YAŞAMDAN KESİTLER(2)

Çocukluk yıllarımda ilk olarak hatırladığım, köy yerinde kalabalık bir ailemizin olduğudur. Babamın babası; Rahmetli Murat Dede’min kafasının çok çalışır olmasından dolayı kendisine Murat Ağa olarak, şahsına ait bu unvanı aynı zamanda ailemizin de unvanı olarak kalmıştır. Murat Ağa yani dedem yokluktan gelen, çalışkanlığı kadar efendiliği ve dürüstlüğü kendisine ilke edinen, kimseye zararı dokunmayan, aksine çevresindeki herkese pozitif anlamda katkıları olan bir muhterem zat idi. Bu özelliklerinin yanında sofrası geniş bir kişi olarak da bilinir. Bu sebeple de köy yerinde ve uzak-yakın çevrede kendimizi tanıtırken “Germiyanlı Murat Ağa oğlu Ömer Ağa Ailesindeniz” demeyi ayrıcalık ifadesi olarak algılarız daima. Dedem bir defa evlenmiş. İki oğlan ve bir kız olmak üzere üç çocuğu olmuş. Ham dolsun ki, dedemden süregelen bir özellik olarak izzet-i nefis sahibi kişilerin çocukları olarak doğmuş büyüklerim. Başkalarının elindeki yufka ekmeği dürümünün içerisinde ne olduğunu merak etmeden yaşamışlar.  Germiyanlı Murat Ağa sülalesi olarak hep tanınıp bilindi. Germiyan Köyü’nün bulunduğu bölge olan Elenoz Deresinin de ötesinde.

Amca elinde yetim bir çocuk olarak büyüyen dedem, delikanlı yaşına geldiğinde amcası tarafından hiçbir mal mülk sahibi edilmeden tek başına bırakılarak ayrılır ve kendi kaderine terk edilir. Çok yoksulluk çeker. Yiyecek ekmeğe muhtaç olduğu günler sayısızdır.
Ancak, zamanla kendisini iyi ziraatçı olarak geliştiren dedem, çalışmaktan, üretmekten bıkmadan var gücüyle tutunur hayata. Gün gelir, yaşadığı yoksulluk ve yoksunluğu unutturacak bir ekonomik rahatlığa kavuşur, kiminin imrenerek ve gururla, kiminin de ilenerek ve hasetle izlediği. Şu var ki, sevmeyeni yok denecek kadar az olan Ulu bir insandır çevresinin gözünde.
Öyle ki, sülalemizin ismi Dedemin amcası olan Kadi Ağa Sülalesi olarak anılırken, Dedem adını yazdırmıştır sülalenin künyesine. Sonunda da amcasının adının yerine kendi adı “Murat Ağa” ile anılır olmuştur ailesi ve ondan sonra gelenler. Babam, Dedem için, bilmeyenin efsane olarak kabul edeceği öyle bir olay anlatırdı ki, dinlerken olduğu gibi, bugün anımsadığımda dahi tüylerim diken diken olur. Bu olay bile O’nun ne kadar enteresan, farklı ve seçkin bir yaratılış olduğunu gösterir. Dedem belli bir yaşa gelince işten elini çeker. Yanı sıra da aklına, zekasına güvendiği bir oğlunu birlik evinin reisi olarak tayin ederek tüm çocuklarına; “Bundan böyle evin reisi Ömer Ağa’dır O ne derse öyle olacak” der.
Herkes bu isteği emir telakki eder ve babalarının talebinin aynen uygulanması için elinden geleni yapar. Dedem yaşlılıkla birlikte, geçmişte yaşadığı kötü şartların etkisinden olsa gerek zamanla hastalanır. Bir zaman sonra hastalığının geçici olmadığını, götürücü olduğunu anlar kendi iç dünyasında. Bunun üzerine çocuklarını çağırarak; “Çocuklar dinleyin beni! Benim çok fazla zamanım kalmadı. Sizden bir isteğim var. Üç gün sonrası için yemek sofraları hazırlayacaksınız ve size vereceğim isimleri bu yemeğe davet edeceksiniz” der. Çocukları ise “Olur mu öyle şey, sen hasta yatağındasın ve biz misafir mi ağırlayacağız? Dedem;

“İtiraz istemiyorum, nasıl arzu ediyorsam öyle yapacaksınız. Dünya gözüyle eşim dostumla son bir kez kucaklaşmak, muhabbet etmek, onları ağırlamak ve helalleşmek isterim. Koyunlar keseceksiniz. Sofranız çok zengin olacak. Hep beraber yiyilip içilecek. Misafirlerimizi çok iyi ağırlayacaksınız ve ben bundan mutluluk duyacağım.” der.
Çocukları babalarına fazla itiraz edemeyeceklerini bilirler. Derhal dedemin ismen bağırılmasını istediklerine haber gönderirler, ısrarla mümkünse gelmelerini rica ederler. Bu arada da süratle ağırlama hazırlıklarına girişirler. Babalarının arzusu böyledir ve onun mutlu olması en büyük istekleridir artık. Ziyafet günü gelir. Çok sayıda isimlerini bilmediğim. Hatırı da sayılan misafirler teşrif ederler. Çok büyük ve geniş bir sofra kurulur. Ziyafette yok yoktur. Sohbetin sonlarına doğru, Dedem, sesi güzel olan babamı yanına çağırarak; “Oğlum şu Mecnun’um Leylayı gördüm, bir kerecik baktı geçti” türküsünü söylemeni istiyorum” der. Babam itiraz etse de hüznünü içine gömerek Dedemin o çok sevdiği türküyü söyler. Dedem daha sonra köyümüz sakini Mazlum Hoca’ dan kendisi için kuran, Yasin-i şerif okumasını rica eder. Bu fasıl da bittikten sonra davetli tüm ahbapları, dostları, yarenleri ile helalleşmeye sıra gelir. Her birinden ayrı ayrı helallik alır-verir. Sonrasında da hem çocuklarına, hem de gelenlere bir ricada daha bulunur. Uzaklık sebebiyle ziyafete, sofraya davet edemediği yakındaki veya uzaktaki dostlarına da isim isim selam göndererek, haklarını helal etmeleri için haber gönderir. Herkes hakkını sağlığına helal eder. Buruk, hüzünlü bir şekilde ayrılırlar.
Dedem bir gün sonra, hakka ulaşır. Mutlaka çok bahtiyardır. Dünyaya dilemediği gibi gelmese de giderken dilediğini, gereği gibi ve zamanında yaptığı için gönlü hoştur diye düşünürüm. Çünkü Yaradan, ona gideceği zamanı hissettirmiş, gözünün arkada kalmaması için de dilediği gibi davranma fırsatını bahşetmiş. Bu anlatılanlar, gideceği zamanı tahmin ettiği için dostlarını son deminde ağırlama lütfuna mazhar olan Dedemin, ölüm korkusundan öte, ölümden sonra da var olmanın güven ve rahatlığına sahip ender insanlardan biri olduğunu gösterir. Hiç göremedim O’nu. Bir büyük noksanlıktır hayatımda. Bu hikâyeyi Biricik Anneciğimden dinlemiştim. Hepsine Allah rahmet eylesin, ışıklar içinde yatsınlar. Ama hayatımda O’nun gibi olabilmeyi dilerim. O’nun adının yanına eskilerin deyimi ile dar-kenar bir nokta dahi konulabilirse bana dair, değerli addederim kendimi.

Kalın sağlıcakla                         

 


AĞUSTOS GÜNLERİ

Ağustos ayının son haftası hava sıcaklığı bir hayli sıcaktı. Sıcaklıklar 38 derecenin üstüne kadar da çıkıyor. İnsanlar havaların aşırı sıcaklığından tedirgin. Son yıllarda meteoroloji uzmanları, halkı sürekli hava sıcaklıkların önümüzdeki günlerde daha da artacağını söylüyorlar. Teknoloji son yıllarda ne kadarda ilerledi. Önceki yıllar böyle miydi? Artık internetten bir hafta sonrasının hava tahminlerini öğreniyoruz. Çocukluk yıllarımı atlattığım, elimden iş geldiği yıllardı. Alaçatı’nın telsiz mevkiinde 3,5 dönüm tarlamız vardı. Arazimiz doğa gereği eğimli, mandal mandaldı. Bir mandala yulaf, bir mandala tütün, diğer mandallarına bakla, börülce dikerdik. O yıllarda da aşırı sıcaklar olurdu. Annem ve biz hep beraber tarlamıza gider, sabah erkenden tütün dikerdik. Annem hava sıcaklığı artınca, “yulaflar sıcakta gevrer.” derdi.
Öğlen sıcağında hep beraber orakla yulafları biçerdik. Annem öğle ezanı okunmadan bir saat önce, ağaç gölgesine yakın olan bir sınır duvarının dibinde, iki tane düzgün kara taş bulur, onları yan yana bitiştirip. Doğadan topladıkları çalı, çırpılarla ateşi yakar yakmaz “çukaliyi” “güveci” ateşin üstüne koyardı. O gün annem ne yemek yaparsa onu yerdik. Bazı günler menümüz taze iç bakla, bazı gün kuru fasulye olurdu. Annem sık sık orak biçmesini bırakıp ateşte pişmekte olan yemeği kontrol etmeğe giderdi. Pişmekte olan yemeğin kontrolünü yaptıktan sonra yine ekin biçmeye devam ederdi. Tarlamızın sınır kıyılarında incir ağaçları vardı. En büyük mandal olan tarlamızın kıyısında bardacık incir cinsi olan devasa bir incir ağacımız vardı.  Bu büyük incir ağacının altında dinlenirdik hep.Alaçatı  cami Minarelerine yeni hoparlör sistemi kurulmuştu. Öğle ezanını rahmetli Murat Hoca (Aksüt) davudi sesiyle o kadar güzel okurdu ki  ezanı, insanı mest ederdi. Uzaktan ne kadar güzel gelirdi ezanın sesi kulaklarımıza.  Ezan sesini duyunca hemen elimizdeki orakları bırakır, biçmiş olduğumuz yulaf demetinin üstüne otururduk yumuşak yumuşak. Murat hoca; ezan okumasını bitirir bitirmez, biz doğru tütün diktiğimiz evleğin başında duran kırçaktaki suda ellerimizi ve yüzümüzü yıkardık. Sonra incir ağacının gölgesine koşarak annemin hazırladığı yemek sofrasına otururduk.  Annem o gün güveçte kuru fasulye yapmıştı. Kuru fasulyenin yanında tarlamızda yetiştirdiğimiz taze soğanın ve annemin evden getirdiği muhallebi tatlısı üstüne süslediği tarçının kokusunu tarlanın her köşesinden alırdık. Kardeşlerim, annem, hep beraber toprak üstüne serdiğimiz sofra bezinin üstünde başlardık öğlen yemeğimizi yemeğe. Karakol kuyusundan doldurduğumuz su testimizin suyunu ısınmasın diye annem daha önceden tarla kıyılarında yeşil ot var ise onları toplardı. Ya da tütün çuvalını suya batırır ıslak ıslak testinin üstüne örterdi. Testimizin yanında bakırdan yapılmış maşrapa olurdu. Yemek arasında annem testiden maşrapaya suyu doldurup susayana maşrapayı uzatırdı. Başkasına suyu doldurtmazdı. “Bırak sen! yerlere dökersin.” derdi. Su çünkü çok kıymetliydi. “Suyu boş yere dökmek müsrifliktir.” derdi anneciğim. Kuyularda 5 metreden -ki bazı kuyular daha bile derin olurdu- kova veya yağ tenekelerinin ortasına bir oduna çivilenip, teneke sapına urgan bağlayarak öyle su çekilirdi. Spor yapmak aklımıza bile gelmezdi. Her sabah veya bütün gün en az 100 teneke su çekerdik. Fark etmeden pazı yapardık. Ne güzel günlerdi o günler.
Kalın sağlıcakla…



KOKULAR

Yaşam hayatıma beni hep kokular yönlendirdi. Sünnet günü tarihimiz belliydi. Rahmetli ağabeyim Ahmet, lacivert takım elbiselik kumaş almıştı. 1962 yılında sünnetlik elbisemin dikilmesi için o yıllarda amcamın oğlu Kazım Önal'ın Keskin Fırının karşısındaki terzi dükkanına gittik. Benden üç yaş büyük ağabeyim Yaşar ile birlikte ölçülerimiz alındı. Ahmet abim terziye: “Amcaoğlu bak! Bu biraderler imin elbiselerini o güne yetiştirmen lazım ona göre söz ver” dedi. Kazım Ağabey de: “Olur mu öyle şey tabi ki yetiştiririm” diye cevapladı. Ölçülerimiz alındı, daha sonra şu gün için provaya gelirsiniz dedi ve dükkândan ayrıldık. Bir iki defa provalara Yaşar ağabeyimle beraber gittik. Sünnet düğünümüze çok az bir zaman kalmıştı. Yaşar ağabeyimin takım elbisesini yetiştirdi fakat benim sadece pantolonumu dikebildi, ceketimi yetiştiremedi. Ben sünnet düğünümde pantolon ve beyaz gömleğimle düğünümü geçirdim. Sünnetimde takım elbisemi giyemedim diye içimde uhde kaldı hep.İlkokulu bitirdiğimde annem beni Çeşme’ye ortaokula yazdırmaya götürdü. Ortaokula kayıt yaptırmak için Alaçatı’dan Çeşme’ye bizim yaşlı boz eşeğimizle gittik. Annem eşeğin semerinde, ben ise eşeğin kıçında, yaklaşık bir saatte Çeşme’ye varmıştık. Okuldan içeri girdik, okuldaki memur benim kayıt işlemlerimi bitirdi. Annemle tekrar Alaçatı’ya geldik. Bu sefer Alaçatı’da Ahmet ağabeyimin asker arkadaşı Çeşmeli Terzi Erdoğan yeni dükkânını açmıştı. Ortaokul elbisemi dikmesi için ona götürdük. Dükkândan içeriye girdik ve Terzi Erdoğan ölçümü aldı. Ağabeyimle beraber onlar sohbet ederken Rahmetli çocukluk arkadaşım Bayram Çalışkan ile Cemal Demirel Terzi Erdoğan’ın yanında kalfalık yapıyorlardı. Bayram paravananın arkasında pantolon ütülüyordu.Paravanın arkasından bana seslendi: “Ömer ne haber?” Başıyla bana işaret etti ben de hemen yanına gittim. Bayram pantolon kemerlerine kenevir telasını ütü ile kumaşa yapıştırıyordu. O kenevirin kokusu benim içime işlemişti. Kenevir kokusuna âşık olmuştum. Terzi Erdoğan her akşam Çeşme’deki evine gider, sabahları ilk otobüs ile dükkâna gelirdi. Benim takım elbisem bitene kadar ben her akşam terzi dükkânına gider, arkadaşlarla sohbet ederdim. Kenevir ve ütü bezinin kokusunu içime çekerdim. Elbisem bittikten sonra bir ay bile okula devam edemedim. Anneme: “Anneciğim artık okula devam etmek istemiyorum. Ben terzi olmak istiyorum.” dediğimde annem birkaç kez beni azarladı. “Oğlum bak, derslerinde başarılısın. Okursan büyük adamlar olursun” deyip sürekli nasihat çekiyordu. Sonunda annemi ikna ettim ve Terzi Erdoğan’ın yanında terzi çıraklığına başladım. Askerliğimle beraber tam yirmi beş sene terzilik hayatım devam etti. Bu mesleğimi çok severek yaptım. Çocuklarım büyüyordu ve okula giderken birçok kitaplarını Çeşme veya İzmir’de bulamıyorduk. İzmir’de Dost Kitabevi ve İleri Kitabevi’nde çocuklarımın ihtiyacı olan kitaplarını sormaya gitmiştim. Kitabevinde kitap kokusu ve kırtasiye kokusu içime sindi kokuları bir türlü burnumdan çıkmıyordu. 1989 yılına kadar terzilik mesleğime devam ediyordum. Belediye Başkanımız Sayın Remzi Özen Alaçatı belediyesinin işlerini takip etmek için Ankara’ya gitmişti yerine vekâlet olarak başkanlığa ben bakıyordum. 15 Eylül Alaçatı’nın düşman işgalinden kurtuluşu bayramının kutlama programını yapmak üzere Alaçatı’da bulunan resmi daire müdürleriyle toplantı yapıyorduk. Toplantı bittikten sonra ortaokul müdürü olan Rahmetli Ahmet Yaşar Çağlaşan’la ikimiz kaldık. Sohbet anında “Hocam ne olacak bu çocukların durumu? Derslerinden geri kalıyorlar.” diye sorunca Ahmet Hoca: “Sorma Ömer. Kitap sıkıntısı bu yıl da yaşanıyor.” diye cevapladı. O anda Ahmet Hoca’ya: Hocam, ben bir kitabevi dükkânı açsam diye fikrimi iletince. “Hadi be Ömer! Keşke öyle bir şey yapsan. Ne iyi edersin” dedi.Ben mesai bitince terzi dükkânıma gittim ve başladım düşünmeye. Akşam oldu evime yemeğe gittim. Eşimi aldım karşıma, bak hanım ben terziliği bırakıp kitapçı açmak istiyorum. Terzi dükkanımı da kalfam Muharrem Ergin’e bırakmak istiyorum dedim. Sabah oldu dükkanı açtım Muharrem’le konuştuk. İğnemi ve terzi yüzüğümü aldım, dükkandan çıktım. Bir hafta içinde Atatürk Kültür Merkezi’nin altındaki yeni kiraladığım dükkanı İsa Atagöz’ün desteğiyle 1989 yılı Eylül 20’sinde açmıştım. Terzi Ömer artık Kitapçı Ömer olmuştu. Kitap kokusuna halen devam ediyorum. Arada Terzi Ahmet’in dükkânına gider, ütü bezini alıp koklar koklar sonra yine kitap
kokusu kokan dükkânıma yollanırım.

BİR ALAÇATI VARDI!

Bir Alaçatı vardı çocukluk ve gençlik yıllarımı barındıran. Akşam olunca delice esen, üşüten rüzgârları, daracık sakin sokakları. Evlerin pencereleri açık, komşularla karşılıklı sohbetler...
Bugün ise evlerinin önlerinde masalar, masalarda yabancılar. Hepsi birbirine sırtını dönmüş sanki küsler. Bir Alaçatı vardı, kaybettim ben o şehri, bulamıyorum. Kime sorsam bilmiyorlar Böyle bir Alaçatı yok diyorlar. Geçti o günler diyorlar. Oysa bir zamanlar ben de yaşamıştım bu şehirde. Sokaklarda yoğurt satıcıları, pişen ekmeklerin mahalleyi saran taze kokuları, mahalle arasında oyun savaşları yapan çocuklar… Kuyu başlarında su kuyruğunda kadınları olan bir Alaçatı vardı, kaybettim bulamıyorum…

Ramazan ayında da güm güm çalan davullar, “Haydi sahura, haydi sahura” diye bağıran davulcu sesleri. Kış gecelerinde dışarıda esen rüzgârı, yağan yağmurlarda evlerinin içerisinde çatır çatır yanan sobası olan, soğuğa aldırış etmeyip şarkılar mırıldanan, gülen yüzü ile
bize sofra hazırlayan annem vardı.
Çok özledim o günleri, çoooooook! Ben bu evi arıyorum, bulamıyorum. Sabahları okula giden çocukların cıvıl cıvıl sesleri. Okuldan gelen ders zilinin sesleri. Komşularımızın güler yüzle selam verişini. Komşularımızın Hu! Gelin kahve içmeye! diyen davet seslerini. Bayramlarda büyüklerimizi ziyaret ettiğimiz haneleri. Ben o şehri kaybettim bulamıyorum. Nasıl unuturum ki çocukluk ve gençliğim geçti o evlerde. Unutulacak gibi değil, en güzel günlerimi yaşadım o evde. Soğuk ve uzun kış akşamlarında annemin dayılarımın anlattığı tarihi hikâyelerin aklımda her biri. Ne anne kaldı, ne baba! Kardeşlerimden üçünü kaybettim.
Ben bu şehri kaybettim. Kaybettim, bulamıyorum…

Tekrar tekrar soruyorum: “O Yıllardaki Alaçatı’yı Bulabilir miyim

YAŞAMDAN KESİTLER!

Çocukluğumu düşündüm. Küçük şeylerle ne kadar çok mutlu olduğum o günleri. Öyle büyük hayallerim varmış gibi gözüken, oysa ki çok sıradan hayallere sahip olduğum çocukluk günlerimi. Bazen bir uçurtma, bazen bir kıyafet ya da bir futbol topuna sahip olabilmekti hayallerim. Kendimi evrenin merkezinde olduğumu hissettiğim ama aslında hiç kimsenin umurunda olmadığı, buna rağmen umut fidanlarımın yeni filizlenmeye başladığı, gerçek dünyayla tanışmamış olduğum günleri. Bugün kâğıttan kayık yaptım suya bıraktım. Önce biraz uzaklaştı sonra da su alıp battı, gözden kayboldu. Kâğıttan uçurtma yaptım, uçurdum; önce birkaç metre havalandı sonra da yere çakıldı. Yok olan umutlarım, yerlerde sürünen hayallerimi hatırlatırcasına. Artık çocuk değildim, koca adam olmuştum.
Sözüm ona ama küçükken usta olduğum kâğıt sanatını kullanma yeteneğimi bile kaybetmiştim. Oysa benim bütün umutlarım terzilik imiş. Bu yolda yirmi yedi yıl terzilik mesleğimi yapmışım. Zaman insafsızca davranmıştı, bir baktım yolu yarılamışım. Yolun uzunluğunu bilmeden yolun yarısından bahsetmek ne kadar mantıklı onu da bilmiyorum ya! Biz zaten hep yürüyoruz, yolun sonunu düşünen kim? Bizim için önemli olan yolun ne kadar engebesiz olduğu. Yol üzerinde bırakılmış küçük süslü armağanları amaç edinip onlara ulaşma hevesiyle gecemizi gündüzümüze katıp çalışıyoruz ve hiç dönüp arkamıza bakmıyoruz. Geldiğimiz yolda arkada bıraktığımız sevinçlerimizi, mutluluklarımızı, hüzünlerimizi, hayal kırıklıklarımızı, başarılarımızı ya da başarısızlıklarımızı. Hep ileriye bakıyoruz, ulaştığımız yolun kenarında bırakılmış armağandan sonra daha ötedeki biraz daha büyük armağana ulaşma çabasıyla ilerliyoruz durmadan. Oysa Alaçatı, gibi güzel Belde’mizde Çeşme’de, ne sevgilere tanıklık ettik, kaç gönlü hoş ettik, nice dostluklar yaşadık. Oysaki bazen bilmeden ne kalpler kırdık? Kaç arkadaşlığı yıprattık hoyratça?  Nice gözyaşı döktürdük, umursamadan. Ama hayat geride bıraktıklarını düşünmek yerine hep daha çoğunu isteyen ve bu uğurda durmadan çalışanları armağanlarla mükâfatlandırırken siz de haklısınız, ben de haklıyım geçmişin toz dumanlı yollarını düşünmemekte. İlerliyoruz hayat denen bu yolda; bazılarımız ışık hızıyla, bazılarımız uçakla, bazılarımız herhangi bir vasıtayla, bazılarımız yaya. Hayat herkese eşit davranmıyor anlayacağınız. Herkes hak ettiğini buluyor da diyemiyoruz, hak edilmeyeni hak görüp sahiplenenleri gördükçe. Yol kenarında duran gülü koklamaya çalışırken elimize batan dikenle kanayan elimize şaşırmamayı öğretti hayat bize. Hayat yolunda bazen sürünerek, bazen emekleyerek bazen de koşarak ilerleyeceğimizi ve bunun talihle alakası olmadığını, aldığımız kararların doğruluk oranıyla ilgili olduğunu öğretti hayat bize. Ayağımıza takılan bir taştan sonra eskisi gibi olmazsa da er ya da geç ayağa kalkacağımızı ama doğru insansan o taşa başkasının da ayağının takılıp düşmemesi için yolda atmamız gerektiğini öğretti hayat bize. Âmâ hayat bize, son düzlükte hızımızın artmak yerine giderek düşmesi gibi bir sürpriz hazırlarken ve son birkaç metrede aniden gökyüzüne doğru yükselecekken biz hala en zinde, güçlü olduğumuz dönemde yol kenarındaki o küçük armağanlara kanmamayı öğretemedi, öğrenemedik. Öğrenemedik adam gibi sevmeyi, sevilirken şımarmamayı, affetmeyi, affedilmeyecek hatalar yapmamayı, olduğumuz gibi görünmeyi ya da göründüğümüz gibi olmayı, değmeyecek insanlar için gözyaşı dökmemeyi, gözyaşı döktürmemeyi…

 

ÇEŞME İLÇEMİZDE YEREL BASIN!!

Yerel Basın deyip geçmeyin; Ulusal Basının can damarı olan yerel basın, Türkiye gündemini belirleyen en önemli güçtür.
Siyasetten ticarete, magazinden spora kadar her alanda hizmet veren yerel basın, ne yazık ki İzmir ve Çeşme’de hak ettiği ilgiyi görememektedir.
Başka İl ve İlçelerde yerel basın, gerek Kaymakamlık, Belediyeler ve gerekse yerel idareler tarafından mutlaka desteklenirken, sorunlarının giderilmesine de destek veriliyor.
Ama Çeşme ilçemizde  durum biraz farklıdır..
Topu topu  iki tane haftalık  gazetemiz var Biri “Yeni Çeşme” diğeri ise “Çeşme Güneşi”
“Gazetem Çeşme ”ekonomik yüzünden gazetesini kapatmak zorunda kaldı önceleri de bir kişi denedi aynı ekonomik sorunlar nedeniyle kapatmak zorunda kaldılar. İki tanede İnternet gazetemiz vr Çeşme ile ilgili haberleri bu sitelerden öğreniyoruz. Çeşmenin sesi”, “Çeşme Gümdem”Gazeteleri zorla ayakta durabiliyor. Bu arkadaşlara sormak gerekmez mi nasıl ayakta durabiliyorsunuz.
Yerel basının aldığı resmi ve özel ilanların dışında, ayakta durabileceği bir dayanağı yoktur.  Bazı kurumların ödeneği, Köye Hizmet götürme birliği tarafında ihaleye çıkılarak yerel gazetelerde ilan verilmemektedir.Turizmden geliri olan fakat Sanayisi olmayan bir ilçede yayın hayatını sürdüren gazeteler, sigortalı işçi çalıştırmak zorundalar. Yerel gazetede Sorumlu yazı İşleri Müdürü, Sayfa editörü, Muhabir Baskı çalışanı, dizgici, SSK’LI olarak çalıştırmak zorundadır. Yoksa Valilik Basın halkla ilişkiler Müdürlüğü haklı olarak gazetenin Resmi ilan yayınlama hakkı iptal eder. . Ayrıca Kira, elektrik, yemek, ulaşım, telefon, kâğıt mürekkep, kalıp eklediğinde gazete maliyeti artmaktadır.
Dolayısıyla Çeşme’de yerel basın, kendi kaderi ile baş başadır.Ayakta durabilen durur, duramayan bu sahneden çekilir misali, çaresizliğin sıkıntısı içerisindedir
Yerel Basının her zaman önemli olduğu kavramının biliniyor olmasına rağmen, duyulan ilgisizliği de anlamak mümkün değil.
Bazı kamu kurum ve kuruluşlarının bile destek vermediği yerel basın, olmayan kendi imkânlarını kullanarak ayakta durmanın yollarını arıyor.Burada yapılması muhtemel olan bazı matbu evrak işlerinin bile başka İllerde yaptırılıyor olması, ilgisizliğin kanıtı değil midir acaba Yerel Basın; öncelikle siyasilerimizin ve işadamlarımızın yakın desteğini almalı ve yerel idareler tarafından da desteklenmelidir. Bunlar olmadan hiç bir şey olmaz..

Başka yerlerde herkes yerel gazetesine sahip çıkarken, bizde neden
Olmasın.

YAŞANILACAK KASABA ALAÇATI!

Alaçatı anlatılmaz yaşanılır, hissetmek gerek. İster lacivert soğuk denizi konuşalım, ister üç tepe altı mahalle… Her bir köşesini ya da esen rüzgârını! Dünyanın bu eşsiz kasabasını yudum yudum teneffüs etmek bu güzelliğin hakkını vermek gerekmez mi? Var mıdır sahi dünyada bir eşi? Hiç zannetmiyorum. Her yeni görenin hayranlığı ve methiyesi bunu göstermiyor mu? Şu gizemli dört değirmenini efsane tebessümü insanı alıp İzmir’in Alsancak’ına sürükleyişi duygu ve düşünce dünyanızın nasıl güzelleştirdiğini anlatamam size. Martılarını konuşalım, güvercinleri unutmayalım bu Kasabanın, Bundan böyle ister deniz trafiğinin görülmemiş enerjisini, uluslararası geçişlerden hat vapurlarına, balıkçı sandallarına kadar öylesine çok geniş bir yelpaze ki anlat anlat, ne biter ne de yeterlidir. Yaz ve kış mevsiminde yaşamalı diyorum Alaçatı’nın mavinin tonları ile cumba ve pencerelerinin renginin uyumunu. Alaçatı’ya unutulmaz bir bahar havası yaşatıyor ki, muhteşemdir tek kelimeyle. Alaçatı; o güzel dar sokakları sayesinde tarihi dokusunu bozmadan yaşatan, ferahlatan gülümsemesi olmasa dayanılır gibi değil. Dünya ülkelerinden gelen turistlerin bile hayretini çekmektedir. Ne var ki hangi olumsuz zor şartlar göz önüne gelirse gelsin, şehrin sevimli martılarının her zamanki melodik şirinlikleri hiç durmadan devam eden yaşama mücadelesi ve mavi suyla olan sevinçleri unutturuyor sıkıntıları. Hatta insanı yeniden hayata bağlıyor. Bu şiir Alaçatı’da insanlar her zaman anlaşır günlüklerini yaşıyor çabalıyor küçük dünyalarıyla tutunmaya çalışıyorlar.

Alaçatı’da bir aile gibi evlerimiz, baş başa, diz dize her zaman her an yanı başımızdaymış başucumuzdaymış gibi hissettiğimiz, duygu yüklü evlerimiz. Derinlemesine baktığımızda medeniyetimizin mimari renginin, insanı hayatı ve yeryüzünü nasıl da sevgi barış özgürlükler dünyası üzerinde yansıttığını ilgi hayranlık ve gururla fark edeceğiz. Dün ve bugün Alaçatı en yalın sade duruşu ve günümüz Yaz sezonunda kalabalığı arasında sıkışıp kalsa da taşıdığı gizemlilik manevi zenginlik ve tarihsel dokusu ile eskimez bir tablo. Ah Alaçatı sana her bakışımda kederliyim bu yaşadığım kasaba fotoğrafında, insanlık tarihi kadar eski, Agrilia denizinin durgun suyu kadar gizemli lacivert görünümü hayat dolu. Sessiz bulutların içinden geçiyor gibi yaşadığım kasabanın sabahını teneffüs ediyorum. Bütün yankılar bütün renkler mavinin koynunda o muhteşem güzelliğiyle ve yağmur düşüyor. Alaçatı kadar güzel yağıyor bütün aşkların üstüne ve gece olunca yıldızlar şarkı okuyor Alaçatı’ya. Böyle de romantik bir kasaba ve bu şehirde yaşamak güzel bütün acılara sıkıntı ve mutsuzluklara rağmen. Çünkü Alaçatı yaşıyor içimizde bu yüzden korkularımız değişir kâh bizi teskin eder kâh mücadele azmi katar bir kimlik, kişilik, şahsiyet yükler.
 Yağmurun kokusu tadı bir başkadır sanki uzak bir geçmişten süzülen gözyaşları gibidir ve gecenin renk renk ışıkları. Dayanamıyorum şehrin bir mumun yanışı gibi latif ve dertli zenginliğine o kadar farklı ki alemler gezdiren bu esrarlı sevgisi. Beni kendisine bağlamakta, bağışıklık yaptırmakta bu hüzün anları değil mi beni de çeken? Ah bu güzel kasabam Alaçatı. Düşünce duygu bakış ölçülerimi mavi yaptı düşlerim mavi gök mavi su mavi sevgi mavi bundan mı? diye düşünüyorum bendeki deli mavilik! Hangi tepesinden bakmalıyım Alaçatı’nın? Lacivert yosun kokulu o güzel görünümüne? Baktıkça başka bir dünya, başka bir dert ya da mutluluk başımı alır kaybederim kendimi. Saatlerce dalgaların gel git sahile vuran haberlerinden… Alaçatı mavi mavi çağırıyor nasıl reddedebilir? İnsanın içinden yürümek gelir. Alaçatı sahilinin ışıltılı mavi görünen denizinin güzelliğine doyum olmuyor. Sahilleri nasıl da insan mutlulukları ile dolu. Yumru Sahili’ne nazır kurulmuş şanslı evlere bakıyorum. “Ah ne güzel bir yaşam olmalı bu evlerde!” Alaçatı sahiline doğru yürüyüp, sabah çayını mavi sulara bakarak yudumlamak! Güneş batarken terasta duygulanmak. Kim bilir hangi sevinçli yüzler veya mutlu insanlar oturuyordur? Alaçatı’nın dağlarından bu kadar güzel hem çekici hem en güzel kokan bir başka çiçek daha var mıdır?

Kalın sağlıcakla…


ALAÇATI NEREDEN NEREYE!

Alaçatı Türkiye’nin en gözde turizm beldelerinin son yıllarda en başında geliyor. Alaçatı mimarisiyle, doğasıyla yaşam kalitesiyle çağdaş halkıyla hep gündeme geldi. Alaçatı 1989 yılına kadar geçimini tarım ile sağlıyordu.1989 yılından sonra geçimini turizmden yana sağlamaya başladı.1873 yılında kurulan Alaçatı belediyesi, altyapı çalışmalarına önce eski daracık yollarındaki Arnavut kaldırımlı taşlarını düzenleyip belli sokaklara ve diğer sokaklarını Bergama ilçesinden küçük ve kaliteli parke taşları getirterek her sokağı dantel gibi döşedi. Kanalizasyon ve sokak lambalarını örümcek ağı gibi olan elektrik tellerini toprak altına alarak makyajlarını tamamladı.
Yeni açılan mekânlara samimi davranarak ruhsat işlerinde kolaylıklar sağlandı.
Yeni gelişmekte olan Alaçatı, yerel ve ulusal basında kendinden çok söz ettirmeye başladı. Uluslararası Alaçatı sörf yarışları, Alaçatı Gençlik ve Çocuk Tiyatrosu Festivali, Alaçatı Ot Festivali, Balık Festivali, kültürünü, geleneğini ön plana çıkarmak için yerel halkımızla beraber hep ilkleri başardı. Alaçatı’yı yerel yönetimi halkını da yanına alarak iyi bir yerlere taşımaya çalışıldı.
Alaçatı’ya ilk yıllarda gelenler daracık sokakları, cumbalı evleri, lavanta, kekik kokan sokakları, sokaklarında sarı, beyaz, turuncu açan begonvilleri taş evlerin pencerelerinde sardunyaları, dantel perdelerini görürlerdi.
İnanın 2002 yılında kırtasiye dükkânıma elinde sekreterlik fotokopi çektirmek için bir hanımefendi dükkânıma geldi. “Bana bunlardan beşer adet çekebilir misiniz?” dedi ve o anda cep telefonu çaldı. Dükkânın önünde telefonla konuşurken karşı tarafa “İnanmıyorum burası adeta bir Paris gibi İtalya gibi görmen lazım” gibi sözler söylüyordu. Ben fotokopi makinemde fotokopilerini çekerken bir taraftan da kulak misafiri oluyordum. Bir an düşündüm Alaçatı galiba layık olduğu yere geliyor diye de gururlanmıştım.
Beş yıldır Alaçatı’da bir şeyler oluyor. Canlı müzikler, sokak müzisyenleri, Arabesk çalan mekânlar, Müzik kültürlerini eleştirmek değil, ama Alaçatı’nın kültürü bu değil. Ana caddede bulunan meyhane diye nitelendirilen mekânların önlerindeki çalışanlar yoldan geçen misafirlerin elindeki menüleri insanların gözüne sokarcasına geçen insanları taciz ediyorlar. Alaçatı kültürüne hiç uymayan hareketler bunlar.
Bu güne kadar Alaçatı’dan ev almış ve hayatının bundan sonraki yaşamını Alaçatı’da geçireceğini söyleyen çok insanla sohbet ederken ben buraya kafa dinlemeye geldim diye dert yanıyorlar. İtalya, Fransa, gibi böyle güzel tarihi yapısı olan kasabalarını nasıl koruyorlar. Biz neden bu kadar güzel bir kasabamızı koruyamıyoruz. Bir tarafta görüntü kirliliği bir tarafta ses ve müzik kirliliği. Hele evleri ana caddede yaşayan halk evinin önünde oturamaz, evinde geç saatlere kadar uyamaz duruma geldiyse? Alaçatı’da gürültüyle mücadele dernekleri kuruldu. whatsappta Yeni Mecidiye ve Hacımemiş Mahallesi gürültü gurubu kuruldu sonuç alınmadı.
Tatil ve eğlence yüksek sesle müzik dinlenen mekânlara gitmek değildir. Tatil bir kitap yazmak veya resim yapmak, komşularınızla beraber akşamları çay, kahve içip sohbet etmekte sayılmalıdır.
Tabi ki müzik ama müzik fondan dinlensin. Bağırtarak elinde mikrofon avaz avaz bağırılmamalı. Biz Alaçatı’da yaşayanlar olarak her şeyi yöneticilerden beklemeyelim Çağdaş insanlar olarak bir araya gelip bu sorunları toplantı düzenleyerek çözüm aramak zorundayız.
İnanın o eski Alaçatı’yı özlüyorum.

BUGÜNÜN ALAÇATISI!

Alaçatı’nın tarihçesi çok eskilere dayanıyor. 1570’de İlk gelen Türkler “Alacaat” 1800 yıllarda adalardan gelen Rumlarda “Alatsata” ismini kullanmışlar. 1873 yılında belediye olunca ismini Alaçatı olarak almış bu şerefli Kasaba. Ve ismini 30 Mart 2014 yılına kadar koruyabilmiş. Bu günkü iktidar seçim çıkarları için bütünşehir yasası ile Alaçatı’yı mahalle yaptı.142 yıllık Belediyemiz kapandı. Altı yıla  da Alaçatı’ya mahalle olarak alışmaya çalışıyoruz.
Alaçatı ne zor günler gördü. Bir gün gelip bu günleri de aşacaktık muhakkak.
Alaçatı 1922 yılına kadar Rumlarla birlikte yaşamış olduğu yıllarda Sakız’ından Üzüm’üne şarapçılık ve tuzuna kadar dünyanın dört bir yanına deniz ulaşımı ile gemilerle ürünlerini pazarlıyordu.
Dünyada sayılı limanlardan biriydi güney sahilimizdi Ağrillia körfezi. Bu gün de “Dünya Kenti Alaçatı” olarak tanınıyor. Türkiye turizmine yeni bir model getirdi. Avrupa ve diğer ülkelerden uzmanlar gelip bu kadar kısa bir sürede turizmde bu sıçrayışı nasıl yaptı diye konuşulmaya başladı ve turizmde örnek teşkil etti.
1990 yıllarda ziraat işlerini bırakıp, seçimini korumalı Turizm ile bu günlere geldi. 1995 yılında İstanbul’un en seçkin kişileri ile tanışıp Alaçatı bu kişilere ev sahipliği edip onlarla buluştu. Bu aileler İstanbul’un gürültüsünden ve çirkin yapılaşmasından sıkılıp Alaçatı’nın mimari ve doğal zenginliklerinden hoşlanıp, Alaçatı’da huzurlu bir yaşam için beldemize yerleşmeye karar verdiler.
Alaçatı’da 80’li yıllarda iki tane meyhanemiz vardı. Benim hatırladığım bir Martı Restoran, diğeri de Bekâr Hakkı’nın kardeşi olan Ali Çevik’in meyhanesiydi. Bu meyhanelerde Gramofonda kırkbeşlik plaklar çalar ve sadece mekânda oturan müşteriler bu müzikleri dinlerlerdi. Sokaktan geçenler müzik sesini duymazlardı bile. Kimse müzik sesinden de rahatsız olmazdı.
İstanbul’dan ve diğer illerden gelen insanlarımız bu kültürü gördükleri için Alaçatı’yı tercih ettiler. Son yıllarda hele şu birkaç yıldır Alaçatı’da gürültü ile yazılar yazılıyor Gazete ve televizyonlarda gürültü ile anılıyor Alaçatı.Alaçatı’da yaşayan sakinler gürültü denedeniyle evlerini satmaktalar ve Alaçatı’yı terk etmeye başladılar. Meyhane sahipleri inatla yüksek sesli müzik yapmakta direniyorlar. Neden böyle hep? Belediye zabıtası veya polis kolluk güçleri sürekli uyarmak zorunda mı bu mekan sahiplerini? Gecenin geç saatlerine kadar üst kattaki evde hasta mı var, yoksa karşı komşumun bir sıkıntısı var mı? diye düşünmez mi insan. İllaki birileri uyarmasımı lazım. Komşuluk ilişkileri böyle mi olmalı? İlla ben para kazanayım, senin ne halin varsa gör mü Denmeli?
Alaçatı’da üç dört kuşaktır yaşayan sakinler, yıllarca cenazelerini Camide cenaze namazı kılındıktan sonra mezarlığa kadar sırtlarında taşırlar. Cenazelerini Kemalpaşa Caddesi’nden mezarlığa götürürlerdi. Saat 11.00’de Alaçatı sokakları trafiğe kapanıyor. Kemalpaşa Caddesi ve Pazaryeri Camii’ne giden caddede esnaf masalarını sokaklara kuruyor diye Alaçatı halkı masalarını esnaf toplamasın veya onları rahatsız etmemek için 147 yıllık geleneğinden vazgeçip, cenazelerini defin için farklı yolları tercih etmeye başladı. Neden? Esnaf üzülmesin yorulmasın ve külfet olmasın diye.
Alaçatı’nın içinde bulunan meyhane ve bar sahibi arkadaşlar: Ben de yıllarca Alaçatı esnafıyım. Bizler de halkımıza biraz duyarlı olmayalım mı? Bu ses kirliliği devam ederse bir gün hepimiz sermayeyi kediye yükleriz. Çünkü başka Alaçatı yok! “Yasalar bana ne diyorsa ben onu uygularım” felsefesini bırakalım. Alaçatı halkı ses kirliliğinden çok mağdur. Halkın sesine kulak verelim. Yarın çok geç olur. Alaçatı’nın önünü tıkamayalım. Birlik beraberlik içinde olalım. Demokrasiye ve insan haklarına  inanalım ve uygulayalım. Çocuklarımıza ve  gelecek kuşaklara gürültüsüz sakin bir  Alaçatı teslim edelim.
Kalın sağlıcakla…

GÜRÜLTÜDE KOPAN GÜRÜLTÜLER

Alaçatı’nın meşhur Kemalpaşa Caddesi’nde yaklaşık beş yıldır bu caddedeki restoranlar canlı müzik yaparlar. Sadece Kemalpaşa Caddesi değil , Hacımemiş Mahallesi’ndeki bazı restoranlar da bu kervana uydular. Alaçatı dinlenme merkezi mi? Yoksa eğlence merkezi mi? Artık karar vermemiz gerekiyor. Buna önce yerel yönetime seçilmiş kanaat önderleri karar verecek. Eğlence diyerek ortya çıkan bu gürültüden çok rahatsızım. Belki biraz bencil gelecektir düşüncelerim. Ama evim Kemalpaşa Caddesi’nde olduğundan artık katlanacak halim kalmadı. Belirli bir saatten sonra uyumak için gürültü olmaması lazım ki ertesi gün evimin altındaki mekânımda rahat ve verimli çalışayım. Ama gel gör ki evin içerisinde bağırmadan konuşamaz haldeyim. Geç saatlere kadar durduğum dükkânımı erkenden kapatmak zorunda kalıyorum. Ülkemizin bir çok önemli yazarını imza günü için dükkânımda ağırlardım ama yazar artık okuruyla anlaşamaz hale gelince imza günü de yapamaz olduk.
30 Temmuz 2020 Perşembe günü sosyal medyada “İmdat Lütfen Sesimi Duyun!” başlıklı bir paylaşım gerçekleştirdim. Bir çok beyefendi “üç kuruşluk evleri yüz liraya kiraya verirseniz olacak budur anlayana” gibi saçma sapan yorumlarda bulundular. Arkadaşlar şimdi Alaçatı’daki evlerinin çoğu artık ilk satıcıdan sonra üçüncü beş defa el değiştirdi. Alaçatı1914 ve 1923’den sonra göçmen alan bir kasabaydı. Atalarımız bu güzel dünyadan göç edip malları çocuklarına kalmış, taksimi mümkün olmayınca satışa çıkarılıp malı sattıktan sonra paraları bölünmüşler. Şimdi burada Alaçatı’nın yerli halkının suçu nedir? 1995’den sonra Alaçatı’ya ilk gelen Yeni Alaçatılılar ev ve arsaları alıp Alaçatı’nın mimari dokusuna uyarak Alaçatı’mızın bozulmadan gelişmesine destek oldular. Leyla Figen’in Agrilia restoranı, Zeynep Öziş’in Taş Oteli, Melih Tekşen ve Mahmut Etkin ile birlikte Leyla Figen’den sonra devraldıkları Agrilia restorant, Lavanta, Tuval, O Ev gibi nezih yerler yıllarca gürültü yapmadan çok değerli insanları Alaçatı’da ağırladılar.
Son yıllarda meyhane adı altında Alaçatı’da bir çok mekân açıldı. Hepsi özenti. Buranın kültürüne ait olmayan yerler. Benim bildiğim meyhaneler sohbet yerleridir. İnsanlar üzüntülerini veya sevinçlerini demlenirken birbirleriyle paylaşırlar. Müzik olur tabiî ki ama kısık şekilde fondan gelir. Yanındakiyle konuşurken bağırmak zorunda kalmazsın. En geç de 23:59 dedi mi müzik de kapanır.
Günümüzde meyhane anlayışı yüksek volümde bayağı göbek attıran parçalar eşliğinde yeme - içmek oldu. Kendini bilen, zevk sahibi, kalitesi yüksek müşteriler bu tür yerleri pek tercih etmezler.  Dünyada hiçbir yerde birinin eğlencesi diğerinin eziyeti olmaz. Bu sebepten yaz ayları Alaçatı, Alaçatı olmaktan çıkıyor. Rezil mi mi rezil bir yere dönüşüyor. Ne yazık ki lokal otoriteler buna engel olamıyorlar ya da isteseler de yetkileri sınırlı kalıyor. Olan yine halka oluyor. Mesela ben Kitapçı dükkânımın önünde hiç oturamıyorum. Dükkanımın kapılarını kapatsam bile bina duvarları o kadar yüksek müzik sesinden dolayı sarsılıyor. Her akşam mekanlar düğün salonu gibiler. İnanın artık sağlıklı düşünemiyorum. Gürültüden kulaklarımız duymaz oldu. Halk olarak bir şeyler yapmak zorundayız. Yetkililer inşallah sesimizi duyarlar. Mekanlarımızın önünde dostlarla sohbet edebileceğimiz günlerin hasretiyle, Gürültüsüz günler dilerim. Esen kalınız…

YAŞANMIŞ ANILAR!

YAŞANMIŞ ANILAR!  Bir köy çocuğu olarak geldim dünyaya. Bir yılkı atı kıvamında büyüdük yetiştik, türlü badireleri geçerek. Bu zamana gelinc...