ALAÇATI’DA TİYATRO FESTİVALLERİ
Festivalimizin üçüncüsünde ise Ahmet Yaşar Çağlaşan’ın öğrencileri ile birlikte yazmış olduğu “Liselimsiler” oyunu da sergilenmişti. Alaçatı artık isminden söz ettirmeye başlamıştı. Belediyemiz hemen eksik olan kültür merkezi için kollarını sıvamıştı. Kültür Merkezi için inşaat çalışmaları hemen başlatıldı. Daha sonra yeni Belediye binasının karşısında Amfi Tiyatro yapıldı. Alaçatı alt yapısı tamamlanmış ve yollar Bergama taşından döşenmişti. Yapılmayan, parkesiz yolumuz kalmamıştı.1997’de Merkezî Anavatan Hükümeti’nin kararıyla festivaller iptal edilmişti. Ondan sonra da bu çok önemli, sanat içerikli Alaçatı Uluslararası Gençlik ve Çocuk Tiyatroları Festivali yapılamadı. Yerel ve yabancı basından gelen gazeteciler Alaçatı bu günlere nasıl böyle geldi diye soru soruyorlardı. Eğer bu Alaçatı Gençlik ve Çocuk Tiyatroları Festivali devam etseydi, Alaçatı çok daha sanatsal ve kültürel bakımından daha da güzel gelişirdi. Başta Seynan Levent ve diğer emeği geçenlere şükranlarımı sunarım. Dünya Kenti Alaçatı bu günlere nasıl geldiğine de cevabımdır.
ALAÇATI LİMAN OVASI
Doğa harika. Bizler böylesi güzel bir yerde dünyaya geldiğimiz için ne kadar şanslıyız. Sağ tarafta Alaçatı marina, marinanın önünde park etmiş tekneler. Alaçatı mimarisi ile barışık, port evleri ve rengârenk boyanmış binalar üsten bakınca bir başka fotoğraf veriyor insana.30 metrelik liman yolu yamaç evlerinin tam üst kıyısından geçiyor. Antik Ağrillia körfezi kuş bakışı ayaklarımızın altıda adeta.Henüz kullanılmakta olan eski çark yolu, yıllardır Alaçatı’lılara hizmet veriyordu. Yeni yapılaşmada bu yol, artık olmayacak, zira kanallarla bölünüp başka biçimde işlevleşerek. Liman yolundan, viyadüğe paralel, sağ tarafa giden çevre yoluna dönünce, butik otel tabelalarını okumaktan da insanın başı dönüyor.Bu kadar kısa bir zamanda Alaçatı’daki butik otellerin sayısı 500’yi buldu. Yatak sayısını tahmin edin.Eski günlere, çok değil 1995 yılına gidelim. 05 Temmuz 1995 de Dost Kitabevi olarak dünyaca tanınmış yazar ve düşün adamı, Aziz Nesin’i İmza günü için beldemize davet ettiğimde, O’nu Alaçatı’da konuk edecek bir otelimiz bile yoktu. Davetim sırasında, ilçemizdeki bir büyük otelin adını verip kendisini orada ağırlayacağımı söylediğim zaman, “Ömer Bey çok lüks otel istemiyorum, çok masraf etmeyiniz. Bana temiz ve deniz kıyısında bir otel olsun yeter, denize de girmek istiyorum” demişti. Bende Çiftlikköy’deki bir otelde yer ayarlamış, kendisini bu otelde konuk etmiştim. Nitekim çok büyük bir talihsizlikle, kendisini imza günü akşamı, burada kaybetmiştik. Allah rahmet eylesin.Bu gün, dünyanın en büyük gazete ve yayın organlarında bile Alaçatı’dan söz ettiren butik otellerimiz var artık. Alaçatı yerinde duramıyor. Beldemizin her tarafı kanaviçe kumaşı gibi nakış nakış işleniyor. Her köşesi butik oteller, mimari dokuya uygun evler ve iş yerleriyle kaplanıyor.Bundan 25 sene önce nüfusu 4000 olan Alaçatı, ünlü yazar (GEORGIOS NAKKARAS’ın ) Anadolu ve Rum Göçmenlerin Kökeni adlı kitabında, 1912 yılında Alaçatı nüfusunun 13.500 olduğu yazıyor. Birkaç yıl içinde de yine bu rakamları bulur düşüncesindeyim.Alaçatı’ya her yıl gelen konuklar, yeni sürprizlerle karşı karşıya kalıyor. Böylesi sistemli ve planlı bir gelişmeden sonra, ilçe olmayı da fazlasıyla hak ediyor diye düşünürken 2014 de Alaçatı Büyükşehir yasası ile maalesef mahalle oldu.
ALAÇATI VE ÇEŞME NEREYE KOŞUYOR?
Kararını henüz ziraattan yana kullanıyordu. Alaçatı tarımdan iyi kazanç sağlıyordu. Tarım üreten bir beldeydi. Yeni seçilen yerel yönetim kadroları Alaçatı’nın geleceğini turizmden yana projeler üreterek çok da başarılı oldular.25 sene gibi kısa bir zamanda Alaçatı’yı turizm de marka yaptılar. Dünya’da artık Alaçatı turizm formülü konuşuluyor. Avrupa ülkelerinden bilirkişiler gelip araştırma yapıyorlar. Alaçatı kısa bir zamanda turizmde nasıl bir hamle yaptı da dünyada kendinden söz ettiriyor? diye. Uluslararası sörf yarışları, müzik konserleri. Resim sergileri, heykeltıraş sanatçıların yaptığı eserler, Alaçatı’nın her köşesinde sergileniyor 40 tan fazla sanatsal galeri mekânları vardı. Alaçatı tarih boyunca yapılan eserleri nasıl koruduğunu, Taş evlerin, dar sokakların parke taşların bu güne kadar sahip çıkıldığı bir kasaba halkının geçmişi araştırılıyordu.Alaçatı dünyada ve ülkemizde tatil yapılacak önemli bir yer. Alaçatı’ya gelen konuklarımız sakin ve dinlenmek için geldiklerini biliyoruz. Alaçatı’nın doğal ve mimari dokusunun bozulmaması için hep beraber sahip çıkılıyordu. Ama bir şeyler gözden kaçırıldı bu güzellikler artık yavaş yavaş yerini eller havaya ve çok para kazanmak isteyenler tarafından mekânlar yüksek volümlü müzik yapanlar fazlalaştı. Sanat ve kültürü destekleyen mekânlar git gide azalmaya başladı gürültüden rahatsız olan mekânlar
NE DE GÜZEL CAHİLDİK…
Televizyon yoktu. Gazete de her zaman olmazdı. Öyle güzel cahildik ki, keyfimiz bozulmazdı hiç… Dışarıda kar, ama odun sobamızda içten içe öyle yanardı ki… Odun sobasının üzerinde demir maşa... Maşanın üzerinde de ekmek dilimleri… Aydınlık bir kış sabahı ve kızarmış ekmek kokusu... Sucuk lükstü, yumurta lezzetli! Ekmek her zaman ekmek gibi kokar. Bir kez olsun kümesten yumurta almamış, bir kez olsun o kızarmış ekmeğin kokusunu duymamış, fakat alışveriş merkezlerinin havasız restoran katlarının boğucu gürültüsünde hamburger keyfine fit olmuş gençler için ben ne kadar yaşlıyım..Portakal kabuklarını sobanın üzerine dizer, Kokusuna doyum olmazdı. Kestane közlemek, büsbütün bir gecenin akıllara durgun mutluluğuydu. Sonra illa ki, büyüklerin anlattığı hikâyeler, hatıralar...
Birçoğu arızalı ve tedaviye muhtaç beyinlerden çıkma dizilerin ve filmlerin açtığı hasarlar yerine,Geniş ve besleyici bir masal dünyası... Lezzet bir tarafa, kokuya da hasret kalacağımız kimin aklına gelirdi ki?Ekmeklerimiz el değerek üretilirdi. Sağlıklıydı, lezzetliydi ve mis gibi kokardı. Çay da kokardı, domates de... Bütün bu nefis kokular; topraklarımızın işlenmesini suni gübreyle değil de, hayvan gübresiyle gübrelenmesindendi. O sebepten mis gibi toprak kokardı.Zam endişesi, doğal gazın kesilme korkusu, yolda kalma telaşı, rejim tehlikesi... Kimin umurunda? Ne de güzel cahildik. Mutluluğun resmini çiziyorduk!
YOLCULUK HAYALLERİ!
Nerelerdeyim, nerelere gitmem gerekti? Bu sinsi bir kaçıştı aslında kendi kendimden, güneşin battığı yönde hep gözlerim, çok eskilere dayanır bu yol istikameti, durmayasıya gün batımına giderse insan, bu yollarda sadece denizle biter yolculuk ve o deniz suyu ile kumluğun çizgisel birleştiği yerde hep mavi bir koyulukla ufuk çizgisinde debelenir durur kumda ayakların ve çıplak ayakların suya bastığı yerde yeniden doğuşa çıkardı sevinçlerin, çünkü gülüşlerine uzandığın vardır en çok sevdiğin sesin yanındasındır…
Şimdilerde ise sadece bir hayal, düşünceler vardır bu yolculukta. Geçmişten kalan ayak izlerini ararcasına; bastıkça kumların açık griliğine, tabanlarının ökçelerinin bıraktığı çukurluklara dalar gözlerin. Arkaya bakarsan eğer, kaç kez aynı sahilin kumunda bıraktığımız izleri tekrar görmek için gittiğimizde, oralarda bıraktığımız izlere baktıkça sanki sahiplenme duygusuyla o kumsaldaki kumları avuçlardık ki, şimdi yine avuçlarımı kuma sürttükçe garip bir öksüzleşme ile karşı karşıya idim…
Bir koşu alanında gibi olduğunu hissettiğin zamanlar vardır. Bir de kuşkanadı takmış gibi yüreğinin güp güp oynadığı anlar vardır. Bazen de sırtına bir çuval kurşun yüklemiş gibi ağırlaşmış hissedersin kendini, çoğu zaman da içinde bir yerlerde yangınlar oluşur. Titremelerle, fırtınalara karşı gelmiş gibi serilirsin yatağa sırt üstü. İşte sevgiden gelen darbeler çoğu zaman insanı böylesine serer yere ve sırt üstü düşürür hayatın girdaplarına karamsar düşlerle...
ABLAMA MEKTUP
Ablacığım dün gece iki tane melek seni yeni yaşamına götürmek için geldikten biraz sonra biricik kızın Dilek saat on iki elli dokuzda aradı beni. Annemi götürdüler diye. Yanına nasıl geldiğimi anlamadım. Ben geldiğimde sen sessizce yatıyordun, yüzün de örtülüydü. Yanaklarını okşarken hiç tepki göstermedin. Belli ki yeni yaşamında mutluydun. Ablam; ayrılık çok zor. Daha ilk günden seni özledim. İlk günden anılarımızı hatırlamaya başladım. Ben dünyaya geldiğimde sen dokuz yaşındaydın. Çocukken bile o güzel gözlerine baktığım zaman huzur buluyordum. Altmış yedi sene yaşamımda birbirimizi hiç kırmadık. Yolda yürürken düştüğümde beni sen kaldırırdın. Dizlerim yaralandığı zaman yaralı dizimden öperek “Bak geçti, ablalar öpünce yaralar iyileşir.” derdin. Ve yaralarım hep iyileşirdi ne güzel merhemdin yaralarıma...
TÜTÜN ZAMANI (2)
Tütün dikimi zamanı! Sabah erkenden annem ve kardeşlerim ile beraber evimizin cümle kapısından çıkıp, tarlamızın yolunu tutuyoruz. Hurmalı Mevkii’nde Murat Hoca’dan (Murat Aksüt) kiraladığımız tarlaya tütün dikmeye gidiyoruz. Hurmalı yollarında insanlar, hayvanların keletirlerine yüklemiş olduğu tütün fidanları, eşeğin semerinin arkasında iple bağlı olan keçileri ve koyunları yolculuğumuzda bize eşlik ediyorlar. Semere bağlı olan hayvanlardan kuzu ya da oğlak biraz gerisinde kaldığı zaman öndeki hayvan ayaklarını gerer ve gitmek istemez. Merak eder acaba yavrusunun başına bir şey mi geldi? diye. Yavruları annelerinin önüne geçince bu sefer de anneleri hızlı yürüyüp yavrularına yetişmek için eşeği geçmek isterler. İnsanlarımız evlerinde besledikleri hayvanları ile beraber iş zamanı bir koşuşturma serüvenidir, sürer gider... Hurmalık yolundaki bütün kadınlar siyah feracelerini, genç kızlar ise basma veya dokuma şalvarlarını giymişler. Yüzü güneşten yanmasın diye, beyaz keten kumaşın içine sert bir tela ile dikiş makinesinde dikilmiş tülbentlerini de yanlarına almışlar. Erkekler ise başlarına ya kasket ya da poşusunu sarmış, hummalı bir hareket halinde işlerine girişirlerdi. Ovalarda yemyeşil, mis gibi toprak kokusu! Bütün tarlalar sürülmüş, dikime hazır vaziyette! Yol kenarlarında ebe gömeçleri, turp otları, çengel dikenleri, gelincikler kıpkırmızı çiçeklerini açmışlar. Doğa ile iç içe olmanın insana verdiği huzur yanlarında... Tütüncüler tarlalarının yarısını dikmiş, bazı tarlalar dikilmiş bitmiş bile... Tarlalarda tütün karıkları sıra sıra iple çizilmiş gibi düzgün! Biz, tarlamızın yarısını dikebilmiştik. Tütün fidanlarımız biraz geç yetişmişti. Bizim gibi geç kalan aileler çoğunlukta idi.
Genellikle aileler birbirlerine imece yaparlardı. Mehmet Dayım’ın bütün ailesi bize yardıma gelmişti. Dayım çok güzel ve çabuk tütün karığı açardı. Dayımın kızı Hayriye (Biz ailede Hacer diye sesleniriz) ile birlikte Murat Hoca’nın kuyusunda iki eşekle su taşıyorduk. Serpil Ablam, Sevinç Yengem ve Annem tütün dikiyordu. Bir ara Sevinç Yengem tütün dikmeyi bıraktı. Tarlanın sınırına iki tane taşı yan yana koydu. Tarla sınırlarından çalı çırpı topladı. Topladığı çalı çırpıyı az önce yan yana koyduğu iki taşın ortasına atarak, ateş yakmaya başladı. Büyük yemiş ağacının gölgesinden ateşten simsiyah olmuş çukaliyi (Güveç) aldı ve iki taşın ortasına koydu. Ben ve Hacer, sürekli su yetiştirmeye çalışıyoruz. Gülgün Abla tütünlere can suyu verirdi. Yaşar Ağabey de Gülgün Abla’ya sulama işinde yardım ederdi. “Dikilen fidanlara su vermek çok önemliymiş!” Mehmet Dayı hep öyle söylerdi. “Fidanlara su verirken yapraklarına su değmemesi lazımmış!” “Yeni dikilen fidanların yapraklarına su değerse; sıcak ve güneş onları yakar, fidanlar tutmaz, yoz olur” derdi. Öğlen olmasına yakın Mehmet Dayım “On beş dakika mola verelim” dedi. İncir ağacın koyu gölgesine hep beraber oturduk. İncir ağacının gölgesinde ıslak bir çuvala sarılı olan papaz kuyusundan doldurduğumuz dolu testimizden içme suyumuzu bakır maşrapaya boşaltıp, kana kana içtik. Biz dinlenirken Sevinç Yenge’nin ateşte pişirmekte olduğu bakla yemeği kokusu, burnumuzun direğini kıracak gibi olurdu. Annemin evde yapıp getirdiği un özemesi tatlısı ve fırınında pişirdiği ev ekmeği ağaç gölgesinde sofra bezine sarılmış beklemekte. Sevinç Yengem yüksek sesle: “Çocuklar yemeğimiz hazır. Haydi! Hep beraber oturalım, yemeğimizi yiyelim” demesiyle birlikte hep beraber soframıza oturduk. Sofra bezini toprağın üstüne serip (topaçlar biraz popomuzu ağrıtıyor ama yorgunluktan kim duyar ki ağrıyı?) başlıyoruz yemeğimize… Dayımın elinde keskin bir testere, fırından çıkmış günlük buğday ekmeğini dilim dilim kesiyor. Her kişiye büyük bir dilim veriyor. Yemeğimiz kocaman bir çinko tabak içinde, herkes aynı tabaktan yiyoruz. Fava yemeğinin üzerine çiğ zeytinyağı döküp, yanında da taze soğanla beraber lezzeti bir başka oluyor… Mayıs Ayının on beşinde, bulutsuz bir gökyüzü. Öğlen güneşinin yakıcı sıcaklığı, rüzgâr kesilmiş, toprak üstüne yalınayak basılamayacak kadar ısınmış. Bütün canlılar bitkilerin ve ağaçların gölgelerine çekilmiş. Evcil hayvanların bile kendilerini koyu bir gölgeye attıkları saatler. Yarı baygın, uykulu, hareketsiz bir tembelliğe bıraktıkları saatler başlamıştı. Ovanın ağustos böcekleri, karıncaları ve çekirgelerinin ötüşleri adeta klasik müzik orkestrası gibiydi. Yemekten sonra bir saat uyku molası ve bir saat sonra uyanıp tekrar işimize kaldığımız yerden devam ediyoruz. Ne güzel günlerdi o günler. Bu gün aramızdan ayrılanlara Allahtan rahmet, sağ olanlara sağlıklı uzun ömürler diliyorum. Bu haftalık da bu kadar! Kalın sağlıcakla…
NEREDE O ESKİ YILLAR VE DOSTLAR?
Çocukluk hatıralarımız ve arkadaşlarımız hayatın çarkı içinde öğütülmüş bir una döndü. El bebek, gül bebek büyütülüp hayatı tanımaya, çevreyle uyumlu olmaya çalıştık. Evlerin hoş sohbetleri, komşuların yardımlaşmasıyla, hayatı tanımaya başladık. Sofralarımızda aşımızı beraber kaşıkladık. Zaman içinde büyüdük serpildik. Çevreye uyum sağlamaya çalıştık. Mahalle aralarında beraberce misket oynadığımız birçok arkadaşımızı kaybettik. Dünya denen misafirhanede esen rüzgâr, bizleri ayrı ayrı mekânlara savurdu. Doğduğumuz mekânları, kokladığımız toprak ve çiçekleri maziye gömdük. Yığınlarca insan kalabalıklarının arasına karışarak, kaybettik aslımızı ve kendimizi. O, gençlik denen bahar mevsimi, bizi hazan yaprakları gibi döktü dağıttı.
Yine önden gidenleri takip ediyoruz. Demek, gittikleri yerden memnunlar ki; ne dönen, nede haber gönderen var. Biz, kalanlar ise aynı mekâna gitmek için biraz daha yavaş ve zaman bekliyoruz, o kadar. Akranlarımız ile gece geç saatlere kadar oturup sohbet ettiklerimiz, aklımıza geliyor.
Aslında ikisi de değişti. Biz, eski biz olmadığımız gibi, zaman da eski zaman değil. İletişim ne kadar baş döndürücü bir hızla ilerliyorsa, o denli sorunları da peşinde getiriyor. Dünyamızda olup bitenleri anında hanelerimizde seyretme imkânına kavuştuk. Bunlar belki bir nimet gibi gözükse de, bir o kadar da sıkıntı ve azap veriyor. Yaşadığımız topraklarda nice insanlar, bizden önce gelip geçtiler. İşlerini tamamlayamadan…
Bir aileyi besleyen topraklar, çoğalan nüfus ile artık ihtiyaçları temin edemez hale geldi. Dedelerden kalan arsa ve araziler bölüne bölüne sadece bir mezar kadar yere dönüştü.
Öğretmedik yavrularımıza; bizim sıcak dostluklarımızı. Şehrin puslu ve yorucu havasına dalarak, geldiğimiz yerleri hatırlamaz olduk. Geçim sıkıntısı çeken komşularımızı göremez derecede değiştik. Kendimize bakarak, diğerlerini değerlendirmeye çalışıyoruz.
ÇOCUKLUK ANILARIM
Keçilerle bazen ıslıkla, bazen isimleriyle hitap ederek iletişim kurmayı başarmak zorundaydınız. Yaz döneminde kuşluk vaktinden sonra keçilerin hareketleri doygunluklarında yavaşlamaya başlar ve gün tepeye çıktığında istirahat edecekleri gölgesi büyük bir ağacın altına yönelirlerdi. Genellikle telsiz mevkiindeki incir ağacının altında gölgelenir-dik. Hayvanlar aceleyle tepiştirdiklerini geviş getirerek sindirime hazır hale getirmeye çalışırlarken biz de arkadaşlarında yanında getirdikleri yiyecekleri açıp karnımızı doyurmaya çalışırdık. Çoğu zaman yanımızda ayran veya içecek bir şey bulunmazdı.Bir gün canıma yetmiş olacak ki! Aklıma en uysal keçimiz Kınalının memesinden süt içmek geldi. Bir elimde katmer dürümü, keçinin memesine yanaştım bir lokma dürümden bir yudum süt memeden katık eyleyip karnımı doyurdum. Zamanla bu bende alışkanlık yapmıştı. Akşam sağımında sütün azalması annemin dikkatinden kaçmamış olsa gerek benim akşam keçilerin ahırına girdiğimi görüp takip etmiş ve Kınalının memesinden süt içerken yakalamıştı. Annemin gözlerinden birkaç damla yaş süzüldüğünü ve bana bir şey söylemeden geri döndüğünü hatırlıyorum. O günden sonra ben de bir daha bu eyleme hiç kalkışmadım. Arkadaşım bazen yanında ayran, bazen de süt getirirdi. Sütü kap içerisinde güneş altında biraz ısıtıp, içerisine birkaç damla yaban incir çiçeğinin sütünü damlatarak ‘Teleme’ yapıp afiyetle yerdik. Böylece çözüm üretmenin muhtelif yollarını bulmayı hayat bize öğretmişti.
ALAÇATI’DA SİNEMA GÜNLERİ (2)

ANNEM
Annem gideli hep aynı iklimdeyim.
Onun sert görünüşü altındaki sıcacık yüreğine sığınıyorum bu gece . Her karanlıkta boğulduğum zamanlarda olduğu gibi.Her hayal kırıklığı sonrası kendimi odama kapadığımda, annemle yüksek sesle konuşur, teselliler yollardı başucuma. Dünyanın bittiğini sanıp gözyaşlarına boğulduğum o anda beni yaşlarından kurtarıp gülücükler bırakırdı yanaklarıma. Kendi kendime "Buannem var ya" der derin bir uykuya dalardım huzur içinde.Benim bilmediğim ne çok şeyi bilirdi ve ben bunları hep sonradan anlardım, çokbilmişliğimi bir kenara fırlatarak.Hüzün uyurdu gözlerinin derinlerinde ve çok bedeller ödemişti hayatla mücadelesinde. İnanın annem diye söylemiyorum; o mükemmel bir kadındı. Bir kadın hem bu kadar sert görünüp hem de bu kadar çok sevilebilirmiş, en zoru annem başarmıştı.O bana hep bir sanat öğren, elinde altın bileziğin olsun derdi.Ben de annemin bu öğüdünü dinledim ve terzilik mesleğini öğrendim. Hayatım boyunca ekmek paramı hep mesleğimle kazandım. Annem de ben mesleğimle ekmek paramı kazanırken “Bak!Anne lafı dinledin mi, kimseye muhtaç olmazsın” sözleri hep kulaklarımda çınlar.
YAŞANMIŞ ANILAR!
YAŞANMIŞ ANILAR! Bir köy çocuğu olarak geldim dünyaya. Bir yılkı atı kıvamında büyüdük yetiştik, türlü badireleri geçerek. Bu zamana gelinc...

-
“İNSANIN İNSANA İYİ GELDİĞİ BİR DÜNYA YARATILABİLİRMİYİZ”. İnsanın insana iyi geldiği bir dünya arıyorum kendi içimden çıkarak dışarıda do...
-
ALAÇATI’DA YAŞAMDAN KESİTLER 1960 lı yıllar. Alaçatı Belediye’sine ait elektrik santrali vardı. Bu gün halk Pazarı kuru...
-
28 Kasım 2011 pazartesi günü Tokoğlu Mahallesi Uğur Mumcu Caddesi’nde bulunan “Dost Kitap Kırtasiye” adındaki dükkânımı, Yenimecidiye Mahall...