyet Bayramı’nda şiirimi okuyacaktım. Okulumuz 29 Ekim’de Alaçatı Cumhuriyet Meydanı’nda tören yapılacak olan yerde toplanmıştı.

Heyecandan ayaklarım tir tir titriyordu. Akşamdan sabaha kadar uyuyamamıştım heyecandan. Atatürk ve İsmet paşa Cumhuriyet meydanında heykelleri var sanki onlar canlıymış, beni dinleyeceklermiş gibi heyecanlanıyordum.-Annem bana sakın heyecanlanma sonra şaşırırsın dese de ben annemi hiç dinlemiyor ve duymuyordum. Sabahleyin annem bir tencere su ısıtıp beni banyoya gönderdi güzel bir yıkandım. Ben yıkanırken annem siyah önlüğümü kömür ütüsünde ütülemiş çolaki pantolonumu giydim tertemiz yeni ve ütülü okul kıyafetlerimle törende şiirimi okumaya hazırdım. Sıra bana gelince Meydanlıktaki kürsüde gür sesimle ve heyecanlı bir şekilde hiç şaşırmadan şiirimi tamamladım. Büyük bir alkış koptu. Yerime geçince Mustafa Kemal Atatürk ve İsmet İnönü’ye baktım sanki şiirimi beğenmişler bana gülümsüyorlardı. Ben çok mutlu olmuştum. Metin Barbaros öğretmenim bizlere Cumhuriyeti çok güzel anlatmıştı. O sözleri hiç unutmadım bu gün aynı yolda yürümekteyim.“Cumhuriyet demek özgürlük demek. İnsanların kendi kaderlerini kendilerinin tayin etmesi demek. İnsanların kendilerini yönetecek kişileri kendilerinin seçmesi demek. Tek adamlıktan, diktatörlükten kurtulması demek. Ve Türk halkı için 29 Ekim 1923 tarihi en önemli tarihlerden birisi demek. Çünkü Cumhuriyet bu tarihte Türk halkına hediye edildi.Cumhuriyet’in ilanı ile birlikte Türkiye’de bir çok şey yavaş yavaş değişti. Osmanlı’dan kalan izler bir bir silinmeye başladı. Halkın yönetimdeki izleri yavaş yavaş görülmeye başladı ve özgürlükler kendisini yavaş yavaş hissettirmeye başladı.Mustafa Kemal Atatürk önderliğinde kazanılan Kurtuluş Savaşı ve sonrasında ilan edilen Cumhuriyet,  bizler için yeni bir çağın başlangıcı oldu. Bununla birlikte yapılan yenilikler ve devrimler ileri medeniyetleri daha çabuk yakalamamıza neden oldu. Cumhuriyet her alanda insana özgürlüklerin kapısını açtı. İnsanlara sağladığı hak ve hürriyetler sayesinde daha çağdaş toplumların ortaya çıkmasına neden oldu. Günümüzde Cumhuriyet’in olmadığı ülkelere bakarak nasıl bir nimete kavuştuğumuzu rahatlıkla görebiliriz. Tek adamlıkla, diktatörlükle ve krallıkla yönetilen birçok ülke var ve bütün bu ülkelerde özgürlükten bahsetmek neredeyse imkânsız. Bu ülkeler bir kişi ya da bir aile tarafından yönetilmekte, kurallar bu kişiler tarafından konulmakta, halkın fikirlerine saygı duyulmamakta ve çok büyük bir eşitsizlik hüküm sürmekte. Hâlbuki Cumhuriyet ile yönetilen ülkelerden bunların hiçbirisi olmaz. Ancak Cumhuriyet’in olduğu yerde adaletten, eşitlikte, haklardan ve özgürlükten bahsetmek mümkündür. Bu yüzden Cumhuriyet Bayramı’nı her yıl daha bir coşku içerisinde kutlamak gerekir. Cumhuriyet Bayramını her yıl coşkuyla kutlayarak bize bu günü hediye edenlere bir kez daha teşekkür edebilelim. Sahip olduğumuz Cumhuriyet’in kıymetini bilelim. Çünkü bizi biz yapan en önemli değerlerden birisi de cumhuriyet’tir. Milli bayramımız olduğu için de her yıl bu bayramı kutluyoruz”.demişti. Metin Barbaros öğretmenimi şükranla anıyorum ruhu şad olsun.

29 EKİM CUMHURİYET BAYRAMIMIZ KUTLU OLSUN.

Kalın sağlıçakla…

Fotoğraf Atilla Özansoy'un arşivinden

 

ZEYTİN AĞACI!


Kasım ayının son haftasıydı. Tan yeri ağarmaya başlamıştı. Annem ve ben, sabah namazından sonra eşeklerimizle beraber Germiyan Köyü’ne zeytin toplamaya gitmiştik. Germiyan Köyü’nde birkaç yerde Zeytin ağaçlarımız vardı. O gün “Celenoz” boğazındaki zeytinlerimize gittik. Elenoz boğazındaki zeytin ağaçlarımız bir sene ürün verir diğer sene ürün vermezlerdi. o yıl zeytin ağaçlarımızın ürün verme yılıydı.Ben dokuz yaşındaydım. İlk defa zeytin toplayacağım, anneme yardım edeceğim diye de çok seviniyordum. Şimdiki gibi zeytin ağaçlarının altına sergi bezi sermek yoktu. Ağaçların üstünden düşen zeytin tanelerini toprak üstünde ellerimizle toplardık.

Celenoz boğazındaki arazimizin denize bakan kayalık yamacındaki ağaçlardan zeytin toplamaya başladık. Zeytin toplama işini öğrenmiştim annemin bana nasıl toplanıldığını öğretisinden sonra. Dizlerini hafif kırarak çömeliyorsun, iki elinle birden yere düşen zeytinleri avuç içine toplayarak önümde bulunan zeytin sepetine atıyorsun. Zeytin sepetleri dolunca biraz ilerde bulunan keletirlere boşaltıp tekrar aynı işi yapıyorsun.Topladığımız zeytin ağacının altındaki zeytin toplaması bitince annem: “Hadi bakalım! diğer ağaca gecelim.” deyip sepetlerle beraber diğer ağacın altındaki zeytinleri toplamaya başlıyorduk. Annem bir ara toplama işini bırakıp zeytin ağacının tepesine bakıyordu.“Ömer hadi çık ağacın üstüne. Biraz dallarını salla üstündeki zeytinler düşsün, bir daha bu ağaca gelmeyelim” deyip beni ağacın tepesine çıkarttı. Ben ağacın tepesine çıktım, var gücümle ağacın dallarını sarsmaya başladım. Yere düşen zeytin tanelerinin çıkardığı ses çok hoşuma gitmişti ve hep ağacın tepesine çıkıp bu işi yapmak istiyordum.Kasım ayı; soğuk yağmurların, asık suratlı gökyüzünün, kabaran denizin, fırtınaların ayıdır. Beş parmağımı kıskaç yapıp patlıcan moru olgun zeytinleri topluyorum. Başımı dallara doğru her kaldırışımda saçlarımda, yüzümde, dudaklarımda yumuşacık ılık bir nefes dolaşıyordu. Utangaç, usul kasım güneşinin elleri, dudaklarımı nasıl da bu kadar güzel okşuyor yüzümü çıplak kollarımı omuzlarımı bedenimi?Ağzımda topladığım hurmaların hoş kokusu üstüne de az limon sıkıp ev ekmeğiyle yiyebilmek için sabırsızlanıyorum. Ama hayır. Yaşam boyu ender tadılan, hazla sarıp sarmalayan, başka dünyalara götüren doyum anındayım. Kasım güneşinin, denizin, zeytin ağaçlarının birlikte katıldığı, sessizliğin çevremize dolanıp gözlerden gizlediği çoklu bir mutluluk.Bu güne kadar ender yaşadığım bir mutluluktu benim için. Bugün düşünüyorum da herkes zeytin ağaçlarını kesmekle ve onların yerlerine rüzgârgülleri veya jeotermal enerjisi kurmaya çalışıyor. Bizler bu günlere nasıl geldik diye durmadan düşünüyorum. Peki, sizlere soruyorum? Ormanları yok ederek bizler nereye varmak istiyoruz. Ormanlarımızı, bilhassa Zeytin ağaçlarımızı yok ettikten sonra bizler ne yapacağız.Rüzgar gülleri jeotermal tesisleri bizim karnımızı doyurabilecakmi.?

 Kalın sağlıcakla…

 


ÇOCUKLUK ANILARIM!

1962 yılında 3.sınıf öğrencisiydim.15 Eylül ilkokulundan sene sonu karnemi almıştım. Okul çıkışımda anne’me büyük bir sevinçle karnemi göstererek bak anneciğim hiç zayıfım yok hatta ortam bilek yok çoğu derslerim pekiyi. Annem ocağın başında odun ateşinde kızartma yapıyordu. Terlemişti annem biraz kilolu olduğundan çömeldiği kızartma tavasının başından zor kalktı. “Aferin benim oğluma okusun da adamlar olsun diyerek ayağa kalktı bana sıkıca sarıldı.”Beni sarılıp öperken terleri benim de yanaklarımı ıslatmıştı annemin o terleri bana lavanta kolonyası sürülmüş gibi mis gibi kokmuştu. O yaz telsiz mevkiindeki beş dönüm, birde limana giden ana yolda Fevzi eniştemden icarla tuttuğumuz şoförün orası diye bilinen 3 dönüm tarlayı tütün dikimi için kiralamıştık.O yaz tütünlerimizi dikip kırdıktan sonra  yazımızı bitirmiştik.Tam okula gitmeme 15 gün kala annem ve Ahmet ağabeyim bir gece biz karar verdik,


Germiyan köyüne taşınıyoruz dediler.Ben hem babamın köyüne ve oradaki akrabalarımızın yanına taşınıyoruz diye sevinmiştim birazda içimde bir burukluk oluştu.Çünkü çocukluk arkadaşlarımın hepsi Alaçatı’daydı.İçimi birden hüzün kapladı.Ben gelmesem büyük annemle burada beraber kalsak olmaz mı deyiverdim.? “Annem olur mu oğlum sen burada biz orada nasıl olacak, hem bak büyük annen yaşlı sana nasıl yemek yapar çamaşırlarını nasıl yıkar hem büyükannen rıza dayının evinde onlarla beraber yaşayacak, olmaz sende bizimle geleceksin dedi.”Ben boynumu büktüm ve bunlar kararını vermişler ben ne kadar ağlasam da başarılı olamayacağımı anladım. Daha sonra ısrarımı sona erdirdim. Alaçatı’daki evimiz eski Rumlardan kalma iki katlı ve çok büyüktü bahçesi de altı yüz metre kare bahçesinde her türlü bize yetecek kadar sebzelerimizi yetiştirdik. Alaçatı’daki komşularımız çok iyi insanlardı. Komşularımız birkaç gün sonra bizim Germiyan köyüne taşınacağımızı öğrenmişlerdi. Komşularımız rahmetli Abdurrahman ağabey eşi rahmetli Sevim abla tam bizim evimizin karşısında ilk olarak onlar geldiler annemi ikna etmeye çalışıyorlar “aman gitmeyin ne yapacaksınız köyde burada sizleri biz özleriz gibi ikna edici sözler söylüyorlardı”. Evimizin yan komşumuz rahmetli kunduracı Ahmet Özcan, eşi Hikmet abla. Arka bahçe komşumuz rahmetli maş maka Ömer. Oğlu rahmetli maş maka Hasan Atılgan amca eşi Şehriban ablam, diğer yan komşumuz İbrahim Tığlı eşi Bahriye abla bahçe komşumuz yıllarca, Alaçatı’mızda sağlık memurluğu yapmış sıhhiyeci Ali Varhan eşi Emine abla ne değerli ne naif insanlardı.Annemi köye taşınmaları için bir türlü ikna edememişlerdi bu güzel insanlar. Annem belki haklıydı. Bütün çocuklarını bu köyde dünyaya getirdirmişti kocasının ocağının tütmesini istiyordu beklide.Sonunda annem ailesini, Germiyan köyüne götürmeyi başarmıştı. Köye taşındığımız gece ağabeyim Yaşar ve annem, tek katlı ve üzeri toprakla örtülü tek odalı bir evde kalıyorduk. Benim için yeni annem için uzun yıllar yaşanmışlıklarla dolu olan bir yerdi belki, kalacağımız odada elektrik yok, çeşme suyu yok. Aydınlanma gaz lambası ile içme suyumuzu Germiyan köy altında bulunan onlarca yağmur kuyuları birkaç tane de yer altı kaynağı olan kuyularından sularımızı sırtımızda testilerle kuyudan kovalarla su çeker evimizin su ihtiyaçlarını sağlıyorduk. Okul zamanı gelince ben tam evimizin karşısında bulunan Germiyan İlkokuluna kaydımı yaptırıp Necdet ablamın kızı Hatice ile beraber okula gittik. Hatice beni okuldaki arkadaşlarla tanıştırmaya başladı. “Bak bu benim Ömer dayım”diyordu. bir kaç gün alışıncaya kadar zorluk çekmiştim ama sonunda bu köyde de güzel insanlar yaşıyordu. Çoğu da akrabalarımmış.

Kalın sağlıcakla…

ÇOCUKLUK ANILARIM (2)

Yeğenim Hatice’ye döndüm ne kadar çok akrabamız varmış dedim bu köyde bizim. “Hatice e tabi dayı bu köyün yarısından fazlası bizi akrabalarımız dedi.”Okulun zili çaldı biz sınıflarımıza girmeye başladık fakat bütün çocuklar hepimiz aynı sınıfa girmiştik. Beş sınıf aynı odada ders görecekmişiz. Hatice bana bak dördüncü sınıfların sıralarını gösterdi ben gittin sıralardan birine oturdum. İbrahim Alyanak, Ali Kükrer, yeğenim Hatice Kaya, daha birkaç kişi dördüncü sınıf sıralarına oturduk.Sınıf Başkanı Gülay Vural, elinde bir küçük sopa, konuşmayın konuşanı öğretmenimize söylerim, konuşmayı kesin diye bağırıyordu. Herkes bir anda sustu birbirimizin yüzüne bakıyorduk. Tek sınıflık binada kırk kişiydik. O anda Öğretmenimiz sınıftan içeriye girdi ve Günaydın çocuklar dedi.Biz hepimiz birden sağ ol Öğretmenin dedik. Öğretmenimiz elinle bize kısık bir sesle oturun çocuklar dedi ve hep beraber sıralarımıza oturduk. Öğretmenim bütün sınıfa yeni gelen arkadaşınız Ömer aramıza yeni katıldı diyerek beni sınıftaki öğrencilere tanıttı. İki yılımı Germiyan İlkokulunda bitirdim.Okulum bittikten sonra anneme anne ben burada kalmak istemiyorum. Ben okumak istiyorum dedim. Annem de beni Alaçatı’da ortaokul olmadığından Çeşme Ortaokuluna yazdırmaya getirmişti biricik anneciğim. Ben artık Alaçatı’ya dönmüştüm. Büyük annemle beraber Alaçatı’da Rıza dayımın evinde bir odada yaşıyorduk. Annem, büyük anneme yük olmayayım diye kendisi de köyden tekrar Alaçatı’ya gelmişti. Birlikte Alaçatı’daki kendi evimizde yaşamaya başlamıştık. Ben bir ay bile ortaokula gidemedim. Ortaokuldan ayrılıp terzi Erdoğan Erman’ın yanında terzi çıraklığına başladım.Ben her gün dükkânı gidiyor akşam geç saatlere kadar çalışıyordum. Evimizdeki küçükbaş hayvanlarımızın sütünden, etinden, bahçemizdeki yetiştirdiğimiz zerzevatlarla geçiniyorduk. Komşularımız da bizi destekliyorlardı. Süt, maydanoz, Marul, gibi ihtiyaçlarını bizden alıyorlardı.   Komşularımızdan rahmetli Hüsnü amca (alpsay) eşi Saadet teyze, kızları Güzin, Necla ablalar, oğlu Bülent ağabey Hüsnü amca İzmirli tütün tüccarı olan Selanik kavelalı Mehmet beye tütün eksperliği yapıyordu.1966 yılında İzmir’e taşındılar. Taşınmadan önce Güzün abla elinde bakır bir tasla evimizin kapısından bakarak anneme Şahiste teyze sütüsünüz var mı? diye seslenir, sonrada içeriye girip hal hadır sorduktan sonra annem yeni sağdığı keçi sütünü Gündüz ablamızın bakır tasına doldurup verirdi.Biraz ilerimizde lakabı “ koz Nuri” olan amca (Canol) yıllarca kamyon şoförlüğü yaptı iş dönüşünde her zaman evine gelirken filesi dolu gelirdi. Yolda kendisine rastladığım zamanlar bana  “naber Ömer ağam der” sonrada filesinden portakal çıkarır bana verirdi.Nuri amcamın eşi Reşide abla bize uğrayıp sütünü alır giderdi. Kunduracı Sıtkı amca “Özcan”çocukları Ekrem ile Ali, ne güzel komşulukları vardı. İbrahim Tığlı amcada önce on beş eylül ilkokul Müdür’ü olan Selahattin Tosun’un eşi ve annesi bu evde oturuyorlardı. Selahattin hocanın çocukları Nezaket ve Meziyet diye iki tane kızları vardı. Selahattin hocam Zeytineli’liydi. Selahattin hocanın annesi ile benim büyük annem çok sık görüşürlerdi.Kızlarının büyüğü Nezaket oda bize uğrar süt, bazen de cam kâsede yoğurt alırlardı. Kesreli cami imamının kızı Nazmiye ablamız vardı. Dünya tatlısı bir kadındı. Babası Alaçatı’da dürüst insanlar yetiştirmişti. Rahmetli “İbrahim Özen” İbrahim hoca yıllarca Alaçatı’da fahri imamlık ve müezzinlik yaptıktan sonra resmi imam olarak da Çeşme İlçemizde resmi imamlık yaptı. Hayatımda dürüst olarak tanıdığım insanlardan birisiydi.”Hüsnü Koç”ağabeyimizde yıllarca fahri imamlıktan sonra resmi olarak Ilıca camiinde yıllarca imamlık yaptı. Bu güzel insanlarla beraber yaşadığım ve onlardan öğrendiğim dürüstlüğü hale yaşatmaya çalışıyorum. Komşuluklar çok önemli,bu güzel insanlarla ben beraber yaşadım. Onlardan çok şey öğrendim. Birçoğu aramızdan ayrıldılar ayrılanlara Allahtan rahmet kalanlara uzun ömürler diliyorum.

Kalın sağlıcakla……     


 

 

GÜNLÜĞÜMDEN

Germiyan köyüne babamdan kalan birkaç dönüm arazime 2008 yılında Zeytin ağacı dikmiştim. Her yıl yaz aylarında onlara suyunu verdim. Kış aylarında rahmetli Nuri kâhyanın torunlarından bir traktör keçi gübresi ve yılda iki defa germiyan’lı rahmetli Vafir Öztürk’ün torunu Vedat Öztürk’e sürdürürüm. “Vedat her çift sürüşünde beni telefonla arar” bende Alaçatı’dan arabamla tarlama gider Vedat, Zeytin tarlasını sürmeyi bitirene kadar bende tarla kıyılarında bulunan büyük taşları sınıra taşırım. 13 Aralık Çarşamba günü, eşim, kızımı da alarak birlikte zeytin toplamaya gittik. Kızım işi gereği pek sık zeytin toplamaya gelemiyor.Ama biz eşimle beraber haftada bir defa olsun zeytin tarlamıza gideriz eşim doğayı benden daha çok sevdiğini biliyorum. 

Her zeytin toplamaya gideceğimiz zaman ilk öneri eşimden gelir. “Ömer ne zaman zeytin toplamaya gideceğiz günah rüzgâr dökmüştür altlarına yerde durmasın toplayalım onları der.”Ben zeytin ağacına hiç sopa vurmaktan yana değilim kendi düşsün dalından diye beklerim. Eşim de bunu bildiğinden biraz geciktik mi kendisi beni hep uyarır. Geçtiğimiz hafta kızım eşim beraber tarlaya geldik arabamı müsait olan arazimizin kıyısına park ettim ve arabamızdan indik. Kızım tarla sınırındaki “menenkiş”yabani sakız ağaçlarına ve pırnar çalılarına bakarak bana döndü ve “baba dağ çileği buralarda yokmu?” dedi bende kızım buralarda olmaz dağ çileği, ben de boş ver dağ çileğini bu zeytin toplamaya geldik.Başka bir gün seni dağ çileği olan dağlara götürür beraber dağ çileği toplarız dedim.”Tamam dedi ve zeytin ağacımızın altına girdik ve yere dökülen zeytinlerimizi toplamaya başladık. İlk ağacımız Babamdan önce çok yıllar önceden 200 yıllıktan belki de daha yaşlı üç kişi gövdesini saramayız.

 Dökülen zeytinlerin yarısından fazlası hurma olmuş. Kızımla beraber hep topluyoruz arada ağzımıza da atıyoruz.Yedikçe insanın yiyesi geliyor. Kızım arada bana zeytini gösterip “baba bu hurma mı diyor?”Kızım bak benim gibi buruşuksa üstü gri ise onu hurma kovasına atabilirsin diyorum ve gülüşüyoruz. Ben bir ara belimi doğrulttum sağa sola baktım ben diğer ağaçlara bir bakayım onların altına da dökülmüş müdür deyip yanlarından ayrıldım. Kızımı dağ çileği istemezi içimde sıkıntı yapmıştı. Önceleri komşunun tarlasının yanında iki üç ağaç dağ çileği olduğunu biliyorum. Çok küçük ormanlık, baktım içlerinde “Komarika”dağ çileği ağaçları üstlerinde meyveleri, sevinçle toplamaya başladım.Bir avuç topladım ve kızımın yanına gidip al bakalım sana dağ çileği. Kızımın sevincini keyifle izledim. Mutluluktan bana “baba bizde günahına girdik babam yoruldu kaytarıyor diye düşünmüştük çok teşekkürler nereden buldun hani buralarda olmaz diyordun?”Sana supriz yapmak istedim babam dedim. “Komarika”ları yedikten sonra zeytin toplamaya devam ettik. Zeytin toplamamız bittikten sonra topladığımız zeytin ve Hurmaları arabamıza koyduktan sonra kızım ve eşim ile birlikte “Komarika”ların ve yabani sakız ağaçların bulunduğu ormana doğru gittik üçümüz beraber, dağ çileklerini dağ kekiklerini anlatma ve tanıtma görevimi yerine getirmeye çalıştım. Yabani sakız ağaçların “Menenkiş” kekik kokusu sarmış ortalığı insan doğadan kaçmak istemiyor. Kızım ve eşim komarika ve dağ kekiklerini toplamaya başladılar.Kekik bitkilerine değdiğiniz an ortalık mis gibi kekik kokuyor. Hele yabani karabaş otları yeni filizlenmiş lavanta gibi kokuyor. Eşime ve kızıma seslenerek hadi bakalım dükkanı da unutmayalım yavaş yavaş gidelim dükkanımızı da açmam gerek deyip arabamıza atlayıp güzel bir günü sonlandırıp Alaçatı’ya geldik. Doğa hiçbir şeye benzemiyor. Artık doğamızı kirletmeyelim doğamıza sahip çıkalım.Doğamızı kaybedersek bizler yaşam alanı bulamayız. Kalın sağlıcakla...

KASIM’DA ALAÇATI

Alaçatı artık yavaş yavaş kış sezonuna giriyor. Alaçatı’da yaşayanlar Kasım ayını bilir. Akşamları sessiz ve sakindir. Eskiden böyle değildi. Kış aylarında da hareketli yaşam devam ederdi. Yaz aylarında bilhassa geceleri çok yoğunluktan ve ses kirliliğinden uyuyabilmek için diğer evime gidiyorum. Geçen pazar gecesi Alaçatı’da evimde akşam yemeğimi yedikten sonra canım sıkıldı, şöyle bir Alaçatı içinde tur atmak istedim. Kemalpaşa Caddesi’nden meydanlığa gelene kadar yolda selam vereceğim kimseye rastlayamadım. Birkaç mekânın ışıkları yanıyor içersinde müşterileri yoktu, mekân sahipleri ve çalışanlar bir masada oturmuş sohbet ediyorlardı.Yürüyerek Cumhuriyet Meydanı’na kadar gelmiştim. Meydanlığın önündeki Atatürk ve İsmet Paşa’nın heykellerinin önünde durup önce onları bir selamladım. Birer Fatiha duası okuduktan sonra meydana bir baktım meydanlığın ortası loş ışıklarla aydınlanıyordu. Eski belediye binasının yolunun aşağısı karanlık olmasından dolayı kimseler görünmüyordu. Eski belediye binasının alt katı eskiden Rahmetli Tahsin Kandemir’in kahvehanesiydi.Bir aşağındaki bina, Teoman Ulutaş’ın, beyaz eşya dükkânıydı. Çok önceleri Semerci Cemil Usta’nın semerci dükkânı olan bu dükkânda Cemil Usta geç saatlere kadar çalışırdı. Alaçatı’daki en iyi  semerci ustasıydı. Cemil Usta’nın dükkânının önünde hazır bitmiş semerler, eyerler, at koşumları, kösele çizmeler asılı olurdu. Mithat paşa Caddesi’nin hemen başında Ekrem Kandemir’in manifatura dükkânı vardı. Dükkânın önünde rengârenk işlemeli kumaşlar, top top kaput bezi kumaşları satardı. Fevzi Yıldız’ın dükkânının önünde; nohut ve bulguru bakliyat çuvallarında şaşulayla kese kâğıdına doldurup satardı. Atatürk ve İsmet Paşa’nın heykelleri Cumhuriyet Meydanı’nın tam ortasındaydı. Bütün resmi törenler önceki yıllarda bu meydanlıkta olurdu.Gözlerim tekrar iki büyük kahramana takıldı. Atatürk ve İsmet Paşa sanki bana bakıyorlardı. Bir süre gözlerimi onlardan alamadım.

Sanki bana bir şey söyleyeceklermiş gibi uzun bir süre bakıştık. Çocukluğumda hep bu meydanlığa gelir, onları izlerdim. Meydanlığın ortasında üç tane büyük dut ağaçları vardı. Dut ağaçlarında onlarca kumru ve serçe kuşları gezinirdi.Gündüzleri meydan karşısındaki esnaflar kumru ve serçe kuşlarını beslemek için şaşula ile buğday, mısır atarlardı. Esnaf hiçbir zaman onları aç bırakmazdı. Gündüzleri kumrular Atatürk ve İnönü’nün heykellerin omuzlarına konar saatlerce onların başında sanki nöbet tutardılar.Cumhuriyet meydanındaki büyük karabiber ağaçların altında Rahmetli Hilmi Çevik Ağabey’in kömür ateşinde pişirilmiş kahvesin içimine doyum olmazdı. “Bir fincan kahvenin kırk yıl hatırı var” sözü herhalde burada söylenmiştir. O eski yaşanmış güzel, anılar canlandı gözümde. Hilmi Çevik Ağabey’in Kahvehanesi’nde bir tarafta Rahmetli Hakkı Demiray, bir tarafta yıllarca Alaçatı’da belediye başkanlığı yapmış olan Yusuf Gençalp’in etrafında dostlarıyla muhabbetleri geç saatlere kadar bitmek bilmezdi. Boş masalardan birine oturup eski günleri düşünmekten kendimi alamıyordum.

Hava yavaş yavaş soğuyordu. Rüzgâr’ın esintisi yanaklarımı biraz fazla okşamaya başladı. İçim üşüdü fakat ruhum sıcacık. Gitmek istiyorum ama bir türlü oturduğum yerden kalkmak istemiyorum. Tarihi geriye sarmak istiyorum, tabii ki geçmişi geriye getirtemiyorsunuz.  “Geçmiş zaman olur ki hayali cihana bedel”

            Kalın sağlıcakla...

 

 

 


BURAM BURAM ÖZLEM KOKAN ANILAR!

Kışın son demleri demliklerimizdeki çayın suyuna karışırken sabahları; gözlerim penceremizdeki puslu camın ardındaki badem ağaçlarını göremeye başladığımda anlamıştım: Bahar başlangıcında olduğumuzu. Hep sevinirdim bahar geliyor diye! Taş evin tahtadan dış kapısını açıp fırlardım bu mevsimlerde. Gecenin soğuğundan kalma eriyen su gölcüklerinin üzerindeki cam inceliğinde buzları kırma sevinciyle Komşum Nüket’i çağırır, çılgınlar gibi buzları kırmaya giderdik. O’nun annesi arkasından hep seslenirdi: "Kız! Nereye? Daha saçlarını örecektim! Çabuk gel. Sofrayı hazırladım!" dedikten sonra devam ederdi: "Ömer sen de gel!" Ama ben hiç gitmezdim.Küçük gölcükler üzerine tutmuş ince buzlardaki, cam kırığı seslerini duyarken sevinçten dört köşe uçardık. Sonrasında evlerimize ayrılır giderdik. Nüket kendi evlerinde, annesinin hazırladığı sofrasında oturup yemek yerken, ben de evimizin büyük oda diye tabir ettiğimiz odada Rezzan Ablam ile iki yürek, tek sesli sohbet ederken Annem yer minderinden uzanmış siyah saçlarımı okşardı yorgun elleriyle. Kapımız çaldığında ben koşar açardım. Bazen Nüket’in annesi pişirdiği ekmeklerden bize gönderirdi.  Nüket, basma desenli bezin arasındaki ekmeği bana vermeden doğruca mutfağa götürürdü. Ben Nüket’e: "Yarın sabah da buz olacak, haberin olsun. Annemle ablam konuşurken duydum.” Diye seslenirdim. Nüket bana dönerek: “Bak sakın beni almadan gitme. İki defadır beni çağırmadan gölcüklerin camlarını kırmışsın." dediğinde özür diler gibi bir bakış atmıştım ona.

"O sabah kırgın uyandım. O yüzden seni de erkenden uyandırmak istemedim". Nüket kafasını sallayıp beni anlardı Beni iyi tanıyordu. Çok sabah Annem uyanmadan babamın mezarı başına gittiğimi tek o bilirdi. Ben hep o bildiğim yere giderdim. Annem ruhların hiç ama hiç uyumadığını söylerdi. Bu yüzden hep uykum kaçardı. Yağmur yağdığında, onun üzerine düşen yağmur tanelerini, buz tutmuş toprağına yanağımı dayar, tenimdeki sıcaklıkla toprağını ve ruhunu ısıtmaya çalışırdım.
Kışın terk ettiği zamanlarda ise köy mezarlığına gider, yaban kalmış otları mezarın üzerinden toplardım. Dikene dönüşmeden koparırdım. Bazıları elime batsa da umursamazdım. Asıl batanlar onun yokluğunu hatırladığım zamanlardı. Sol yanımın en derin yerine batardı hep. Kesiği derince.Ağaçtan yapılma yer beşiğinde sallanırken silikte olsa duyduğum sesler kaldırırdı beni. Acıtan yaralayan yarılayan yarım kalmışlığımla. , İlk kelimem, ilk cümlem o olmuş, büyüdüğümde annem söylemişti: "Anneeee !" demişim. Şimdi aynı kelimeleri söylüyorum gün erken kalkmıştım yine. Bayırlardan aşıp geldiğimde günün ilk ışıkları tepeyi aşmak için uğraşırken arkamda kalan köyün uzak ortasında bir ses vardı. Ta ki o mezarın üstündeki iki santimlik otları koparırken Nüket’in sesini ve omzumdaki ellerini hissettim. Artık kendimden çok onlara yetemiyordum. Yetimliğimde büyürken, bayırlara alışkın adımlarla çıkarken, yorulmuyordum. Alışmaya başladığımdan değil de hislerim nasırlaştırmaya başlamıştı. Ben beni bilmiyordum işte. Çıktığım bayırlardan çok; çıkamadığım ulaşamadığım ruhlar beni yoruyor, üzüyordu. Sevindiğim tek şeydi yine anamın söylediği sözler. Ruhlar uyumazdı. Gece dolunay köyün üstüne çöktüğünde, her yer aydınlandı diye sevinirdim. Yalnız kaldığım evin penceresinden ay ışığı süzülürken ben o tahta kapıdan süzülür çıkardım yalnızlığımı gidermek için...

Kalın sağlıcakla!

 

ÇAĞLAR BOYU ALAÇATI!

Alaçatı’nın coğrafi konumu nedeniyle, ilk bilinen tarihinin Erythrai ile paralel olduğu söylenmektedir.. Eski bir İyon şehri olan Erythrai (Bugünkü Ildırı) sınırları Alaçatı’yı da kapsamaktadır.

“İsmini kırmızı ve kırmızının tonlarından alan ‘kırmızı şehir’ Erythrai de ilk yerleşim tunç çağında olmuştur” (2).  İlk MÖ 3000 yılında Girit’ten gelen Kolonistler, bu günkü İzmir –Çeşme karayolunun 60. kilometresinde bu bölgeye yerleşmişler ve zamanla gelişip Atina ve Isparta birliğine katılmışlardır. Daha sonra yine “MÖ 494 yılında bu sefer atik Delos Deniz Birliğinde yer almışlardır”(3)

6.ve 5.yy. ‘da çok zenginleşen bu kent, ne yazık ki tüm gücüne rağmen büyük İskender’e yenilmiştir. İskender’in ölümüyle belli bir boşluk devresinin ardından Kent Galant istilasıyla bağımsızlığına kavuşmuş, ancak; Bergama Krallığının ilhakından da kurtulamamıştır.

Ayça ADALILAR’IN derlemesine göre ; “Heredot’un ünlü eserinden Anadolu’nun Lydia bölgesinde Kral Atys zamanında şiddetli açlık göstermişse Kral ahalinin açlıktan kuruduğunu görerek halkını ikiye ayırmış ve oğlu Thyyhenos’a açlığa karşı göçten başka çare olmadığını anlatmıştır. Bunun üzerine ilk İzmir’e gelen Thyyhenos ve halkı buradan, o zaman sandal ağaçlarıyla kaplı olan, Alaçatı’ya gelmiş ve burada ALACİK denilen geçici çadırlar kurmuş, sözü geçen ağaçlarla gemiler inşa ederek Akdeniz’e açılmışlardır.

“O zamanlar sırıkların çatışmasıyla kurulan bu konik çadırın üstü ve etrafı Karaçam veya Kayın kabuğu ile örtülmüş veya zamanla uçları deri sırımlarla birleştirilmiş, bu altı sırıkndokuma veya kilimle kaplanmış ve Alaçatı’nın tarihte ilk olarak Alacik adlandırılmasına neden olmuştur”(3).Hellanikos’a göre Pelasglar Akdeniz’de İtalya’ya yerleştikten sonra Thyrrhen (Etrüsk)adını almışlardır. Lesbos’lu Myrsilos’a göre ise Thyrrhen’ler Alacik’ten sonra Pelasglar adını alarak Sakız, Limni ve İmras’a ulaşmışlardır”

Alaçatı Erythrai sınırları kapsamında Bergama Krallığı vasiyeti ile Roma’ya bağlı sayılmış ve Erythrai tarihine paralel olarak önemini yitirmiştir. Roma’nın Anadolu’daki bu gücü ancak 300 yıl kadar sürmüş ve neticede göçlerin ve isyanların da etkisiyle Hıristiyanlığın ikiye bölünüşünde, Bizans İmparatorluğu sınırları içinde kalmıştır.

Bizans yönetimi altında Alaçatı köy mahiyetinde olup, önemini iyice yitirmiş, daha sonraları Erythrai sınırları içinde Ephesos’a bağlı piskoposluk olmuştur.

1071 Malazgirt zaferi ile Anadolu’daki Selçuklu hâkimiyeti dalga dalga Marmara ve Ege denizine kadar ulaşmış ve buraları zamanla Türkleştirmiştir. 11. yy. da bu ismi geçen bölgedeki dominant güç olan Aydınoğluları Beyliği, Bizans fetihlerini Çaka Bey yönetiminde gerçekleştirmiş ve merkez olan “Livai Aydın’a bağlı İller içinde Birgi, Tire, Güzel hisar ayarı, Sultanhisar’ı, İzmir Karaburun ve Çeşme’yi ”(6) katmışlardır.

Yaklaşık 200 yıl kadar süren Bizans beylik çatışmaları sonunda, 1317 de bu günkü İzmir İl sınırı içindeki Kadife Kale’nin Mehmet bey’ce Fethi resmi olarak kaynaklarda belirtilmiştir. Ayrıca 1327 ve 1328 yıllarında İzmir ili ve dolayısıyla Alaçatı Umur Bey tarafından Aydın oğulları’na bağlanmıştır.

1389–1390 yıllarında Aydın ili ve topraklarının Osmanlılara geçmesiyle, Alaçatı dahil tüm bölgedeki limanlarda, Venedik ve Cenevizlilerle ilişkiler başlamıştır. Ancak Alaçatı, İzmir İli tarihi paralelinde, resmi olarak Osmanlı yönetimine 1402 Ankara Savaşı’ndan sonra geçmiştir. “1425-1426 yıllarında kaynaklarca bu bölge ALACA- AT olarak Osmanlı topraklarına dâhil edilmiş” (7) olup çeşitli kaynaklarda 1472 Venedik saldırısında ’da bu adla ve Ağrilia limanı olarak anılmaktadır. “1530 ve 1570’lerde Osmanlı nüfus sayımı belgelerinde” (8) ismine rastlanan Alaca At 1650’de Çeşme ve çevresinde görülen veba salgınından  da etkilenmiştir.Verilere göre “Ildırı ve çevresinin Nüfusu, ki  çoğu o zamanlarda Müslüman dır, tamamen telef olmuştur.”(9) 16,yy.da tüm bu bölgenin dış ticaret limanıÇeşme olmuş ve Alaçatı Limanı da Ceneviz  korsan gemilerinin ara ara sığınağı olarak gözükmektedir.Hatta Alaçatı’nın bu güne sarkan tek Mahallesi 150 hane kadar olup bu liman civarında kurulmuştu. Ancak bu gün bir eski yapı ve iki aile barınmaktadır.“1850 yılında Osmanlı yönetimi altında aydı eyaleti merkezi Aydın’dan İzmir’e kaymış. 1867’de kaynaklarda Aydın’a bağlı beş sancak içinde İzmir’de Urla, Çeşme ( dolayısıyla Alaçatı) Bayındır kazaları” (10) belirtilmiştir.Diğer kaynaklarda ise 1849’da Alaçatı’dan İzmir’den Çeşme’ye kadar uzanan kolera salgını dolayısıyla bahsedilmektedir. Öte yandan 1867’de Vilayet, Sancak, Kaza, Nahiye, sistemi içinde Çeşme’ye bağlı olarak da bu bölgenin adı Osmanlı kaynaklarında görülmektedir.

 Bu ve bundan sonraki tarihlerde örneğin “1881’de toplam 4152 olan Nüfusun 4055’i Rum 78’i Türk iken 1895’te 13977 olan 13845’i Rum 132’sinin Türk olduğu belgelenmektedir.” (11)

Yukarıdaki verilerden de anlaşıldığı gibi Alaçatı 1800’lerden 1914 Kurtuluş savaşına kadar tam bir Rum yerleşimi olup bu güne kadar ayakta kalan Rum tipi evleriyle halen aynı dokuyu yaşatmaktadır. Rum halkının dominant olduğu bu dönemde ekonomik olarak tüm gelişmesini bağcılığa bağlamış olup, bunu evlerin alt katlarındaki üzüm depolarıyla günlük yaşantıya ve dolayısıyla da direkt olarak mimariye de yansıtmıştır. Alaçatı üzümü, Akdeniz’e deniz yolu ile Ağrilya limanından ihraç edilmekteydi.  ”O zamanın üzüm yüklü arabaları limanda bulunan Gemilerle, bağlar arasında mekik dokumakta, Hacı Memiş Caddesi, Mithat Paşa Caddesi üzerinden ticari bir çarşı havasında olup mahallenin batı ve kuzeyinde tepelerde bağ ve meyve bahçeleri bulunmaktaydı” (12 ) (Diagram No 1 ).

Yöredeki Rum halkın betimlenen yaşamı 16-17 Mayıs 1914 Çeşme (dolayısıyla da Alaçatı) işgaline kadar sürdü. 1922’den sonra Kurtuluş savaşı sonunda bu Rum evleri, gerçek sahiplerinin Adalara göçünden sonra, 1.Dünya Savaşını takiben Anadolu’ya göçen Balkan Türklerince yaşatıldı. Böylelikle de iyi kötü bugüne kadar detayları süslemeleri ve cepheleri ile süregeldi.

Tarihi çok eskilere dayanan bu güzel beldemiz ilçe olması çok normal değil midir?Bunun başka alternatifi olabilir mi.?

Sevgi ve saygılarımla…

 

KAYNAKÇA:

(4) ADALILAR. Ayça “Kültür Verileriyle Alaçatı”

 

 

YAŞANMIŞ ANILAR!

YAŞANMIŞ ANILAR!  Bir köy çocuğu olarak geldim dünyaya. Bir yılkı atı kıvamında büyüdük yetiştik, türlü badireleri geçerek. Bu zamana gelinc...