ALAÇATI’DA TİYATRO FESTİVALLERİ

1989’da Belediye Başkan Vekili olarak vekâlet ediyordum. Telefon çaldı, sekreter “Ankara’dan Türkan Akyol, sizinle görüşmek istiyor” Dedi. Ben de “hemen bağlayın” dedim. Türkan Akyol; önce tebrik etti daha sonra Çeşme’de yapılmasını istediği Assıtej’in Uluslararası Gençlik ve Çocuk Tiyatroları Festivali’nin Alaçatı’da yapılması projesini anlattı. Başkanın Ankara’da olduğunu ve dönünce kendisine anlatıp, hemen dönüş yapacağımı bildirdim. Belediye Başkanımız Sayın Remzi Özen, Ankara’da işleri bitince Alaçatı’ya geldi ve kendisine projeyi anlattım. O da projeye çok sıcak baktı. “Remzi Başkanım, Türkan Akyol’u siz arayın.” dedim. Remzi Başkan; Türkan Akyol ile görüşüp bir toplantı tarihi kararlaştırdılar.  Başkan Remzi Özen, Meclis üyesi İsmail Tığlı ve Ben üçümüz, Ankara’ya Türkan Akyol’u ziyarete gittik. Türkan Akyol bizi ünlü tiyatro sanatçısı Olcay Poyraz’a yönlendirdi. Üçümüz birlikte Olcay Poyraz’ın evinde projeyi konuştuk ve yol haritamızı belirledik. Alaçatı’ya döndükten sonra aramızda çokça konuşmalar yapıp nasıl bu işi doğru yaparız, onu tartışıyorduk Alaçatı’da kültür merkezi yok, amfi tiyatro yok, iki tane sinema salonu var ve o binalar da atıl durumdaydılar. İsmet Sarı döneminde yapımına başlanmış; ancak henüz bitmemiş Kuğulu Park inşaatı vardı. Remzi Başkan, “Bütün işlerden önce bu parkı bitirin.” diye talimat vermişti. Gece gündüz çalışıp inşaatı yapan şirket verilen tarihte işi bitirip belediyeye teslim etti. Böylelikle biz de 3 Temmuz 1990’da “Alaçatı Uluslararası Gençlik ve Çocuk Tiyatroları Festivali’ni başlatmış olduk. Festivale üç farklı ülkeden ve Denizli, Samsun, Ordu ve İzmir gibi bir çok şehir tiyatroları toplulukları katıldı. O yıllarda Alaçatı’da misafirlerin konaklaması için bir tane bile otel yoktu. İzmir Beden Terbiyesi İl Müdürü Bahri Vireskala, Çeşme Paşa Limanı’nda bulunan Gençlik Kampı’nı, Remzi Özen’in ricasıyla, kullanımımıza açtı ve gelen sanatçıları Gençlik Kampı’nda ağırladık. İlk gösteri, Kuğulu Park’ta yapıldı. Sahne kuruldu, çocuklar ve katılan izleyicilerle birlikte biz de hasırların üstünde oturup ilk oyunu izledik. Remzi Özen basın açıklamasını, Nazım Aydoğdu Düğün Salonu’nda yapmıştı. Basından dört beş arkadaş katılmıştı. Ertesi gün, katılan gazetecilerin temsil ettikleri gazeteleri, terzi dükkânıma geçerken aldım. Bir tek Yeni Asır’ın, üçüncü sayfasında ve çok kısa bir haber ile geçiştirmiş olduğunu gördüm. Diğer gazeteler kale bile almamışlardı. Oysaki belediye olarak Konak, Karşıyaka, Bornova gibi büyük merkezlere kadar bez afişler asılmıştı. Tiyatro oyunlarından sonra çocuk kitapları yazarı Ülker Köksal, Denizli Tiyatroları Müdürü Sadık Aslankara, Tiyatro Sanatçısı ve ASSITEJ Yönetim Kurulu Üyesi Olcay Poyraz, Türkiye Tiyatrolar Genel Müdürü ve Aktör Tamer Levent, Tiyatro ve Sinema Sanatçısı Macit Sonkan, Cumhuriyet Meydanı’nda yuvarlak masada, hergün, oynanan tiyatro oyunlarının eleştirilerini yapıyorlardı. Alaçatı Uluslararası Gençlik ve Çocuk Tiyatroları Festivali günlerinde, Kartal Tibet’in yönettiği Koltuk Belası filmi de Alaçatı’da çekiliyordu. Ben de bu filmde rol almıştım. Alaçatı adeta bir sanat kenti olmuştu. Filmde başrol oyuncusu Kemal Sunal, Alaçatı sokaklarında dolaşıyordu. Halk, Kemal Sunal ile bütünleşmişti. Ilıca İnkim Otel’de kalıyordu ve bir akşam benim ricamı kırmayarak o akşam oynanan tiyatro gösterisinden sonra sahneye çıktı ve tiyatro izleyen çocuklarla söyleşi yaptı. Sanat ile ilgili sohbet etmişti, Alaçatılı çocuklarımıza sanatı sevmelerini önermişti. Bu arada da TRT, akşama doğru program yapan Seynan Levent her oyunu TRT3’te canlı yayınlıyordu. Belediye Başkanımız Remzi Özen, 2. Alaçatı Uluslararası Çocuk Festivali için, Alaçatı Ortaokulu Müdürü Ahmet Yaşar Çağlaşan’dan, öğrencileriyle birlikte bir oyun hazırlamasını istedi. Ahmet Hoca, Turgut Özakman’ın yazdığı “OCAK” adlı oyunu ortaokul öğrencileriyle oynamıştı. Hatta kızım Berrak Önal da bu oyunda rol almıştı.
Festivalimizin üçüncüsünde ise Ahmet Yaşar Çağlaşan’ın öğrencileri ile birlikte yazmış olduğu “Liselimsiler” oyunu da sergilenmişti. Alaçatı artık isminden söz ettirmeye başlamıştı. Belediyemiz hemen eksik olan kültür merkezi için kollarını sıvamıştı. Kültür Merkezi için inşaat çalışmaları hemen başlatıldı. Daha sonra yeni Belediye binasının karşısında Amfi Tiyatro yapıldı. Alaçatı alt yapısı tamamlanmış ve yollar Bergama taşından döşenmişti. Yapılmayan, parkesiz yolumuz kalmamıştı.1997’de Merkezî Anavatan Hükümeti’nin kararıyla festivaller iptal edilmişti. Ondan sonra da bu çok önemli, sanat içerikli Alaçatı Uluslararası Gençlik ve Çocuk Tiyatroları Festivali yapılamadı. Yerel ve yabancı basından gelen gazeteciler Alaçatı bu günlere nasıl böyle geldi diye soru soruyorlardı. Eğer bu Alaçatı Gençlik ve Çocuk Tiyatroları Festivali devam etseydi, Alaçatı çok daha sanatsal ve kültürel bakımından daha da güzel gelişirdi. Başta Seynan Levent ve diğer emeği geçenlere şükranlarımı sunarım. Dünya Kenti Alaçatı bu günlere nasıl geldiğine de cevabımdır.

ALAÇATI LİMAN OVASI

 Alaçatı liman ovasını tam ortasından ayıran yeni duble yoldan arabamla geçerken gözlerim ve belleğim çok eskilere, çocukluk,ve gençlik yıllarıma dalıp gitti. Yakın zamana kadar ziraat yapılan bu ovada, ne güzel tütün, enginar, soğan, anason, kavun karpuz ve çeşitli yaz sebzeleri yetiştirildiği geldi aklıma. Enginar fidelerinin arasında dolaşan üreticileri görür, pancar motorlarının çıkarttıkları sesleri duyar gibi oldum. Uyku mahmurluğuyla gençlik yıllarımda merkep sırtında tütün kırmaya giden genç güzel kızları ve fiyakalı delikanlıların hızlı adımlarla bir an önce tütün tarlasına gidip, güneş yükselinceye kadar, tütün küfelerini doldurabilmek için yarışır gibi çalışır vaziyetleri gözümün önünden bir filim şeridi gibi aktı.Tarla sahipleri de isimleri tek tek gözümde canlandılar. Rahmetli Fevzi Yıldız ve karadutlu tarlanın sahibi Süleyman Akkaya oldu ilk anımsadıklarım. Süleyman ağabeyin her tarlaya gidişinde yol kenarında çalışan her komşusuna, gür sesiyle kolay gelsin diye seslenişi bu gün de kulaklarımda yankılandı.Hava sağanak yağışlı, bulutların arasında güneş bir görünüp bir kayboluyor. Liman tepesine vardığımızda Alaçatı’nın üstünde gökkuşağı göründü. Arabamı sağa çektim bu güzel tabloyu seyretmeye bıraktık kendimi.

Doğa harika. Bizler böylesi güzel bir yerde dünyaya geldiğimiz için ne kadar şanslıyız. Sağ tarafta Alaçatı marina, marinanın önünde park etmiş tekneler. Alaçatı mimarisi ile barışık,  port evleri ve rengârenk boyanmış binalar üsten bakınca bir başka fotoğraf veriyor insana.30 metrelik liman yolu yamaç evlerinin tam üst kıyısından geçiyor. Antik Ağrillia körfezi kuş bakışı ayaklarımızın altıda adeta.Henüz kullanılmakta olan eski çark yolu, yıllardır Alaçatı’lılara hizmet veriyordu. Yeni yapılaşmada bu yol, artık olmayacak, zira kanallarla bölünüp başka biçimde işlevleşerek. Liman yolundan, viyadüğe paralel, sağ tarafa giden çevre yoluna dönünce, butik otel tabelalarını okumaktan da insanın başı dönüyor.Bu kadar kısa bir zamanda Alaçatı’daki butik otellerin sayısı 500’yi buldu. Yatak sayısını tahmin edin.Eski günlere, çok değil 1995 yılına gidelim. 05 Temmuz 1995 de Dost Kitabevi olarak dünyaca tanınmış yazar ve düşün adamı, Aziz Nesin’i İmza günü için beldemize davet ettiğimde,  O’nu Alaçatı’da konuk edecek bir otelimiz bile yoktu. Davetim sırasında, ilçemizdeki bir büyük otelin adını verip kendisini orada ağırlayacağımı söylediğim zaman, “Ömer Bey çok lüks otel istemiyorum, çok masraf etmeyiniz. Bana temiz ve deniz kıyısında bir otel olsun yeter, denize de girmek istiyorum” demişti. Bende Çiftlikköy’deki bir otelde yer ayarlamış, kendisini bu otelde konuk etmiştim. Nitekim çok büyük bir talihsizlikle, kendisini imza günü akşamı, burada kaybetmiştik. Allah rahmet eylesin.Bu gün, dünyanın en büyük gazete ve yayın organlarında bile Alaçatı’dan söz ettiren butik otellerimiz var artık. Alaçatı yerinde duramıyor. Beldemizin her tarafı kanaviçe kumaşı gibi nakış nakış işleniyor. Her köşesi butik oteller, mimari dokuya uygun evler ve iş yerleriyle kaplanıyor.Bundan 25 sene önce nüfusu 4000 olan Alaçatı,  ünlü yazar (GEORGIOS NAKKARAS’ın ) Anadolu ve Rum Göçmenlerin Kökeni adlı kitabında, 1912 yılında Alaçatı nüfusunun 13.500 olduğu yazıyor. Birkaç yıl içinde de yine bu rakamları bulur düşüncesindeyim.Alaçatı’ya her yıl gelen konuklar, yeni sürprizlerle karşı karşıya kalıyor. Böylesi sistemli ve planlı bir gelişmeden sonra, ilçe olmayı da fazlasıyla hak ediyor diye düşünürken 2014 de Alaçatı Büyükşehir yasası ile maalesef mahalle oldu.

                           

 


 

ALAÇATI VE ÇEŞME NEREYE KOŞUYOR?

1995 yılıydı Çeşme Belediye Başkanlığı’na bir dilekçe ile müracaat etmiştim. Konu Çeşme İnkılâp Caddesi’nde bulunan eski kilisede kitap sergisi açmak istiyordum. Belediye yönetimi bu dilekçemi uygun görüp bana kilisede bir yer tahsis etti. Ben ve Çeşme’de bulunan kitapçı arkadaşlar; İsa Atagöz ve Ömer Duygulu Yeni çeşme gazetesinin sahibi Aydın Korkmaz ile beraber üç kitapçı bir yayıncı olarak küçük bir kitap fuarı oluşturmuştuk. O yaz Çeşme’de hem para kazandık, hem de Çeşme’ye kültür hizmetinde bulunmuştuk. Benim evim Alaçatı’da olması nedeniyle ben diğer arkadaşlarımdan beş on dakika önce sergimi kapatıyordum. Eşim ve çocuklarım her gece Çeşmeye kitap sergisine geliyorlardı. Aileden birimiz sergide devamlı kalıyordu. Diğer aile fertlerimiz Alaçatı’daki dükkânda çalışıyordu. Gece geç saatlerde sergi dönüşümüzde Alaçatı sokakları çok ıssız olurdu. Alaçatı sakin bir kasabaydı. Çeşme’de 90’lı yıllarda bile, geceleri bilhassa çok kalabalıktı. Müzik festivalleri, Türkiye şarkı yarışmaları, vs… çok ünlü sanatçıların konserleri, en kaliteli tiyatro sanatçıların oyunları Çeşme amfi tiyatroda sergilenirdi. Çeşme tam bir kültür ve sanat ilçesiydi. Alaçatı o yıllar turizmden payını alamıyordu. dükkânlarını kapatmak zorunda bırakıldılar.Sivil toplum örgütlerin halkın ve yerel yöneticilerimizin artık Çeşme ve Alaçatı’mıza daha fazla duyarlı olmak zamanı gelmedi mi ?.Herkes yerel yönetimi yalnız bırakmamalı herkes elini taşın altına koymalı.Çeşme ve Alaçatı’da 365 gün yaşayanlar olarak memleketimize sahip çıkmak zorundayız…Çünkü başka Çeşme ve Alaçatı yok.
Kararını henüz ziraattan yana kullanıyordu. Alaçatı tarımdan iyi kazanç sağlıyordu. Tarım üreten bir beldeydi. Yeni seçilen yerel yönetim kadroları Alaçatı’nın geleceğini turizmden yana projeler üreterek çok da başarılı oldular.25 sene gibi kısa bir zamanda Alaçatı’yı turizm de marka yaptılar. Dünya’da artık Alaçatı turizm formülü konuşuluyor. Avrupa ülkelerinden bilirkişiler gelip araştırma yapıyorlar. Alaçatı kısa bir zamanda turizmde nasıl bir hamle yaptı da dünyada kendinden söz ettiriyor? diye. Uluslararası sörf yarışları, müzik konserleri. Resim sergileri, heykeltıraş sanatçıların yaptığı eserler, Alaçatı’nın her köşesinde sergileniyor 40 tan fazla sanatsal galeri mekânları vardı. Alaçatı tarih boyunca yapılan eserleri nasıl koruduğunu, Taş evlerin, dar sokakların parke taşların bu güne kadar sahip çıkıldığı bir kasaba halkının geçmişi araştırılıyordu.Alaçatı dünyada ve ülkemizde tatil yapılacak önemli bir yer. Alaçatı’ya gelen konuklarımız sakin ve dinlenmek için geldiklerini biliyoruz. Alaçatı’nın doğal ve mimari dokusunun bozulmaması için hep beraber sahip çıkılıyordu. Ama bir şeyler gözden kaçırıldı bu güzellikler artık yavaş yavaş yerini eller havaya ve çok para kazanmak isteyenler tarafından mekânlar yüksek volümlü müzik yapanlar fazlalaştı. Sanat ve kültürü destekleyen mekânlar git gide azalmaya başladı gürültüden rahatsız olan mekânlar



NE DE GÜZEL CAHİLDİK…

Alaçatı’nın özellikleri hemen geçiştirilecek cinsten değildir. Elektriğin olmadığı, gaz lambalarıyla evlerimizin aydınlatıldığı günlerde (1950’ler) sokaklarımızı aydınlatmak için uğraş veren fenercimizi nasıl anmayalım? Nasıl anmayalım Sadık Baba’yı, Fevziye Abla’yı, belediye meclis üyesi Hüseyin Karabina’yı, belediye başkanı Rıza Ertan’ı, Yusuf Gençalp’i? Alaçatı’ya hizmeti geçmiş ve marka olmuş kişiler değiller mi? Sadık Baba; akşam olduğunda bir elinde tahta merdiveni diğerinde ise gaz ibriği, uzun aralıklarla köşe başlarına konulmuş gaz Lâmbalarını yakardı. Aynı tempoyla sabahın erken saatlerinde de karartırdı. Lâmbalar öyle ahım şahım değillerdi. Ancak etrafını aydınlatır, az da olsa yollara bir canlılık verirdi. O dönemlerde karanlığa rağmen hırsızlık olmazdı. Dahası kimsenin kapısında sürgüler, arkalarında dayanaklar yoktu. Ancak birkaç günlüğüne misafirliğe gidilirse kapılar kilitlenirdi. Evlerimizde. 
Televizyon yoktu. Gazete de her zaman olmazdı. Öyle güzel cahildik ki, keyfimiz bozulmazdı hiç… Dışarıda kar, ama odun sobamızda içten içe öyle yanardı ki… Odun sobasının üzerinde demir maşa... Maşanın üzerinde de ekmek dilimleri… Aydınlık bir kış sabahı ve kızarmış ekmek kokusu... Sucuk lükstü, yumurta lezzetli! Ekmek her zaman ekmek gibi kokar. Bir kez olsun kümesten yumurta almamış, bir kez olsun o kızarmış ekmeğin kokusunu duymamış, fakat alışveriş merkezlerinin havasız restoran katlarının boğucu gürültüsünde hamburger keyfine fit olmuş gençler için ben ne kadar yaşlıyım..Portakal kabuklarını sobanın üzerine dizer, Kokusuna doyum olmazdı. Kestane közlemek, büsbütün bir gecenin akıllara durgun mutluluğuydu. Sonra illa ki, büyüklerin anlattığı hikâyeler, hatıralar... 
Birçoğu arızalı ve tedaviye muhtaç beyinlerden çıkma dizilerin ve filmlerin açtığı hasarlar yerine,Geniş ve besleyici bir masal dünyası... Lezzet bir tarafa, kokuya da hasret kalacağımız kimin aklına gelirdi ki?Ekmeklerimiz el değerek üretilirdi. Sağlıklıydı, lezzetliydi ve mis gibi kokardı. Çay da kokardı,  domates de... Bütün bu nefis kokular; topraklarımızın işlenmesini suni gübreyle değil de,  hayvan gübresiyle gübrelenmesindendi. O sebepten mis gibi toprak kokardı.Zam endişesi, doğal gazın kesilme korkusu, yolda kalma telaşı, rejim tehlikesi... Kimin umurunda? Ne de güzel cahildik. Mutluluğun resmini çiziyorduk!

 

 

 

 

            

YOLCULUK HAYALLERİ!

Evinizde veya herhangi bir yerde oturuyorsunuz, birden bir an gelir ki yolculuk duygusu kaplar içinizi. İşte tam o anlarda kalkmak isteyip de çoğu zaman zoraki oturursun bir yerde. Bir şeylerin üstüne, beklersin ruhundaki titreyişlerin, sarsıntıların bitmesini. İki elini koltuk altlarına sıkıştırıp, yüzlerce sebep üretirsin bu yolculuğa çıkmamak için, yorgunluğunu, ağrılarından birkaçını, can sıkıntılarını işini bahane edersin, ama gene de bastıramazsın o gitme duygusunu.
Aslında “her gidiş kıvrılıştır, gidişten az sonra geriye” bunu bildiğin hâlde basarsın arabanızın yumuşak gaz pedalına, düşersin yolların kıvrımlarına, ama hep düşüncelerin terk ettiğin yerdedir, hep düşlediğin bırakıp gittiğin yerdedir aslında sıkıntılarınla nefes aldığın yerler, çay içtiğin deniz kenarındaki o tahtadan sandalyeler ve arkada bıraktığın yaşam boyu anılar...
Aslında düşmüşsündür yolların kıvrımlarına, güneşin batışına şehrinin en uç kısmına ve de en ıssız yamaçlarına, dağlara bakarsın, bayırlara ve o bayırlardaki çiçeklere bakarsın. Arada bir öten kuşun sesi seni alır götürür uzak zamanların en nadir sandığın bir zamanına... İşte tam o anda mutlu olduğun günlerde gülümsemeni hatırlarsın, yine dudakların salınır, kısık ve iç burkan bir gülümsemeye, yine hazin ve kırık anlardan bir anın yaşamına girer ansızın garip bir yalnızlık saniyelerin gongu vurulur sanki kulak diplerine. Renkler uçuşur gözlerinde, içindeki burukluk peydahlanan öfkeni bastırır ve kıvrılırsın acının girintilerine…
Her giden gibi arkada tüm izleri dururken o sadece gitmenin rüzgârı ile salınmış gitmiştir ve sen gitmişsindir tüm yaşananlara inat, bir yerlerden gelen ansızın bir koku, bir ses, bir davranış veya bir simit kokusu, bir çay bardağından fırlayan renk ve koku. Ve yine kaçışının faydasının olmadığını gördüğünde, kendi kendine kızarsın ama hiçbir zaman kendini suçlayamazsın, çünkü kendi delillerin kendine yabancıdır… İşte bu anlarda hiç beklemediğin bir kokunun etkisi altına girdiğinde kendi yaşam pişmanlıkları ile haykıramadan sahip olduğun gözyaşlarından bunalırsın…
 Nerelerdeyim, nerelere gitmem gerekti? Bu sinsi bir kaçıştı aslında kendi kendimden, güneşin battığı yönde hep gözlerim, çok eskilere dayanır bu yol istikameti, durmayasıya gün batımına giderse insan, bu yollarda sadece denizle biter yolculuk ve o deniz suyu ile kumluğun çizgisel birleştiği yerde hep mavi bir koyulukla ufuk çizgisinde debelenir durur kumda ayakların ve çıplak ayakların suya bastığı yerde yeniden doğuşa çıkardı sevinçlerin, çünkü gülüşlerine uzandığın vardır en çok sevdiğin sesin yanındasındır… 
Şimdilerde ise sadece bir hayal, düşünceler vardır bu yolculukta. Geçmişten kalan ayak izlerini ararcasına; bastıkça kumların açık griliğine, tabanlarının ökçelerinin bıraktığı çukurluklara dalar gözlerin. Arkaya bakarsan eğer, kaç kez aynı sahilin kumunda bıraktığımız izleri tekrar görmek için gittiğimizde, oralarda bıraktığımız izlere baktıkça sanki sahiplenme duygusuyla o kumsaldaki kumları avuçlardık ki, şimdi yine avuçlarımı kuma sürttükçe garip bir öksüzleşme ile karşı karşıya idim…
Bir koşu alanında gibi olduğunu hissettiğin zamanlar vardır. Bir de kuşkanadı takmış gibi yüreğinin güp güp oynadığı anlar vardır. Bazen de sırtına bir çuval kurşun yüklemiş gibi ağırlaşmış hissedersin kendini, çoğu zaman da içinde bir yerlerde yangınlar oluşur. Titremelerle, fırtınalara karşı gelmiş gibi serilirsin yatağa sırt üstü. İşte sevgiden gelen darbeler çoğu zaman insanı böylesine serer yere ve sırt üstü düşürür hayatın girdaplarına karamsar düşlerle...


ABLAMA MEKTUP

Selam biricik ablacığım. Bu mektubumu sana saat 19:30’da yazıyorum. Bugün 14.06.2020 Pazar seni saat 13.50’de toprağa verdikten sonra, ablacığım; seni toprakla buluşturduk. Sonra tahtadan evinin üstüne hasırlar konuyor ya hani herkes yarış halinde “küreği yere bırak” diyerek ne kadar çok toprak atarsam çok sevap kazanırım düşüncesi. Üstüne toprak taneleri gelmemiştir inşallah ablacığım. Eğer geldiyse çok üzülürüm.
Ablacığım dün gece iki tane melek seni yeni yaşamına götürmek için geldikten biraz sonra biricik kızın Dilek saat on iki elli dokuzda aradı beni. Annemi götürdüler diye. Yanına nasıl geldiğimi anlamadım. Ben geldiğimde sen sessizce yatıyordun, yüzün de örtülüydü. Yanaklarını okşarken hiç tepki göstermedin. Belli ki yeni yaşamında mutluydun. Ablam; ayrılık çok zor. Daha ilk günden seni özledim. İlk günden anılarımızı hatırlamaya başladım. Ben dünyaya geldiğimde sen dokuz yaşındaydın. Çocukken bile o güzel gözlerine baktığım zaman huzur buluyordum. Altmış yedi sene yaşamımda birbirimizi hiç kırmadık. Yolda yürürken düştüğümde beni sen kaldırırdın. Dizlerim yaralandığı zaman yaralı dizimden öperek “Bak geçti, ablalar öpünce yaralar iyileşir.” derdin. Ve yaralarım hep iyileşirdi ne güzel merhemdin yaralarıma...
Alaçatı’daki evimizde tütün dizerken önümdeki tütün tapalarını alır, benim yorulmamı istemezdin. Sinemaya gideceğim zaman bana sinema parasını sen verirdin. Gündüz matinelerinde birlikte sinemaya giderdik. Bazen korku filmlerinde sana sığınırdım. Beni iki kolunla sarardın ve ben çok mutlu olurdum.
Yetmişli yılların başında terzi çıraklığı yaptığım Tilkilik’te çalışmaya başladığımda sen İzmir’deki evinde aylarca ağırladın beni. Bir gün bile bana surat asmadın.
Biricik eşin Eşref Hoca ile Alaçatı’ya geldiğinizde dükkânıma uğrar, saatlerce sohbet ederdik. Bir yıl öncesine kadar sağlıklı olduğun günlerde babamızdan kalan arazide birlikte diktiğimiz zeytin ağaçlarına gider, babamızın hatıralarını konuşurduk. Hatırlar mısın tarlaya giderken evinin bahçesinden nergis soğanlarını söküp kardeşinin tarlasına diktiğini? Ya babamızın mezarına diktiğin nergis çiçeklerini?
Bayram arifesinde babamızın mezarına gidip mezarını boyadığını, bir kavanoz su ve çiçekler bıraktığını… Ablam! Canım benim. Seni mezarlıkta bıraktıktan sonra çocuklarımla beraber babamızın yanına gittik. Mezarın üstünde kurumuş otlar vardı. Kızım Berrak’a Rizan Ablam hasta olmasaydı babamın mezarı yemyeşil olurdu dedim. Kızım da bana “En yakın tarihte gelelim, dedemin mezarına çiçek dikelim” dedi.
Biricik Necdet ablama, babama, kardeşlerine ve tüm bizleri yalnız bırakan sevdiklerimize selam ederim! İnanıyorum ki seni orada Necdet ablam, Ahmet Ağabeyim ve diğer kardeşlerimiz çok güzel karşılayacaklardır. Başta söylediğim gibi seni şimdiden çok özledim. Seni hasretle kucaklıyorum. Çocuklarını yürekten kutluyorum seni çok güzel baktıkları için. Çünkü sen buna layıktın. Hoşça kal biricik ablacığım. Arada bir sana yazarım. Eşref Hocama da çok selamlar...

“Dünyada sizi annenizden sonra en çok seven bir başka kadına abla denir.” 

TÜTÜN ZAMANI (2)


Tütün dikimi zamanı! Sabah erkenden annem ve kardeşlerim ile beraber evimizin cümle kapısından çıkıp, tarlamızın yolunu tutuyoruz. Hurmalı Mevkii’nde Murat Hoca’dan (Murat Aksüt) kiraladığımız tarlaya tütün dikmeye gidiyoruz. Hurmalı yollarında insanlar, hayvanların keletirlerine yüklemiş olduğu tütün fidanları, eşeğin semerinin arkasında iple bağlı olan keçileri ve koyunları yolculuğumuzda bize eşlik ediyorlar. Semere bağlı olan hayvanlardan kuzu ya da oğlak biraz gerisinde kaldığı zaman öndeki hayvan ayaklarını gerer ve gitmek istemez. Merak eder acaba yavrusunun başına bir şey mi geldi? diye. Yavruları annelerinin önüne geçince bu sefer de anneleri hızlı yürüyüp yavrularına yetişmek için eşeği geçmek isterler. İnsanlarımız evlerinde besledikleri hayvanları ile beraber iş zamanı bir koşuşturma serüvenidir, sürer gider... Hurmalık yolundaki bütün kadınlar siyah feracelerini, genç kızlar ise basma veya dokuma şalvarlarını giymişler. Yüzü güneşten yanmasın diye, beyaz keten kumaşın içine sert bir tela ile dikiş makinesinde dikilmiş tülbentlerini de yanlarına almışlar. Erkekler ise başlarına ya kasket ya da poşusunu sarmış, hummalı bir hareket halinde işlerine girişirlerdi. Ovalarda yemyeşil, mis gibi toprak kokusu! Bütün tarlalar sürülmüş, dikime hazır vaziyette! Yol kenarlarında ebe gömeçleri, turp otları, çengel dikenleri, gelincikler kıpkırmızı çiçeklerini açmışlar. Doğa ile iç içe olmanın insana verdiği huzur yanlarında...
  Tütüncüler tarlalarının yarısını dikmiş, bazı tarlalar dikilmiş bitmiş bile... Tarlalarda tütün karıkları sıra sıra iple çizilmiş gibi düzgün!  Biz, tarlamızın yarısını dikebilmiştik. Tütün fidanlarımız biraz geç yetişmişti. Bizim gibi geç kalan aileler çoğunlukta idi.
Genellikle aileler birbirlerine imece yaparlardı. Mehmet Dayım’ın bütün ailesi bize yardıma gelmişti. Dayım çok güzel ve çabuk tütün karığı açardı. Dayımın kızı Hayriye (Biz ailede Hacer diye sesleniriz) ile birlikte Murat Hoca’nın kuyusunda iki eşekle su taşıyorduk. Serpil Ablam, Sevinç Yengem ve Annem tütün dikiyordu. Bir ara Sevinç Yengem tütün dikmeyi bıraktı. Tarlanın sınırına iki tane taşı yan yana koydu. Tarla sınırlarından çalı çırpı topladı. Topladığı çalı çırpıyı az önce yan yana koyduğu iki taşın ortasına atarak, ateş yakmaya başladı. Büyük yemiş ağacının gölgesinden ateşten simsiyah olmuş çukaliyi (Güveç) aldı ve iki taşın ortasına koydu. Ben ve Hacer, sürekli su yetiştirmeye çalışıyoruz. Gülgün Abla tütünlere can suyu verirdi. Yaşar Ağabey de Gülgün Abla’ya sulama işinde yardım ederdi. “Dikilen fidanlara su vermek çok önemliymiş!” Mehmet Dayı hep öyle söylerdi. “Fidanlara su verirken yapraklarına su değmemesi lazımmış!”  “Yeni dikilen fidanların yapraklarına su değerse; sıcak ve güneş onları yakar, fidanlar tutmaz, yoz olur” derdi. Öğlen olmasına yakın Mehmet Dayım “On beş dakika mola verelim” dedi. İncir ağacın koyu gölgesine hep beraber oturduk. İncir ağacının gölgesinde ıslak bir çuvala sarılı olan papaz kuyusundan doldurduğumuz dolu testimizden içme suyumuzu bakır maşrapaya boşaltıp, kana kana içtik. Biz dinlenirken Sevinç Yenge’nin ateşte pişirmekte olduğu bakla yemeği kokusu, burnumuzun direğini kıracak gibi olurdu. Annemin evde yapıp getirdiği un özemesi tatlısı ve fırınında pişirdiği ev ekmeği ağaç gölgesinde sofra bezine sarılmış beklemekte. Sevinç Yengem yüksek sesle: “Çocuklar yemeğimiz hazır. Haydi! Hep beraber oturalım, yemeğimizi yiyelim”  demesiyle birlikte hep beraber soframıza oturduk. Sofra bezini toprağın üstüne serip (topaçlar biraz popomuzu ağrıtıyor ama yorgunluktan kim duyar ki ağrıyı?) başlıyoruz yemeğimize… Dayımın elinde keskin bir testere, fırından çıkmış günlük buğday ekmeğini dilim dilim kesiyor. Her kişiye büyük bir dilim veriyor. Yemeğimiz kocaman bir çinko tabak içinde, herkes aynı tabaktan yiyoruz. Fava yemeğinin üzerine çiğ zeytinyağı döküp, yanında da taze soğanla beraber lezzeti bir başka oluyor… Mayıs Ayının on beşinde, bulutsuz bir gökyüzü. Öğlen güneşinin yakıcı sıcaklığı, rüzgâr kesilmiş, toprak üstüne yalınayak basılamayacak kadar ısınmış. Bütün canlılar bitkilerin ve ağaçların gölgelerine çekilmiş. Evcil hayvanların bile kendilerini koyu bir gölgeye attıkları saatler. Yarı baygın, uykulu, hareketsiz bir tembelliğe bıraktıkları saatler başlamıştı. Ovanın ağustos böcekleri, karıncaları ve çekirgelerinin ötüşleri adeta klasik müzik orkestrası gibiydi. Yemekten sonra bir saat uyku molası ve bir saat sonra uyanıp tekrar işimize kaldığımız yerden devam ediyoruz. Ne güzel günlerdi o günler. Bu gün aramızdan ayrılanlara Allahtan rahmet, sağ olanlara sağlıklı uzun ömürler diliyorum. Bu haftalık da bu kadar! Kalın sağlıcakla…

NEREDE O ESKİ YILLAR VE DOSTLAR?

Biz; ellili yılların kuşağı, ömrümüzün büyük bir bölümü hızlı bir şekilde geçip gidiyor. Geriye, yani maziye baktığımızda iki şey hafızalarımıza takılıyor. Ya of veya oh! Sadece iki kelime geçirmiş olduğumuz hayat, artık maziye akmıştır. Aslında çok kısa yazılan bu iki kelimeyi açmaya kalksak ciltlerce kitap ortaya çıkar. Biz ise o mazinin hatıralarıyla yine hızlı bir şekilde takılmış, tik tak lara uçup gidiyoruz.
 Çocukluk hatıralarımız ve arkadaşlarımız hayatın çarkı içinde öğütülmüş bir una döndü. El bebek, gül bebek büyütülüp hayatı tanımaya, çevreyle uyumlu olmaya çalıştık. Evlerin hoş sohbetleri, komşuların yardımlaşmasıyla, hayatı tanımaya başladık. Sofralarımızda aşımızı beraber kaşıkladık. Zaman içinde büyüdük serpildik. Çevreye uyum sağlamaya çalıştık. Mahalle aralarında beraberce misket oynadığımız birçok arkadaşımızı kaybettik. Dünya denen misafirhanede esen rüzgâr, bizleri ayrı ayrı mekânlara savurdu. Doğduğumuz mekânları, kokladığımız toprak ve çiçekleri maziye gömdük. Yığınlarca insan kalabalıklarının arasına karışarak, kaybettik aslımızı ve kendimizi. O, gençlik denen bahar mevsimi, bizi hazan yaprakları gibi döktü dağıttı. 
 Uzaklardan telefon çalınca, karşımıza sesini dahi unuttuğumuz dostlarımız çıkıyor. Simalarını bile hatırlamakta güçlük çektiğimiz bu arkadaşlarımızla oysa ne günler yaşamıştık. Çoluk çocuk, ev bark derken mevsimler son hızla geçti gitti. Bizden önce acele edip gidenler, bizle beraber kalsaydılar, ne olacaktı sanki?
Yine önden gidenleri takip ediyoruz. Demek, gittikleri yerden memnunlar ki; ne dönen, nede haber gönderen var. Biz, kalanlar ise aynı mekâna gitmek için biraz daha yavaş ve zaman bekliyoruz, o kadar. Akranlarımız ile gece geç saatlere kadar oturup sohbet ettiklerimiz, aklımıza geliyor. 
 Şimdilerde sohbetler, komşuluklar, dostluklar ve kardeşlikler ortadan kalktı. Herkes kendi dünyasında yaşıyor. Mengene gibi bir birine bağlı dostluklar maziye gömüldü. Zaman mı yoksa biz mi değiştik?
Aslında ikisi de değişti. Biz, eski biz olmadığımız gibi, zaman da eski zaman değil. İletişim ne kadar baş döndürücü bir hızla ilerliyorsa, o denli sorunları da peşinde getiriyor. Dünyamızda olup bitenleri anında hanelerimizde seyretme imkânına kavuştuk. Bunlar belki bir nimet gibi gözükse de, bir o kadar da sıkıntı ve azap veriyor. Yaşadığımız topraklarda nice insanlar, bizden önce gelip geçtiler. İşlerini tamamlayamadan…
 Bir aileyi besleyen topraklar, çoğalan nüfus ile artık ihtiyaçları temin edemez hale geldi. Dedelerden kalan arsa ve araziler bölüne bölüne sadece bir mezar kadar yere dönüştü. 
 Her yaz ayı gelince içimde bir volkan kaynar. Bunca Yazlar akıp gitti. Eski yer ve mekânlara uğrayıp geçmişi yâd etmeye çalışıyoruz. Mahalle sokaklarında, ne eski yüzler, ne eski evler, ne de eski havalar kaldı. Gelen genç nesli tanımaz olduk. Onlar da haklı. Vefasızla şan bizleriz, onlarda suç yok.
Öğretmedik yavrularımıza; bizim sıcak dostluklarımızı.  Şehrin puslu ve yorucu havasına dalarak, geldiğimiz yerleri hatırlamaz olduk. Geçim sıkıntısı çeken komşularımızı göremez derecede değiştik. Kendimize bakarak, diğerlerini değerlendirmeye çalışıyoruz. 
 İş güç sahipleri, aldıkları aylıklardan şikâyet edip duruyorlar. Esnaf, işlerin düştüğünden şikâyetçi oluyor. Çoğunluk ne kazandığının şükrünü, ne de kaybettiğinin sabrını biliyor. İşçi patronunu sevmiyor, patron kazancının azlığından şikâyetçi. 
 Böyle bir ortamda huzur ve güven nasıl temin edilecek? Dünyamızda öyle yerler var ki; açlık ve susuzlukla mücadele edip duruyor. Bizler kazandıklarımıza değil, kaybettiklerimize ve bir başkasının kazancına bakıyoruz. 
 Biz bu değiliz. Tarihe damgasını vuran ecdadımız, tapulu bir metrekare arsa bırakmadan göçtüler bu dünyadan. Onlar mı çok akıllı veya deliydiler yoksa biz mi? Peki; onlarda yok olanlar, bizde var da mutlu ve huzurlu muyuz? Geçmişimize yön verenlerde servet, mal mülk, şan şöhret varken, istemediler bunları. Neden acaba? Biz, onların elleriyle ittiklerine sahip olmak için haram helal demeden saldırıp duruyoruz. Bizim derdimiz başka, onlarınki başkaydı. 
 Biz, kendimizle iç dünyamızla savaş halindeyiz. Onlar, milletinin huzuru ve geleceği için yaşayıp göçtüler. Bugün kazandıklarımıza değil, yarın kaybedeceklerimize göre hayatımızı dizayn etmeliyiz. Yaşadığım sürece hiçbir mezarın başında neler kazanıp, kaybettiklerinin yazıldığını görmedim. Gören varsa hatırlatmasını rica ederim. 
 Geldik, gördük, nefes alıp verdikten sonra göç etmek için sıra bekliyoruz. Elindeyse bekle, ben göç edip gitmek istemiyorum. Diye feryat et. Mümkün mü? İmkânı var mı?  Biz, gelmeden önce gitmeyi taahhüt ederek geldik. Gelmek elimizde olmadığı gibi gitmek de elimizde değildir. 
 Daha çok huzurlu ve sağlıklı bir ömrü, ne var ki dünya denen misafirhaneden yaşanmış giderken,
Kalın sağlıcakla…


ÇOCUKLUK ANILARIM

Henüz daha okul çağındaydım. Mahalle arkadaşlarımla, beraber sayıları çok fazla olmamakla beraber kınalı isimli, tabak, karakeçilerim peşinden o tepeden bu vadiye sabahtan akşama kadar dolaşıyordum. Sabahleyin annemin katmeri, sütlü bulgur, kara ve kınalı keçilerin sütünden yapılmış ayranı, karakılçık buğdaydan yapılmış ev ekmeği ve hurma zeytini olan ekmek çıkını belime bağlayıp, emsalim komşu çocuklarıyla birlikte patikalardan çalıların arasından geçip hayvanlarımızı doyurmaya çalışırdık. Keçiler çok hareketli olduklarından kontrolü de hayli zor olurdu. Ama insan her işte olduğu gibi çobanlığın da sırlarını kısa zamanda öğreniyor. Hayvanların yönetimini yayılım sahasına göre planlamak zorundaydınız çevreye zarar vermemesi için.
Keçilerle bazen ıslıkla, bazen isimleriyle hitap ederek iletişim kurmayı başarmak zorundaydınız. Yaz döneminde kuşluk vaktinden sonra keçilerin hareketleri doygunluklarında yavaşlamaya başlar ve gün tepeye çıktığında istirahat edecekleri gölgesi büyük bir ağacın altına yönelirlerdi. Genellikle telsiz mevkiindeki incir ağacının altında gölgelenir-dik. Hayvanlar aceleyle tepiştirdiklerini geviş getirerek sindirime hazır hale getirmeye çalışırlarken biz de arkadaşlarında yanında getirdikleri yiyecekleri açıp karnımızı doyurmaya çalışırdık. Çoğu zaman yanımızda ayran veya içecek bir şey bulunmazdı.Bir gün canıma yetmiş olacak ki! Aklıma en uysal keçimiz Kınalının memesinden süt içmek geldi. Bir elimde katmer dürümü, keçinin memesine yanaştım bir lokma dürümden bir yudum süt memeden katık eyleyip karnımı doyurdum. Zamanla bu bende alışkanlık yapmıştı. Akşam sağımında sütün azalması annemin dikkatinden kaçmamış olsa gerek benim akşam keçilerin ahırına girdiğimi görüp takip etmiş ve Kınalının memesinden süt içerken yakalamıştı. Annemin gözlerinden birkaç damla yaş süzüldüğünü ve bana bir şey söylemeden geri döndüğünü hatırlıyorum. O günden sonra ben de bir daha bu eyleme hiç kalkışmadım. Arkadaşım bazen yanında ayran, bazen de süt getirirdi. Sütü kap içerisinde güneş altında biraz ısıtıp, içerisine birkaç damla yaban incir çiçeğinin sütünü damlatarak ‘Teleme’ yapıp afiyetle yerdik. Böylece çözüm üretmenin muhtelif yollarını bulmayı hayat bize öğretmişti.
Her çaresizliğin muhakkak bir çaresi vardır diye hep düşünmüşümdür.
Kalın sağlıcakla….

ALAÇATI’DA SİNEMA GÜNLERİ (2)

Sizlere nasıl anlatayım bilemiyorum. İlk yıl Alaçatı’da ne bir kültür merkezi vardı nede amfi tiyatro. Bugün kapalı otoparkın olduğu Kuğulu Park dediğimiz yerde yüzlerce  çocuk hasırların üstünde, ahşaptan yapılmış bir platformda Avrupa’dan ve ülkenin dört bir yanından  gelen tiyatro gurubunun oyuncuları  ile birlikte oyunlarını sergiliyorlar ve oyunun sonunda çocuklarla el ele tutuşup hep birlikte meydanlığa geliyorlardı. Türkiye’den katılan Denizli Tiyatrosunun sorumlusu Sayın  Sadık Aslankara, Olcay Poyraz gibi isimlerle birlikte tüm tiyatro oyuncularının veçocuk kitapları yazarı Ülker Köksal gibi ünlü isimlerin katılımıyla gösterimi biten eseri tartışıyorlardı. Bizde onları büyük bir heyecanla izliyorduk.
 Uluslararası Çocuk ve Gençlik Tiyatroları Festivali’ninikinci yılında Kartal Tibet’in yönetmenliğini yaptığı ve baş rolünü Kemal Sunal’ın oynadığı Koltuk Belası filmi çekimleri vardı.Alaçatı Belediye binası film ekibine tahsis edilmişti. Rahmetli Kemal Sunal’ın Belediye Başkan Adayı olduğu Partinin adı ise D.M.D.Y.D.Partisi idi.Ben de o filmde görev almıştım. Raşit Orbay, Ekrem Dursun,  Nevin Tezcan,Recep İnak, gibi bir çok arkadaşımızda Koltuk Belası filminde görev almışlardı.Yıllardır bu film tüm ulusal kanallarda gösterime sunuldu.Türkiye’de televizyonu olan herkes Alaçatı’da çekilen bu filmi izlemiştir.Bu film sayesinde çok kişi Alaçatı’yı tanıma imkanı buldu.
 Alaçatı’nın güzelliği bir çok filmeev sahipliği yapmasına vesile olmuştur. Müjde Ar’ın oynamış olduğu Adı Vasfiye filmi Alaçatı’da çekildi. Herkes Kendi Evinde; Türkan Şoray ile Cüneyt Arkın’ın beraber oynamış olduğu film Alaçatı’da çekildi.Kasırga İnsanları dizisi (Ceyda Düvenci),Bitmeyen Şarkı (Bergüzar Korel) Dalyanlı Nezir’in hikayesinin anlatıldığı Mehmet Ali Alabora’nın oynadığı Kayıkçı filminin bazı sahneleri, Zülfü Livaneli’nin yönetmenliğini yaptığı Veda filmi de hep Alaçatı’nın olduğu sahnelerle beyaz perdeye yansıdı. Daha bir çok film ve dizi var ama ilk aklıma gelenler bunlar.
 Koltuk Belası çekimleri sırasında, Alaçatı’da tiyatro gösterileri vardı. Kemal Sunal ve Kartal Tibet’e;“Hocam ne olur bu akşam tiyatro oyunundan sonra  gelen misafir çocuklar sizinle sohbet etmek istiyor. Bu isteklerini kırmayın” deyince  Kemal Sunal davetimizi kabul etmişti.Hasırların üzerinde tiyatro izledikten sonra Türkiye’mizin sevgisini kazanmış olan Beyaz perdeninünlü aktörü çocuklarımız ile sohbet etti.
Çocuk ve Gençlik Tiyatroları Festivali yıllarca devam etti. Fakat Devletimizin bazı ekonomik tedbirlerine Alaçatı Belediyesi de uymak zorunda kaldı. Tiyatro festivalleri ekonomik koşullar nedeniyle artık yapılamaz hale geldi. Bugün de istenirse Çeşme ve Alaçatı’da sinema günleri ve Tiyatro Festivalleri her zaman yapılabilir düşüncesindeyim.Corona virüsünden sonra artık fabrika ayarlarımıza döneriz. Doğayı katlettiğimiz yeter artık . Sanata duyarsızlığımıza da yeter! Farkında olmayanlar için söylüyorum doğa bizden hesap sormaya başladı.  Artık sanata, bilime yönelme zamanı.







ANNEM

Annemin dünyası bir başkaydı.Hayata hep pozitif bakardı.Corona günlerinde yine gelgitlerdeyim...Çekiyorum kendimi gecenin derinlerine. Annemin bana bakan gözleri geçiyor gözlerimin önünden, o güzel kahverengi gözleri dünyaya bir başka bakardı.Gölgesi bile başkaydı. Yolda yürürken siyah feracesiyle onuizlerdim. Hep gölgesinde yürümeye çalışırdım.  Yanında yürürken bile “hadi yetiş bana arkamda kalma ! deyip yanında yürüdüğüm zaman bile benim hep saçlarımızı okşardı. O günler hep gözlerimin önünden bir film şeridi gibi geçer.Arada bir daralıyorum.Annem ebediyete göçeli yirmi üç yıl olmuş.Yazarken yine gözlerim dolu dolu.
Annem gideli hep aynı iklimdeyim.
Kısa konuşurdu ve öğüttü her sözü. "Adam olmak zordur, eşek olmak çok kolay! Önünüzde yol, siz seçeceksiniz." İlk aklıma gelenler. Annemle iki arkadaş gibiydik. Söylediği her sözü beynimin bir köşesine yerleştirirdim. Korktuğumdan değil onun herşeyin iyisini bildiğine emindim. Ve hep başım önde, çıt çıkarmadan, pür dikkat kesilerek dinler, sonrasında uzun bir sessizliğe gömülürdüm.Çevresinde saygı duyulan, sert mizaçlı biriydi. Çekinildiği kadar da sevilirdi.
Onun sert görünüşü altındaki sıcacık yüreğine sığınıyorum bu gece . Her karanlıkta boğulduğum zamanlarda olduğu gibi.Her hayal kırıklığı sonrası kendimi odama kapadığımda, annemle yüksek sesle konuşur, teselliler yollardı başucuma.  Dünyanın bittiğini sanıp gözyaşlarına boğulduğum o anda beni yaşlarından kurtarıp gülücükler bırakırdı yanaklarıma. Kendi kendime "Buannem var ya" der derin bir uykuya dalardım huzur içinde.Benim bilmediğim ne çok şeyi bilirdi ve ben bunları hep sonradan anlardım, çokbilmişliğimi bir kenara fırlatarak.Hüzün uyurdu gözlerinin derinlerinde ve çok  bedeller ödemişti hayatla mücadelesinde. İnanın annem diye söylemiyorum; o mükemmel bir kadındı. Bir kadın hem bu kadar sert görünüp hem de bu kadar çok sevilebilirmiş, en zoru annem başarmıştı.O bana hep bir sanat öğren, elinde altın bileziğin olsun derdi.Ben de annemin bu öğüdünü dinledim ve terzilik mesleğini öğrendim. Hayatım boyunca ekmek paramı hep mesleğimle kazandım. Annem de  ben mesleğimle ekmek paramı kazanırken “Bak!Anne lafı dinledin mi, kimseye muhtaç olmazsın” sözleri hep kulaklarımda çınlar.
Yüreğini yaşadığı koca acıları öğütmüş tecrübeler onu daha da mükemmel bir insan yapmıştı.Kahverengi gözlerinde mavi umut saklı anneciğim; seni yirmi üç yıl önce kaybetmiştim. Seni çok seviyorum rahat uyu.






YAŞANMIŞ ANILAR!

YAŞANMIŞ ANILAR!  Bir köy çocuğu olarak geldim dünyaya. Bir yılkı atı kıvamında büyüdük yetiştik, türlü badireleri geçerek. Bu zamana gelinc...