YAŞAMDAN KESİTLER(2)
Çocukluk yıllarımda ilk olarak
hatırladığım, köy yerinde kalabalık bir ailemizin olduğudur. Babamın babası; Rahmetli
Murat Dede’min kafasının çok çalışır olmasından dolayı kendisine Murat Ağa olarak,
şahsına ait bu unvanı aynı zamanda ailemizin de unvanı olarak kalmıştır. Murat Ağa
yani dedem yokluktan gelen, çalışkanlığı kadar efendiliği ve dürüstlüğü
kendisine ilke edinen, kimseye zararı dokunmayan, aksine çevresindeki herkese
pozitif anlamda katkıları olan bir muhterem zat idi. Bu özelliklerinin yanında
sofrası geniş bir kişi olarak da bilinir. Bu sebeple de köy yerinde ve uzak-yakın
çevrede kendimizi tanıtırken “Germiyanlı Murat Ağa oğlu Ömer Ağa Ailesindeniz”
demeyi ayrıcalık ifadesi olarak algılarız daima. Dedem bir defa evlenmiş. İki
oğlan ve bir kız olmak üzere üç çocuğu olmuş. Ham dolsun ki, dedemden süregelen
bir özellik olarak izzet-i nefis sahibi kişilerin çocukları olarak doğmuş
büyüklerim. Başkalarının elindeki yufka ekmeği dürümünün içerisinde ne olduğunu
merak etmeden yaşamışlar. Germiyanlı
Murat Ağa sülalesi olarak hep tanınıp bilindi. Germiyan Köyü’nün bulunduğu
bölge olan Elenoz Deresinin de ötesinde.
Amca elinde yetim bir çocuk olarak büyüyen dedem, delikanlı yaşına geldiğinde amcası
tarafından hiçbir mal mülk sahibi edilmeden tek başına bırakılarak ayrılır ve
kendi kaderine terk edilir. Çok yoksulluk çeker. Yiyecek ekmeğe muhtaç olduğu
günler sayısızdır.
“İtiraz istemiyorum, nasıl arzu
ediyorsam öyle yapacaksınız. Dünya gözüyle eşim dostumla son bir kez
kucaklaşmak, muhabbet etmek, onları ağırlamak ve helalleşmek isterim. Koyunlar
keseceksiniz. Sofranız çok zengin olacak. Hep beraber yiyilip içilecek. Misafirlerimizi
çok iyi ağırlayacaksınız ve ben bundan mutluluk duyacağım.” der.
Amca elinde yetim bir çocuk olarak büyüyen dedem, delikanlı yaşına geldiğinde amcası
tarafından hiçbir mal mülk sahibi edilmeden tek başına bırakılarak ayrılır ve
kendi kaderine terk edilir. Çok yoksulluk çeker. Yiyecek ekmeğe muhtaç olduğu
günler sayısızdır.
“İtiraz istemiyorum, nasıl arzu
ediyorsam öyle yapacaksınız. Dünya gözüyle eşim dostumla son bir kez
kucaklaşmak, muhabbet etmek, onları ağırlamak ve helalleşmek isterim. Koyunlar
keseceksiniz. Sofranız çok zengin olacak. Hep beraber yiyilip içilecek. Misafirlerimizi
çok iyi ağırlayacaksınız ve ben bundan mutluluk duyacağım.” der.
AĞUSTOS GÜNLERİ
Ağustos
ayının son haftası hava sıcaklığı bir hayli sıcaktı. Sıcaklıklar 38 derecenin
üstüne kadar da çıkıyor. İnsanlar havaların aşırı sıcaklığından tedirgin. Son
yıllarda meteoroloji uzmanları, halkı sürekli hava sıcaklıkların önümüzdeki günlerde
daha da artacağını söylüyorlar. Teknoloji son yıllarda ne kadarda ilerledi.
Önceki yıllar böyle miydi? Artık internetten bir hafta sonrasının hava tahminlerini
öğreniyoruz. Çocukluk yıllarımı atlattığım, elimden iş geldiği yıllardı.
Alaçatı’nın telsiz mevkiinde 3,5 dönüm tarlamız vardı. Arazimiz doğa gereği
eğimli, mandal mandaldı. Bir mandala yulaf, bir mandala tütün, diğer
mandallarına bakla, börülce dikerdik. O yıllarda da aşırı sıcaklar olurdu.
Annem ve biz hep beraber tarlamıza gider, sabah erkenden tütün dikerdik. Annem
hava sıcaklığı artınca, “yulaflar sıcakta gevrer.” derdi.
Öğlen sıcağında hep beraber orakla yulafları biçerdik. Annem öğle ezanı okunmadan bir saat önce, ağaç gölgesine yakın olan bir sınır duvarının dibinde, iki tane düzgün kara taş bulur, onları yan yana bitiştirip. Doğadan topladıkları çalı, çırpılarla ateşi yakar yakmaz “çukaliyi” “güveci” ateşin üstüne koyardı. O gün annem ne yemek yaparsa onu yerdik. Bazı günler menümüz taze iç bakla, bazı gün kuru fasulye olurdu. Annem sık sık orak biçmesini bırakıp ateşte pişmekte olan yemeği kontrol etmeğe giderdi. Pişmekte olan yemeğin kontrolünü yaptıktan sonra yine ekin biçmeye devam ederdi. Tarlamızın sınır kıyılarında incir ağaçları vardı. En büyük mandal olan tarlamızın kıyısında bardacık incir cinsi olan devasa bir incir ağacımız vardı. Bu büyük incir ağacının altında dinlenirdik hep.Alaçatı cami Minarelerine yeni hoparlör sistemi kurulmuştu. Öğle ezanını rahmetli Murat Hoca (Aksüt) davudi sesiyle o kadar güzel okurdu ki ezanı, insanı mest ederdi. Uzaktan ne kadar güzel gelirdi ezanın sesi kulaklarımıza. Ezan sesini duyunca hemen elimizdeki orakları bırakır, biçmiş olduğumuz yulaf demetinin üstüne otururduk yumuşak yumuşak. Murat hoca; ezan okumasını bitirir bitirmez, biz doğru tütün diktiğimiz evleğin başında duran kırçaktaki suda ellerimizi ve yüzümüzü yıkardık. Sonra incir ağacının gölgesine koşarak annemin hazırladığı yemek sofrasına otururduk. Annem o gün güveçte kuru fasulye yapmıştı. Kuru fasulyenin yanında tarlamızda yetiştirdiğimiz taze soğanın ve annemin evden getirdiği muhallebi tatlısı üstüne süslediği tarçının kokusunu tarlanın her köşesinden alırdık. Kardeşlerim, annem, hep beraber toprak üstüne serdiğimiz sofra bezinin üstünde başlardık öğlen yemeğimizi yemeğe. Karakol kuyusundan doldurduğumuz su testimizin suyunu ısınmasın diye annem daha önceden tarla kıyılarında yeşil ot var ise onları toplardı. Ya da tütün çuvalını suya batırır ıslak ıslak testinin üstüne örterdi. Testimizin yanında bakırdan yapılmış maşrapa olurdu. Yemek arasında annem testiden maşrapaya suyu doldurup susayana maşrapayı uzatırdı. Başkasına suyu doldurtmazdı. “Bırak sen! yerlere dökersin.” derdi. Su çünkü çok kıymetliydi. “Suyu boş yere dökmek müsrifliktir.” derdi anneciğim. Kuyularda 5 metreden -ki bazı kuyular daha bile derin olurdu- kova veya yağ tenekelerinin ortasına bir oduna çivilenip, teneke sapına urgan bağlayarak öyle su çekilirdi. Spor yapmak aklımıza bile gelmezdi. Her sabah veya bütün gün en az 100 teneke su çekerdik. Fark etmeden pazı yapardık. Ne güzel günlerdi o günler.
Öğlen sıcağında hep beraber orakla yulafları biçerdik. Annem öğle ezanı okunmadan bir saat önce, ağaç gölgesine yakın olan bir sınır duvarının dibinde, iki tane düzgün kara taş bulur, onları yan yana bitiştirip. Doğadan topladıkları çalı, çırpılarla ateşi yakar yakmaz “çukaliyi” “güveci” ateşin üstüne koyardı. O gün annem ne yemek yaparsa onu yerdik. Bazı günler menümüz taze iç bakla, bazı gün kuru fasulye olurdu. Annem sık sık orak biçmesini bırakıp ateşte pişmekte olan yemeği kontrol etmeğe giderdi. Pişmekte olan yemeğin kontrolünü yaptıktan sonra yine ekin biçmeye devam ederdi. Tarlamızın sınır kıyılarında incir ağaçları vardı. En büyük mandal olan tarlamızın kıyısında bardacık incir cinsi olan devasa bir incir ağacımız vardı. Bu büyük incir ağacının altında dinlenirdik hep.Alaçatı cami Minarelerine yeni hoparlör sistemi kurulmuştu. Öğle ezanını rahmetli Murat Hoca (Aksüt) davudi sesiyle o kadar güzel okurdu ki ezanı, insanı mest ederdi. Uzaktan ne kadar güzel gelirdi ezanın sesi kulaklarımıza. Ezan sesini duyunca hemen elimizdeki orakları bırakır, biçmiş olduğumuz yulaf demetinin üstüne otururduk yumuşak yumuşak. Murat hoca; ezan okumasını bitirir bitirmez, biz doğru tütün diktiğimiz evleğin başında duran kırçaktaki suda ellerimizi ve yüzümüzü yıkardık. Sonra incir ağacının gölgesine koşarak annemin hazırladığı yemek sofrasına otururduk. Annem o gün güveçte kuru fasulye yapmıştı. Kuru fasulyenin yanında tarlamızda yetiştirdiğimiz taze soğanın ve annemin evden getirdiği muhallebi tatlısı üstüne süslediği tarçının kokusunu tarlanın her köşesinden alırdık. Kardeşlerim, annem, hep beraber toprak üstüne serdiğimiz sofra bezinin üstünde başlardık öğlen yemeğimizi yemeğe. Karakol kuyusundan doldurduğumuz su testimizin suyunu ısınmasın diye annem daha önceden tarla kıyılarında yeşil ot var ise onları toplardı. Ya da tütün çuvalını suya batırır ıslak ıslak testinin üstüne örterdi. Testimizin yanında bakırdan yapılmış maşrapa olurdu. Yemek arasında annem testiden maşrapaya suyu doldurup susayana maşrapayı uzatırdı. Başkasına suyu doldurtmazdı. “Bırak sen! yerlere dökersin.” derdi. Su çünkü çok kıymetliydi. “Suyu boş yere dökmek müsrifliktir.” derdi anneciğim. Kuyularda 5 metreden -ki bazı kuyular daha bile derin olurdu- kova veya yağ tenekelerinin ortasına bir oduna çivilenip, teneke sapına urgan bağlayarak öyle su çekilirdi. Spor yapmak aklımıza bile gelmezdi. Her sabah veya bütün gün en az 100 teneke su çekerdik. Fark etmeden pazı yapardık. Ne güzel günlerdi o günler.
Kalın
sağlıcakla…
KOKULAR
Yaşam hayatıma beni hep kokular yönlendirdi. Sünnet günü tarihimiz belliydi. Rahmetli ağabeyim Ahmet, lacivert takım elbiselik kumaş almıştı. 1962 yılında sünnetlik elbisemin dikilmesi için o yıllarda amcamın oğlu Kazım Önal'ın Keskin Fırının karşısındaki terzi dükkanına gittik. Benden üç yaş büyük ağabeyim Yaşar ile birlikte ölçülerimiz alındı. Ahmet abim terziye: “Amcaoğlu bak! Bu biraderler imin elbiselerini o güne yetiştirmen lazım ona göre söz ver” dedi. Kazım Ağabey de: “Olur mu öyle şey tabi ki yetiştiririm” diye cevapladı. Ölçülerimiz alındı, daha sonra şu gün için provaya gelirsiniz dedi ve dükkândan ayrıldık. Bir iki defa provalara Yaşar ağabeyimle beraber gittik. Sünnet düğünümüze çok az bir zaman kalmıştı. Yaşar ağabeyimin takım elbisesini yetiştirdi fakat benim sadece pantolonumu dikebildi, ceketimi yetiştiremedi. Ben sünnet düğünümde pantolon ve beyaz gömleğimle düğünümü geçirdim. Sünnetimde takım elbisemi giyemedim diye içimde uhde kaldı hep.İlkokulu bitirdiğimde annem beni Çeşme’ye ortaokula yazdırmaya götürdü. Ortaokula kayıt yaptırmak için Alaçatı’dan Çeşme’ye bizim yaşlı boz eşeğimizle gittik. Annem eşeğin semerinde, ben ise eşeğin kıçında, yaklaşık bir saatte Çeşme’ye varmıştık. Okuldan içeri girdik, okuldaki memur benim kayıt işlemlerimi bitirdi. Annemle tekrar Alaçatı’ya geldik. Bu sefer Alaçatı’da Ahmet ağabeyimin asker arkadaşı Çeşmeli Terzi Erdoğan yeni dükkânını açmıştı. Ortaokul elbisemi dikmesi için ona götürdük. Dükkândan içeriye girdik ve Terzi Erdoğan ölçümü aldı. Ağabeyimle beraber onlar sohbet ederken Rahmetli çocukluk arkadaşım Bayram Çalışkan ile Cemal Demirel Terzi Erdoğan’ın yanında kalfalık yapıyorlardı. Bayram paravananın arkasında pantolon ütülüyordu.Paravanın arkasından bana seslendi: “Ömer ne haber?” Başıyla bana işaret etti ben de hemen yanına gittim. Bayram pantolon kemerlerine kenevir telasını ütü ile kumaşa yapıştırıyordu. O kenevirin kokusu benim içime işlemişti. Kenevir kokusuna âşık olmuştum. Terzi Erdoğan her akşam Çeşme’deki evine gider, sabahları ilk otobüs ile dükkâna gelirdi. Benim takım elbisem bitene kadar ben her akşam terzi dükkânına gider, arkadaşlarla sohbet ederdim. Kenevir ve ütü bezinin kokusunu içime çekerdim. Elbisem bittikten sonra bir ay bile okula devam edemedim. Anneme: “Anneciğim artık okula devam etmek istemiyorum. Ben terzi olmak istiyorum.” dediğimde annem birkaç kez beni azarladı. “Oğlum bak, derslerinde başarılısın. Okursan büyük adamlar olursun” deyip sürekli nasihat çekiyordu. Sonunda annemi ikna ettim ve Terzi Erdoğan’ın yanında terzi çıraklığına başladım. Askerliğimle beraber tam yirmi beş sene terzilik hayatım devam etti. Bu mesleğimi çok severek yaptım. Çocuklarım büyüyordu ve okula giderken birçok kitaplarını Çeşme veya İzmir’de bulamıyorduk. İzmir’de Dost Kitabevi ve İleri Kitabevi’nde çocuklarımın ihtiyacı olan kitaplarını sormaya gitmiştim. Kitabevinde kitap kokusu ve kırtasiye kokusu içime sindi kokuları bir türlü burnumdan çıkmıyordu. 1989 yılına kadar terzilik mesleğime devam ediyordum. Belediye Başkanımız Sayın Remzi Özen Alaçatı belediyesinin işlerini takip etmek için Ankara’ya gitmişti yerine vekâlet olarak başkanlığa ben bakıyordum. 15 Eylül Alaçatı’nın düşman işgalinden kurtuluşu bayramının kutlama programını yapmak üzere Alaçatı’da bulunan resmi daire müdürleriyle toplantı yapıyorduk. Toplantı bittikten sonra ortaokul müdürü olan Rahmetli Ahmet Yaşar Çağlaşan’la ikimiz kaldık. Sohbet anında “Hocam ne olacak bu çocukların durumu? Derslerinden geri kalıyorlar.” diye sorunca Ahmet Hoca: “Sorma Ömer. Kitap sıkıntısı bu yıl da yaşanıyor.” diye cevapladı. O anda Ahmet Hoca’ya: Hocam, ben bir kitabevi dükkânı açsam diye fikrimi iletince. “Hadi be Ömer! Keşke öyle bir şey yapsan. Ne iyi edersin” dedi.Ben mesai bitince terzi dükkânıma gittim ve başladım düşünmeye. Akşam oldu evime yemeğe gittim. Eşimi aldım karşıma, bak hanım ben terziliği bırakıp kitapçı açmak istiyorum. Terzi dükkanımı da kalfam Muharrem Ergin’e bırakmak istiyorum dedim. Sabah oldu dükkanı açtım Muharrem’le konuştuk. İğnemi ve terzi yüzüğümü aldım, dükkandan çıktım. Bir hafta içinde Atatürk Kültür Merkezi’nin altındaki yeni kiraladığım dükkanı İsa Atagöz’ün desteğiyle 1989 yılı Eylül 20’sinde açmıştım. Terzi Ömer artık Kitapçı Ömer olmuştu. Kitap kokusuna halen devam ediyorum. Arada Terzi Ahmet’in dükkânına gider, ütü bezini alıp koklar koklar sonra yine kitap
kokusu kokan dükkânıma yollanırım.


BİR ALAÇATI VARDI!
Bir
Alaçatı vardı çocukluk ve gençlik yıllarımı barındıran. Akşam olunca delice
esen, üşüten rüzgârları, daracık sakin sokakları. Evlerin pencereleri açık,
komşularla karşılıklı sohbetler...
Bugün ise evlerinin önlerinde masalar, masalarda yabancılar. Hepsi birbirine sırtını dönmüş sanki küsler. Bir Alaçatı vardı, kaybettim ben o şehri, bulamıyorum. Kime sorsam bilmiyorlar Böyle bir Alaçatı yok diyorlar. Geçti o günler diyorlar. Oysa bir zamanlar ben de yaşamıştım bu şehirde. Sokaklarda yoğurt satıcıları, pişen ekmeklerin mahalleyi saran taze kokuları, mahalle arasında oyun savaşları yapan çocuklar… Kuyu başlarında su kuyruğunda kadınları olan bir Alaçatı vardı, kaybettim bulamıyorum…
Bugün ise evlerinin önlerinde masalar, masalarda yabancılar. Hepsi birbirine sırtını dönmüş sanki küsler. Bir Alaçatı vardı, kaybettim ben o şehri, bulamıyorum. Kime sorsam bilmiyorlar Böyle bir Alaçatı yok diyorlar. Geçti o günler diyorlar. Oysa bir zamanlar ben de yaşamıştım bu şehirde. Sokaklarda yoğurt satıcıları, pişen ekmeklerin mahalleyi saran taze kokuları, mahalle arasında oyun savaşları yapan çocuklar… Kuyu başlarında su kuyruğunda kadınları olan bir Alaçatı vardı, kaybettim bulamıyorum…
Ramazan
ayında da güm güm çalan davullar, “Haydi sahura, haydi sahura” diye bağıran davulcu
sesleri. Kış gecelerinde dışarıda esen rüzgârı, yağan yağmurlarda evlerinin içerisinde
çatır çatır yanan sobası olan, soğuğa aldırış etmeyip şarkılar mırıldanan,
gülen yüzü ile
bize sofra hazırlayan annem vardı.
bize sofra hazırlayan annem vardı.
Çok
özledim o günleri, çoooooook! Ben bu evi arıyorum, bulamıyorum. Sabahları okula
giden çocukların cıvıl cıvıl sesleri. Okuldan gelen ders zilinin sesleri. Komşularımızın
güler yüzle selam verişini. Komşularımızın Hu! Gelin kahve içmeye! diyen davet
seslerini. Bayramlarda büyüklerimizi ziyaret ettiğimiz haneleri. Ben o şehri
kaybettim bulamıyorum. Nasıl unuturum ki çocukluk ve gençliğim geçti o evlerde.
Unutulacak gibi değil, en güzel günlerimi yaşadım o evde. Soğuk ve uzun kış
akşamlarında annemin dayılarımın anlattığı tarihi hikâyelerin aklımda her biri.
Ne anne kaldı, ne baba! Kardeşlerimden üçünü kaybettim.
Ben
bu şehri kaybettim. Kaybettim, bulamıyorum…
YAŞAMDAN KESİTLER!
Çocukluğumu düşündüm. Küçük şeylerle ne kadar çok mutlu olduğum o günleri. Öyle
büyük hayallerim varmış gibi gözüken, oysa ki çok sıradan hayallere sahip
olduğum çocukluk günlerimi. Bazen bir uçurtma, bazen bir kıyafet ya da bir
futbol topuna sahip olabilmekti hayallerim. Kendimi evrenin merkezinde olduğumu
hissettiğim ama aslında hiç kimsenin umurunda olmadığı, buna rağmen umut
fidanlarımın yeni filizlenmeye başladığı, gerçek dünyayla tanışmamış olduğum
günleri. Bugün kâğıttan kayık yaptım suya bıraktım. Önce biraz uzaklaştı sonra da su
alıp battı, gözden kayboldu. Kâğıttan uçurtma yaptım, uçurdum; önce birkaç
metre havalandı sonra da yere çakıldı. Yok olan umutlarım, yerlerde sürünen
hayallerimi hatırlatırcasına. Artık çocuk değildim, koca adam olmuştum.
Sözüm ona ama küçükken usta olduğum kâğıt sanatını kullanma yeteneğimi bile kaybetmiştim. Oysa benim bütün umutlarım terzilik imiş. Bu yolda yirmi yedi yıl terzilik mesleğimi yapmışım. Zaman insafsızca davranmıştı, bir baktım yolu yarılamışım. Yolun uzunluğunu bilmeden yolun yarısından bahsetmek ne kadar mantıklı onu da bilmiyorum ya! Biz zaten hep yürüyoruz, yolun sonunu düşünen kim? Bizim için önemli olan yolun ne kadar engebesiz olduğu. Yol üzerinde bırakılmış küçük süslü armağanları amaç edinip onlara ulaşma hevesiyle gecemizi gündüzümüze katıp çalışıyoruz ve hiç dönüp arkamıza bakmıyoruz. Geldiğimiz yolda arkada bıraktığımız sevinçlerimizi, mutluluklarımızı, hüzünlerimizi, hayal kırıklıklarımızı, başarılarımızı ya da başarısızlıklarımızı. Hep ileriye bakıyoruz, ulaştığımız yolun kenarında bırakılmış armağandan sonra daha ötedeki biraz daha büyük armağana ulaşma çabasıyla ilerliyoruz durmadan. Oysa Alaçatı, gibi güzel Belde’mizde Çeşme’de, ne sevgilere tanıklık ettik, kaç gönlü hoş ettik, nice dostluklar yaşadık. Oysaki bazen bilmeden ne kalpler kırdık? Kaç arkadaşlığı yıprattık hoyratça? Nice gözyaşı döktürdük, umursamadan. Ama hayat geride bıraktıklarını düşünmek yerine hep daha çoğunu isteyen ve bu uğurda durmadan çalışanları armağanlarla mükâfatlandırırken siz de haklısınız, ben de haklıyım geçmişin toz dumanlı yollarını düşünmemekte. İlerliyoruz hayat denen bu yolda; bazılarımız ışık hızıyla, bazılarımız uçakla, bazılarımız herhangi bir vasıtayla, bazılarımız yaya. Hayat herkese eşit davranmıyor anlayacağınız. Herkes hak ettiğini buluyor da diyemiyoruz, hak edilmeyeni hak görüp sahiplenenleri gördükçe. Yol kenarında duran gülü koklamaya çalışırken elimize batan dikenle kanayan elimize şaşırmamayı öğretti hayat bize. Hayat yolunda bazen sürünerek, bazen emekleyerek bazen de koşarak ilerleyeceğimizi ve bunun talihle alakası olmadığını, aldığımız kararların doğruluk oranıyla ilgili olduğunu öğretti hayat bize. Ayağımıza takılan bir taştan sonra eskisi gibi olmazsa da er ya da geç ayağa kalkacağımızı ama doğru insansan o taşa başkasının da ayağının takılıp düşmemesi için yolda atmamız gerektiğini öğretti hayat bize. Âmâ hayat bize, son düzlükte hızımızın artmak yerine giderek düşmesi gibi bir sürpriz hazırlarken ve son birkaç metrede aniden gökyüzüne doğru yükselecekken biz hala en zinde, güçlü olduğumuz dönemde yol kenarındaki o küçük armağanlara kanmamayı öğretemedi, öğrenemedik. Öğrenemedik adam gibi sevmeyi, sevilirken şımarmamayı, affetmeyi, affedilmeyecek hatalar yapmamayı, olduğumuz gibi görünmeyi ya da göründüğümüz gibi olmayı, değmeyecek insanlar için gözyaşı dökmemeyi, gözyaşı döktürmemeyi…
Sözüm ona ama küçükken usta olduğum kâğıt sanatını kullanma yeteneğimi bile kaybetmiştim. Oysa benim bütün umutlarım terzilik imiş. Bu yolda yirmi yedi yıl terzilik mesleğimi yapmışım. Zaman insafsızca davranmıştı, bir baktım yolu yarılamışım. Yolun uzunluğunu bilmeden yolun yarısından bahsetmek ne kadar mantıklı onu da bilmiyorum ya! Biz zaten hep yürüyoruz, yolun sonunu düşünen kim? Bizim için önemli olan yolun ne kadar engebesiz olduğu. Yol üzerinde bırakılmış küçük süslü armağanları amaç edinip onlara ulaşma hevesiyle gecemizi gündüzümüze katıp çalışıyoruz ve hiç dönüp arkamıza bakmıyoruz. Geldiğimiz yolda arkada bıraktığımız sevinçlerimizi, mutluluklarımızı, hüzünlerimizi, hayal kırıklıklarımızı, başarılarımızı ya da başarısızlıklarımızı. Hep ileriye bakıyoruz, ulaştığımız yolun kenarında bırakılmış armağandan sonra daha ötedeki biraz daha büyük armağana ulaşma çabasıyla ilerliyoruz durmadan. Oysa Alaçatı, gibi güzel Belde’mizde Çeşme’de, ne sevgilere tanıklık ettik, kaç gönlü hoş ettik, nice dostluklar yaşadık. Oysaki bazen bilmeden ne kalpler kırdık? Kaç arkadaşlığı yıprattık hoyratça? Nice gözyaşı döktürdük, umursamadan. Ama hayat geride bıraktıklarını düşünmek yerine hep daha çoğunu isteyen ve bu uğurda durmadan çalışanları armağanlarla mükâfatlandırırken siz de haklısınız, ben de haklıyım geçmişin toz dumanlı yollarını düşünmemekte. İlerliyoruz hayat denen bu yolda; bazılarımız ışık hızıyla, bazılarımız uçakla, bazılarımız herhangi bir vasıtayla, bazılarımız yaya. Hayat herkese eşit davranmıyor anlayacağınız. Herkes hak ettiğini buluyor da diyemiyoruz, hak edilmeyeni hak görüp sahiplenenleri gördükçe. Yol kenarında duran gülü koklamaya çalışırken elimize batan dikenle kanayan elimize şaşırmamayı öğretti hayat bize. Hayat yolunda bazen sürünerek, bazen emekleyerek bazen de koşarak ilerleyeceğimizi ve bunun talihle alakası olmadığını, aldığımız kararların doğruluk oranıyla ilgili olduğunu öğretti hayat bize. Ayağımıza takılan bir taştan sonra eskisi gibi olmazsa da er ya da geç ayağa kalkacağımızı ama doğru insansan o taşa başkasının da ayağının takılıp düşmemesi için yolda atmamız gerektiğini öğretti hayat bize. Âmâ hayat bize, son düzlükte hızımızın artmak yerine giderek düşmesi gibi bir sürpriz hazırlarken ve son birkaç metrede aniden gökyüzüne doğru yükselecekken biz hala en zinde, güçlü olduğumuz dönemde yol kenarındaki o küçük armağanlara kanmamayı öğretemedi, öğrenemedik. Öğrenemedik adam gibi sevmeyi, sevilirken şımarmamayı, affetmeyi, affedilmeyecek hatalar yapmamayı, olduğumuz gibi görünmeyi ya da göründüğümüz gibi olmayı, değmeyecek insanlar için gözyaşı dökmemeyi, gözyaşı döktürmemeyi…
ÇEŞME İLÇEMİZDE YEREL BASIN!!
Yerel Basın deyip
geçmeyin; Ulusal Basının can damarı olan yerel basın, Türkiye gündemini
belirleyen en önemli güçtür.
Siyasetten ticarete, magazinden spora kadar her alanda hizmet veren yerel basın, ne yazık ki İzmir ve Çeşme’de hak ettiği ilgiyi görememektedir.
Bazı kamu kurum ve
kuruluşlarının bile destek vermediği yerel basın, olmayan kendi imkânlarını
kullanarak ayakta durmanın yollarını arıyor.Burada yapılması
muhtemel olan bazı matbu evrak işlerinin bile başka İllerde yaptırılıyor
olması, ilgisizliğin kanıtı değil midir acaba Yerel Basın; öncelikle
siyasilerimizin ve işadamlarımızın yakın desteğini almalı ve yerel idareler
tarafından da desteklenmelidir. Bunlar olmadan hiç bir şey olmaz..
Başka yerlerde herkes yerel gazetesine sahip çıkarken, bizde neden
Siyasetten ticarete, magazinden spora kadar her alanda hizmet veren yerel basın, ne yazık ki İzmir ve Çeşme’de hak ettiği ilgiyi görememektedir.
Başka İl ve İlçelerde yerel basın, gerek Kaymakamlık, Belediyeler ve gerekse
yerel idareler tarafından mutlaka desteklenirken, sorunlarının giderilmesine de
destek veriliyor.
Ama Çeşme
ilçemizde durum biraz farklıdır..
Topu topu iki tane haftalık gazetemiz var Biri “Yeni Çeşme” diğeri ise
“Çeşme Güneşi”
“Gazetem Çeşme
”ekonomik yüzünden gazetesini kapatmak zorunda kaldı önceleri de bir kişi
denedi aynı ekonomik sorunlar nedeniyle kapatmak zorunda kaldılar. İki tanede
İnternet gazetemiz vr Çeşme ile ilgili haberleri bu sitelerden öğreniyoruz.
Çeşmenin sesi”, “Çeşme Gümdem”Gazeteleri zorla ayakta durabiliyor. Bu
arkadaşlara sormak gerekmez mi nasıl ayakta durabiliyorsunuz.
Yerel basının
aldığı resmi ve özel ilanların dışında, ayakta durabileceği bir dayanağı
yoktur. Bazı kurumların ödeneği, Köye Hizmet götürme birliği tarafında
ihaleye çıkılarak yerel gazetelerde ilan verilmemektedir.Turizmden geliri
olan fakat Sanayisi olmayan bir ilçede yayın hayatını sürdüren gazeteler,
sigortalı işçi çalıştırmak zorundalar. Yerel gazetede Sorumlu yazı İşleri
Müdürü, Sayfa editörü, Muhabir Baskı çalışanı, dizgici, SSK’LI olarak
çalıştırmak zorundadır. Yoksa Valilik Basın halkla ilişkiler Müdürlüğü haklı
olarak gazetenin Resmi ilan yayınlama hakkı iptal eder. . Ayrıca Kira,
elektrik, yemek, ulaşım, telefon, kâğıt mürekkep, kalıp eklediğinde gazete
maliyeti artmaktadır.
Dolayısıyla Çeşme’de yerel basın, kendi kaderi
ile baş başadır.Ayakta
durabilen durur, duramayan bu sahneden çekilir misali, çaresizliğin sıkıntısı
içerisindedir
Yerel Basının her
zaman önemli olduğu kavramının biliniyor olmasına rağmen, duyulan ilgisizliği
de anlamak mümkün değil.

Başka yerlerde herkes yerel gazetesine sahip çıkarken, bizde neden
Olmasın.
YAŞANILACAK KASABA ALAÇATI!
Alaçatı anlatılmaz yaşanılır, hissetmek gerek.
İster lacivert soğuk denizi konuşalım, ister üç tepe altı mahalle… Her bir
köşesini ya da esen rüzgârını! Dünyanın bu eşsiz kasabasını yudum yudum
teneffüs etmek bu güzelliğin hakkını vermek gerekmez mi? Var mıdır sahi dünyada
bir eşi? Hiç zannetmiyorum. Her yeni görenin hayranlığı ve methiyesi bunu
göstermiyor mu? Şu gizemli dört değirmenini efsane tebessümü insanı alıp İzmir’in
Alsancak’ına sürükleyişi duygu ve düşünce dünyanızın nasıl güzelleştirdiğini
anlatamam size. Martılarını konuşalım, güvercinleri unutmayalım bu Kasabanın, Bundan
böyle ister deniz trafiğinin görülmemiş enerjisini, uluslararası geçişlerden
hat vapurlarına, balıkçı sandallarına kadar öylesine çok geniş bir yelpaze ki
anlat anlat, ne biter ne de yeterlidir. Yaz ve kış mevsiminde yaşamalı diyorum Alaçatı’nın
mavinin tonları ile cumba ve pencerelerinin renginin uyumunu. Alaçatı’ya unutulmaz
bir bahar havası yaşatıyor ki, muhteşemdir tek kelimeyle. Alaçatı; o güzel dar
sokakları sayesinde tarihi dokusunu bozmadan yaşatan, ferahlatan gülümsemesi
olmasa dayanılır gibi değil. Dünya ülkelerinden gelen turistlerin bile
hayretini çekmektedir. Ne var ki hangi olumsuz zor şartlar göz önüne gelirse
gelsin, şehrin sevimli martılarının her zamanki melodik şirinlikleri hiç
durmadan devam eden yaşama mücadelesi ve mavi suyla olan sevinçleri unutturuyor
sıkıntıları. Hatta insanı yeniden hayata bağlıyor. Bu şiir Alaçatı’da insanlar
her zaman anlaşır günlüklerini yaşıyor çabalıyor küçük dünyalarıyla tutunmaya
çalışıyorlar.
Kalın sağlıcakla…
Alaçatı’da bir aile gibi evlerimiz, baş başa, diz dize her zaman her an yanı başımızdaymış başucumuzdaymış gibi hissettiğimiz, duygu yüklü evlerimiz. Derinlemesine baktığımızda medeniyetimizin mimari renginin, insanı hayatı ve yeryüzünü nasıl da sevgi barış özgürlükler dünyası üzerinde yansıttığını ilgi hayranlık ve gururla fark edeceğiz. Dün ve bugün Alaçatı en yalın sade duruşu ve günümüz Yaz sezonunda kalabalığı arasında sıkışıp kalsa da taşıdığı gizemlilik manevi zenginlik ve tarihsel dokusu ile eskimez bir tablo. Ah Alaçatı sana her bakışımda kederliyim bu yaşadığım kasaba fotoğrafında, insanlık tarihi kadar eski, Agrilia denizinin durgun suyu kadar gizemli lacivert görünümü hayat dolu. Sessiz bulutların içinden geçiyor gibi yaşadığım kasabanın sabahını teneffüs ediyorum. Bütün yankılar bütün renkler mavinin koynunda o muhteşem güzelliğiyle ve yağmur düşüyor. Alaçatı kadar güzel yağıyor bütün aşkların üstüne ve gece olunca yıldızlar şarkı okuyor Alaçatı’ya. Böyle de romantik bir kasaba ve bu şehirde yaşamak güzel bütün acılara sıkıntı ve mutsuzluklara rağmen. Çünkü Alaçatı yaşıyor içimizde bu yüzden korkularımız değişir kâh bizi teskin eder kâh mücadele azmi katar bir kimlik, kişilik, şahsiyet yükler. Yağmurun kokusu tadı bir başkadır sanki uzak bir geçmişten süzülen gözyaşları gibidir ve gecenin renk renk ışıkları. Dayanamıyorum şehrin bir mumun yanışı gibi latif ve dertli zenginliğine o kadar farklı ki alemler gezdiren bu esrarlı sevgisi. Beni kendisine bağlamakta, bağışıklık yaptırmakta bu hüzün anları değil mi beni de çeken? Ah bu güzel kasabam Alaçatı. Düşünce duygu bakış ölçülerimi mavi yaptı düşlerim mavi gök mavi su mavi sevgi mavi bundan mı? diye düşünüyorum bendeki deli mavilik! Hangi tepesinden bakmalıyım Alaçatı’nın? Lacivert yosun kokulu o güzel görünümüne? Baktıkça başka bir dünya, başka bir dert ya da mutluluk başımı alır kaybederim kendimi. Saatlerce dalgaların gel git sahile vuran haberlerinden… Alaçatı mavi mavi çağırıyor nasıl reddedebilir? İnsanın içinden yürümek gelir. Alaçatı sahilinin ışıltılı mavi görünen denizinin güzelliğine doyum olmuyor. Sahilleri nasıl da insan mutlulukları ile dolu. Yumru Sahili’ne nazır kurulmuş şanslı evlere bakıyorum. “Ah ne güzel bir yaşam olmalı bu evlerde!” Alaçatı sahiline doğru yürüyüp, sabah çayını mavi sulara bakarak yudumlamak! Güneş batarken terasta duygulanmak. Kim bilir hangi sevinçli yüzler veya mutlu insanlar oturuyordur? Alaçatı’nın dağlarından bu kadar güzel hem çekici hem en güzel kokan bir başka çiçek daha var mıdır?
Kalın sağlıcakla…
ALAÇATI NEREDEN NEREYE!
Alaçatı Türkiye’nin en gözde turizm beldelerinin son
yıllarda en başında geliyor. Alaçatı mimarisiyle, doğasıyla yaşam kalitesiyle
çağdaş halkıyla hep gündeme geldi. Alaçatı 1989 yılına kadar geçimini tarım ile
sağlıyordu.1989 yılından sonra geçimini turizmden yana sağlamaya başladı.1873 yılında kurulan Alaçatı
belediyesi, altyapı çalışmalarına önce eski daracık yollarındaki Arnavut
kaldırımlı taşlarını düzenleyip belli sokaklara ve diğer sokaklarını Bergama
ilçesinden küçük ve kaliteli parke taşları getirterek her sokağı dantel gibi
döşedi. Kanalizasyon ve sokak lambalarını örümcek ağı gibi olan elektrik
tellerini toprak altına alarak makyajlarını tamamladı.
Yeni açılan mekânlara samimi davranarak ruhsat
işlerinde kolaylıklar sağlandı.
Yeni gelişmekte olan Alaçatı, yerel ve ulusal
basında kendinden çok söz ettirmeye başladı. Uluslararası Alaçatı sörf
yarışları, Alaçatı Gençlik ve Çocuk Tiyatrosu Festivali, Alaçatı Ot Festivali,
Balık Festivali, kültürünü, geleneğini ön plana çıkarmak için yerel halkımızla
beraber hep ilkleri başardı. Alaçatı’yı yerel yönetimi halkını da yanına alarak
iyi bir yerlere taşımaya çalışıldı.
Alaçatı’ya ilk yıllarda gelenler daracık sokakları,
cumbalı evleri, lavanta, kekik kokan sokakları, sokaklarında sarı, beyaz,
turuncu açan begonvilleri taş evlerin pencerelerinde sardunyaları, dantel
perdelerini görürlerdi.
İnanın 2002 yılında kırtasiye dükkânıma elinde
sekreterlik fotokopi çektirmek için bir hanımefendi dükkânıma geldi. “Bana
bunlardan beşer adet çekebilir misiniz?” dedi ve o anda cep telefonu çaldı.
Dükkânın önünde telefonla konuşurken karşı tarafa “İnanmıyorum burası adeta bir
Paris gibi İtalya gibi görmen lazım” gibi sözler söylüyordu. Ben fotokopi
makinemde fotokopilerini çekerken bir taraftan da kulak misafiri oluyordum. Bir
an düşündüm Alaçatı galiba layık olduğu yere geliyor diye de gururlanmıştım.
Beş yıldır Alaçatı’da bir şeyler oluyor. Canlı
müzikler, sokak müzisyenleri, Arabesk çalan mekânlar, Müzik kültürlerini
eleştirmek değil, ama Alaçatı’nın kültürü bu değil. Ana caddede bulunan meyhane
diye nitelendirilen mekânların önlerindeki çalışanlar yoldan geçen misafirlerin
elindeki menüleri insanların gözüne sokarcasına geçen insanları taciz
ediyorlar. Alaçatı kültürüne hiç uymayan hareketler bunlar.
Bu güne kadar Alaçatı’dan ev almış ve hayatının
bundan sonraki yaşamını Alaçatı’da geçireceğini söyleyen çok insanla sohbet
ederken ben buraya kafa dinlemeye geldim diye dert yanıyorlar. İtalya, Fransa,
gibi böyle güzel tarihi yapısı olan kasabalarını nasıl koruyorlar. Biz neden bu
kadar güzel bir kasabamızı koruyamıyoruz. Bir tarafta görüntü kirliliği bir
tarafta ses ve müzik kirliliği. Hele evleri ana caddede yaşayan halk evinin
önünde oturamaz, evinde geç saatlere kadar uyamaz duruma geldiyse? Alaçatı’da
gürültüyle mücadele dernekleri kuruldu. whatsappta Yeni Mecidiye ve Hacımemiş
Mahallesi gürültü gurubu kuruldu sonuç alınmadı.
Tatil ve eğlence yüksek sesle müzik dinlenen
mekânlara gitmek değildir. Tatil bir kitap yazmak veya resim yapmak,
komşularınızla beraber akşamları çay, kahve içip sohbet etmekte sayılmalıdır.
Tabi ki müzik ama müzik fondan dinlensin. Bağırtarak
elinde mikrofon avaz avaz bağırılmamalı. Biz Alaçatı’da yaşayanlar olarak her
şeyi yöneticilerden beklemeyelim Çağdaş insanlar olarak bir araya gelip bu
sorunları toplantı düzenleyerek çözüm aramak zorundayız.
İnanın o eski Alaçatı’yı özlüyorum.
BUGÜNÜN ALAÇATISI!
Alaçatı’nın tarihçesi çok
eskilere dayanıyor. 1570’de İlk gelen Türkler “Alacaat” 1800 yıllarda adalardan
gelen Rumlarda “Alatsata” ismini kullanmışlar. 1873 yılında belediye olunca
ismini Alaçatı olarak almış bu şerefli Kasaba. Ve ismini 30 Mart 2014 yılına
kadar koruyabilmiş. Bu günkü iktidar seçim çıkarları için bütünşehir yasası ile
Alaçatı’yı mahalle yaptı.142 yıllık Belediyemiz kapandı. Altı yıla da Alaçatı’ya mahalle olarak alışmaya çalışıyoruz.
Alaçatı ne zor günler
gördü. Bir gün gelip bu günleri de aşacaktık muhakkak.
Alaçatı 1922 yılına kadar
Rumlarla birlikte yaşamış olduğu yıllarda Sakız’ından Üzüm’üne şarapçılık ve
tuzuna kadar dünyanın dört bir yanına deniz ulaşımı ile gemilerle ürünlerini pazarlıyordu.
Dünyada sayılı limanlardan
biriydi güney sahilimizdi Ağrillia körfezi. Bu gün de “Dünya Kenti Alaçatı”
olarak tanınıyor. Türkiye turizmine yeni bir model getirdi. Avrupa ve diğer
ülkelerden uzmanlar gelip bu kadar kısa bir sürede turizmde bu sıçrayışı nasıl
yaptı diye konuşulmaya başladı ve turizmde örnek teşkil etti.
1990 yıllarda ziraat
işlerini bırakıp, seçimini korumalı Turizm ile bu günlere geldi. 1995 yılında
İstanbul’un en seçkin kişileri ile tanışıp Alaçatı bu kişilere ev sahipliği
edip onlarla buluştu. Bu aileler İstanbul’un gürültüsünden ve çirkin
yapılaşmasından sıkılıp Alaçatı’nın mimari ve doğal zenginliklerinden hoşlanıp,
Alaçatı’da huzurlu bir yaşam için beldemize yerleşmeye karar verdiler.
Alaçatı’da 80’li yıllarda
iki tane meyhanemiz vardı. Benim hatırladığım bir Martı Restoran, diğeri de
Bekâr Hakkı’nın kardeşi olan Ali Çevik’in meyhanesiydi. Bu meyhanelerde
Gramofonda kırkbeşlik plaklar çalar ve sadece mekânda oturan müşteriler bu
müzikleri dinlerlerdi. Sokaktan geçenler müzik sesini duymazlardı bile. Kimse
müzik sesinden de rahatsız olmazdı.
İstanbul’dan ve diğer
illerden gelen insanlarımız bu kültürü gördükleri için Alaçatı’yı tercih
ettiler. Son yıllarda hele şu birkaç yıldır Alaçatı’da gürültü ile yazılar
yazılıyor Gazete ve televizyonlarda gürültü ile anılıyor Alaçatı.Alaçatı’da
yaşayan sakinler gürültü denedeniyle evlerini satmaktalar ve Alaçatı’yı terk
etmeye başladılar. Meyhane sahipleri inatla yüksek sesli müzik yapmakta
direniyorlar. Neden böyle hep? Belediye zabıtası veya polis kolluk güçleri
sürekli uyarmak zorunda mı bu mekan sahiplerini? Gecenin geç saatlerine kadar
üst kattaki evde hasta mı var, yoksa karşı komşumun bir sıkıntısı var mı? diye
düşünmez mi insan. İllaki birileri uyarmasımı lazım. Komşuluk ilişkileri böyle
mi olmalı? İlla ben para kazanayım, senin ne halin varsa gör mü Denmeli?
Alaçatı’da üç dört
kuşaktır yaşayan sakinler, yıllarca cenazelerini Camide cenaze namazı kılındıktan
sonra mezarlığa kadar sırtlarında taşırlar. Cenazelerini Kemalpaşa Caddesi’nden
mezarlığa götürürlerdi. Saat 11.00’de Alaçatı sokakları trafiğe kapanıyor.
Kemalpaşa Caddesi ve Pazaryeri Camii’ne giden caddede esnaf masalarını
sokaklara kuruyor diye Alaçatı halkı masalarını esnaf toplamasın veya onları
rahatsız etmemek için 147 yıllık geleneğinden vazgeçip, cenazelerini defin için
farklı yolları tercih etmeye başladı. Neden? Esnaf üzülmesin yorulmasın ve
külfet olmasın diye.
Alaçatı’nın içinde bulunan
meyhane ve bar sahibi arkadaşlar: Ben de yıllarca Alaçatı esnafıyım. Bizler de
halkımıza biraz duyarlı olmayalım mı? Bu ses kirliliği devam ederse bir gün
hepimiz sermayeyi kediye yükleriz. Çünkü başka Alaçatı yok! “Yasalar bana ne
diyorsa ben onu uygularım” felsefesini bırakalım. Alaçatı halkı ses
kirliliğinden çok mağdur. Halkın sesine kulak verelim. Yarın çok geç olur.
Alaçatı’nın önünü tıkamayalım. Birlik beraberlik içinde olalım. Demokrasiye ve
insan haklarına inanalım ve uygulayalım.
Çocuklarımıza ve gelecek kuşaklara
gürültüsüz sakin bir Alaçatı teslim
edelim.
GÜRÜLTÜDE KOPAN GÜRÜLTÜLER
Alaçatı’nın meşhur Kemalpaşa Caddesi’nde yaklaşık beş
yıldır bu caddedeki restoranlar canlı müzik yaparlar. Sadece Kemalpaşa Caddesi
değil , Hacımemiş Mahallesi’ndeki bazı restoranlar da bu kervana uydular.
Alaçatı dinlenme merkezi mi? Yoksa eğlence merkezi mi? Artık karar vermemiz gerekiyor.
Buna önce yerel yönetime seçilmiş kanaat önderleri karar verecek. Eğlence
diyerek ortya çıkan bu gürültüden çok rahatsızım. Belki biraz bencil gelecektir
düşüncelerim. Ama evim Kemalpaşa Caddesi’nde olduğundan artık katlanacak halim
kalmadı. Belirli bir saatten sonra uyumak için gürültü olmaması lazım ki ertesi
gün evimin altındaki mekânımda rahat ve verimli çalışayım. Ama gel gör ki evin
içerisinde bağırmadan konuşamaz haldeyim. Geç saatlere kadar durduğum dükkânımı
erkenden kapatmak zorunda kalıyorum. Ülkemizin bir çok önemli yazarını imza
günü için dükkânımda ağırlardım ama yazar artık okuruyla anlaşamaz hale gelince
imza günü de yapamaz olduk.
30 Temmuz 2020 Perşembe günü sosyal medyada “İmdat Lütfen
Sesimi Duyun!” başlıklı bir paylaşım gerçekleştirdim. Bir çok beyefendi “üç
kuruşluk evleri yüz liraya kiraya verirseniz olacak budur anlayana” gibi saçma
sapan yorumlarda bulundular. Arkadaşlar şimdi Alaçatı’daki evlerinin çoğu artık
ilk satıcıdan sonra üçüncü beş defa el değiştirdi. Alaçatı1914 ve 1923’den
sonra göçmen alan bir kasabaydı. Atalarımız bu güzel dünyadan göç edip malları
çocuklarına kalmış, taksimi mümkün olmayınca satışa çıkarılıp malı sattıktan
sonra paraları bölünmüşler. Şimdi burada Alaçatı’nın yerli halkının suçu nedir?
1995’den sonra Alaçatı’ya ilk gelen Yeni Alaçatılılar ev ve arsaları alıp
Alaçatı’nın mimari dokusuna uyarak Alaçatı’mızın bozulmadan gelişmesine destek
oldular. Leyla Figen’in Agrilia restoranı, Zeynep Öziş’in Taş Oteli, Melih Tekşen
ve Mahmut Etkin ile birlikte Leyla Figen’den sonra devraldıkları Agrilia restorant,
Lavanta, Tuval, O Ev gibi nezih yerler yıllarca gürültü yapmadan çok değerli
insanları Alaçatı’da ağırladılar.
Son yıllarda meyhane adı altında Alaçatı’da bir çok mekân
açıldı. Hepsi özenti. Buranın kültürüne ait olmayan yerler. Benim bildiğim
meyhaneler sohbet yerleridir. İnsanlar üzüntülerini veya sevinçlerini demlenirken
birbirleriyle paylaşırlar. Müzik olur tabiî ki ama kısık şekilde fondan gelir.
Yanındakiyle konuşurken bağırmak zorunda kalmazsın. En geç de 23:59 dedi mi
müzik de kapanır.
Günümüzde meyhane anlayışı yüksek volümde bayağı göbek
attıran parçalar eşliğinde yeme - içmek oldu. Kendini bilen, zevk sahibi,
kalitesi yüksek müşteriler bu tür yerleri pek tercih etmezler. Dünyada hiçbir yerde birinin eğlencesi
diğerinin eziyeti olmaz. Bu sebepten yaz ayları Alaçatı, Alaçatı olmaktan
çıkıyor. Rezil mi mi rezil bir yere dönüşüyor. Ne yazık ki lokal otoriteler buna
engel olamıyorlar ya da isteseler de yetkileri sınırlı kalıyor. Olan yine halka
oluyor. Mesela ben Kitapçı dükkânımın önünde hiç oturamıyorum. Dükkanımın
kapılarını kapatsam bile bina duvarları o kadar yüksek müzik sesinden dolayı sarsılıyor.
Her akşam mekanlar düğün salonu gibiler. İnanın artık sağlıklı düşünemiyorum. Gürültüden
kulaklarımız duymaz oldu. Halk olarak bir şeyler yapmak zorundayız. Yetkililer
inşallah sesimizi duyarlar. Mekanlarımızın önünde dostlarla sohbet edebileceğimiz
günlerin hasretiyle, Gürültüsüz günler dilerim. Esen kalınız…
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
YAŞANMIŞ ANILAR!
YAŞANMIŞ ANILAR! Bir köy çocuğu olarak geldim dünyaya. Bir yılkı atı kıvamında büyüdük yetiştik, türlü badireleri geçerek. Bu zamana gelinc...

-
“İNSANIN İNSANA İYİ GELDİĞİ BİR DÜNYA YARATILABİLİRMİYİZ”. İnsanın insana iyi geldiği bir dünya arıyorum kendi içimden çıkarak dışarıda do...
-
ALAÇATI’DA YAŞAMDAN KESİTLER 1960 lı yıllar. Alaçatı Belediye’sine ait elektrik santrali vardı. Bu gün halk Pazarı kuru...
-
28 Kasım 2011 pazartesi günü Tokoğlu Mahallesi Uğur Mumcu Caddesi’nde bulunan “Dost Kitap Kırtasiye” adındaki dükkânımı, Yenimecidiye Mahall...