BAYRAMLARIMIZ

Bayram! Ne kadar güzel bir kelime. Sevinç, mutluluk, coşku, paylaşım ve gününe göre millî ya da dinî duyguların yoğunluğunu çağrıştırıyor. Her bayram mutlaka bir şeylerin karşılığı gibi. Özellikle millî bayramlar, nice kahramanlıkların, fedakârlıkların sonunda kazanılmış zaferlerin bir armağanı. Ya dinî bayramlar; onlar da öyle elbet. Bize düşen, bu güzel günleri en anlamlı şekilde değerlendirmek olmalı. Milli ve dini bayramlarımızı doğru şekilde ve anlamlarına uygun şekilde kutlamalıyız.
Millî bayramlarda bize o günleri armağan eden Atalarımızı, şehit ve gazilerimizi anarak, o günleri yaşıyormuşçasına yad ederek kutlamalı ve armağan ettikleri vatan topraklarını koruyarak, kollayarak, inşa ederek, güzelleştirerek ve bu güzelim topraklar üzerinde hakkı olan herkesle birlikte, adalet içinde, barış ve kardeşlik içinde yaşamayı bilerek onlara lâyık olduğumuzu göstermeliyiz.
Dini bayramlarımızı da dinimize uygun şekilde, anlamına uygun biçimde kutlamalıyız. Dinî bayramların bir tatil fırsatı değil, eş, dost ve akrabaları görme, yaşlılarımızı ziyaret ederek onların gönüllerini kazanmak, dargın olduklarımızla barışarak kutlamalıyız.
Bir koşturmacadır sürüp gidiyor. Nice hakikatleri ıskalayarak basiretten uzak yaşayıp gidiyoruz. Günler günleri, geceler geceleri kovalayıp duruyor peşi sıra. Ne çabuk geçti bir aylık Ramazan günleri… Şimdi ise yarın Kurban bayramını kutlayacağız. Hüzünle sevinç arasında farklı duygular yaşıyoruz bugünlerde. Rabbimiz bu yıl da Kurban Bayramını görmeyi nasip etti. Allah’ın izniyle Kurbanlarımızı ifa ettiğimiz için bizi bayramla ödüllendiriyor. Ömrü olanlar için nice bayramlar gelip geçecektir. Gönüllerin İslam’la aydınlandığı ülkemizde bütün bayramlar bir başka kutlanır. Fakat dinî bayramların yeri apayrıdır hayatımızda. Halk uzun asırlardan beri Ramazan ve Kurban bayramlarını benimsemiş ve sevmiştir. Gerçi millî bayramlar da milliyetçilik duygularımızın zirveye çıktığı zaman dilimleridir. Fakat son yıllarda milli bayramlarımızı kutlayamaz olduk. Millî ve dini bayramları milletçe kenetlenerek kutlamalıyız. Kurban bayramında herkeste bir telaş ve heyecan gözlenir. Çocuklar ve büyükler sabahın ilk ışıklarıyla yataklarından kalkarak bayram namazını kılmak üzere evden ayrılıp caminin yolunu tutarlar. Herkesin yüreği büyük bir sevgiyle ve heyecanla atar. Bayram sabahlarında hemen herkes erkenden kalkar sımsıcak yatağından… Büyükler bayram namazından döndüğünde bayramlaşma faslı başlar uzun süre… El öpenler bir yandan da bayram harçlığını indirirler ceplerine. Bunu bir karşılık değil, gönülden kopmuş bir hediye olarak düşünmeliyiz. Bu gelenek uzun yılların kültürel birikiminin bugüne yansımasıdır.
Bayramlar sadece dirilerin değil, ölülerin de hatırlandığı, yâd edildiği müstesna zaman dilimleridir. Sabahleyin camilere koşan vatandaşlarımız bayram namazını kıldıktan sonra birbirleriyle bayramlaşırlar. Yüreklerden yüreklere dostluk köprüleri kurulur. Bayramlaşmaya gelenlere tatlılar, şekerler, türlü tatlılar ikram edilir. Ailece kahvaltı yapılır. Bayram namazından çıktıktan sonra ilk olarak mezarlıklar ziyaret edilir. Mezarlıklar vefalı insanlarla dolup taşar. Bu Bayramda da pandemi sebebiyle tokalaşamayacağız, bir birimizle sarılamayacağız. Lütfen sosyal mesafe ve maskelerimizi takmaya itina göstermeliyiz.
Ne mutlu, Milli ve dini bayramları anlamlarına uygun biçimde, bayram gibi kutlamayı bilenlere. Herkesin Kurban Bayramı kutlu olsun.

                                                                                                                        
                                                                                                               


37. (İKTİDARA YÜRÜYÜŞ) KURULTAYI

Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanımızın konuşması ve açıkladığı manifesto, önümüzdeki seçimleri kazanıp ülkemizi nasıl yöneteceğini ve projelerini kapsıyordu. Kurultay delegeleri de cumhuriyetimizin ikinci yüz yılı olarak nitelendirilen dönemin başlangıcı olacak merkez yönetim kurulu üyelerini seçmiştir. Ben de bir partili olarak bu kurultayın corona virüs nedeniyle seyircisiz yapılması heyecansız olacağından endişeleniyordum. Fakat öyle olmadı. 

“Demokrasiyi kurtarma ve koruma görevi yine CHP’ye düşüyor: 25 Temmuz’da toplanan 37. CHP Kurultay’ı 13 Maddelik “İkinci Yüzyıla Çağrı Bildirisi” yayımlıyor:”
1) Yeni bir anayasa ile güçlendirilmiş demokratik parlamenter sisteme geçilecek.
 Partili cumhurbaşkanlığı sonlanacak.
 Kuvvetler ayrılığı, yargı bağımsızlığı sağlanacak.
2) İfade, örgütlenme ve basın özgürlüğü sağlanacak.
 Başta Kürt sorunu olmak üzere tüm sorunlar Meclis önünde çözülecek.
 Kadın, erkek fırsat eşitliği sağlanacak, kadına yönelik şiddetin önlenmesi devlet politikası haline getirilecek.
3) Devlet yönetiminde ve toplumda liyakat sistemi hayata geçirilecek.
4) Seçim yasası değişecek, milletvekillerini parti liderleri değil milletin kendisi seçecek.
 Cinsiyet kotası getirilecek ve kadınların parlamentoda temsili yasal güvenceye alınacak.
5) Siyasi ahlak yasası çıkarılacak.
6) Kamu ihale kanunu rekabet ve şeffaflığı sağlamak üzere yeniden düzenlenecek.
7) Sayıştay gerçek işlevine kavuşturulacak. Ulusal vergi konseyi ve TBMM’de kesin hesap komisyonu kurulacak. Kesin hesap komisyonunun başkanı muhalefet partisinden olacak.
8) Güçlü stratejik planlama teşkilatı kurulacak.
9) Eğitim sistemi yeniden yapılandırılacak.
  Üniversitelerimize özgürlük getirilecek. YÖK kaldırılacak.
10) Gelecek nesiller için ekosistem hakkı korunacak.
11) Güçlü sosyal devletin ilk adımı olarak aile destekleri sigortası kurulacak.
12) Kayyum uygulamalarına son verilecek, seçimle gelen belediye başkanları seçimle gidecek.
13) Ortadoğu Barış ve İşbirliği Teşkilatı kurulacak.           
               
Yolumuz açık olsun. Bundan gayri küskünlükler, parti içi eleştirilerimizi biz üyeler de ilçe kongrelerinde yapalım. Hep birlikte mücadeleye devam. Tek işimiz CHP’yi iktidara taşımak olsun. Kimseyi ötekileştirmeden çalışmalarımıza odaklanalım. Şimdiden tüm hemşehrilerimin bayramını kutlarım.


HASAT ZAMANI (YAŞANMIŞ ANILAR!

Hasat zamanı buğdayı tarladan harmana indirecekler. Düvenlerle ezilen başaklardan ayrılan buğdayın samandan da ayrılması için harman makineleri kurulacak türküler eşliğinde. Kışa hazırlık yapılacak, bir karınca kararlılığında. Çocuklardan eli çubuk, değnek tutanların bir kısmı kuzu veya büyük baş hayvan peşinde koşuşturacaklar. Daha küçük olanlar ise oyunlar oynayacaklar, salıncaklarda sallanacaklar ve yaramazlık yapıp tedirgin edecekler herkesi. Bu arada güneş de yükseldi adam akıllı. Can geldi dağların yamaçlarına. Şimdi kocaman bir taşın başına otur, kapat gözlerini ve alabildiğine sınırsız boşluğa kulak kesil. Çekirgelerin çıkardıkları bitmez tükenmez sesler, kuşların cıvıltısıyla birlikte çan seslerinin eşlik ettiği kaval seslerini de alarak derede akan suyun sesine karışmakta. Böylece doğada oluşan bu muhteşem senfoni, dinlemeye doyulmayan bir lezzet yaratıyor, ruhlara şifa niyetine.
Öğlen saatleri olunca sürü, çoban ve köpeklerinin eşliğinde ağıla geliyor sağılmak üzere. Kadınlar ellerinde saplı büyük bakır bakraçlarla koyunları sağma telaşında. Huysuz koyunlar için yardım isteniyor aile bireylerinden. İnce sicim gibi bakraçlara süzülerek akan sütün sesi geliyor her yerden. “cıvvvsssvs, cıvvvssss!” Gölgeler uzamaya başlamadan davar tekrar otlağa doğru yola koyulunca, bu kalabalık, yerini bir daha sessizliğe terk edecek elbette! Bakraçlar dolu dolu aktarılıyor büyük kazanların içine. Süt kaynayıp türlü mahsül olarak sofralarımıza gelecek kış boyu. Tereyağı olacak bir benzeri olmayan. Peynirin salamurası yapılacak, uzun süre saklanabilmesi ve bozulmaması adına. Çökelek de olacak uzun kış akşamlarında, kızgın sobanın üzerinde, kızartılan tarafı az ısıtılmış tarafından katlanan yufka ekmeğin arasına dürülecek ve elma, kaysı, kuşburnu kokteylinden yapılan hoşafa yoldaşlık etmesi sağlanacak.
Yemek de yenecek öğlen vakti elbette. Mutlaka bulgur pilavı olacak, az sulu kıvamında. Yanında varsa yeşil soğan, ne âlâ! Ama illaki yoğurt olacak hepsinin yoldaşı. Yoğurt, az dibine yanmış tadıyla yaylanın bir numarası. İster özeme yap, bakır tasın içinde. Köyden gelenler de var bu arada bir saatlik mesafeden. Gelirken yaylada kalanların ihtiyaçlarını getiriyorlar. Giderken de yayladaki üretimi köye taşıyorlar, kilerlerde saklamak üzere. Yaylaya gelenin gidesi yok. Derin bir vadinin yamaçlarında, dağın bağrındasın. Öteye git, diyen yok; malın, davarın ekinime ziyan etti, diyen bulamazsın.
Gölgede üşürsen güneşe, güneşte yanarsan bir koyu gölgeye at bedenini. Hem aklın dinlensin, hem bedenin. Yaylada ikram da gani. Yediğin önünde, yemediğin ardında… Medeniyetin ayak basıp kirletmediği bu topraklardaki her şey organik. Sohbetler de öyle. Türküler bir başka otantik köylüce, köylüye göre hasret ve özlemlerini içten içe yaşayan, içinden tütmeden yanan duygusal birikimlerinin dışa vurumu tamamı. Televizyon yok, gazete yok, radyo yok… İnsan diğer insanlarla, daha da olmadı kendisiyle baş başa. Her şey kendisinden, her şey kendisine göre, hepsi kendisi için.
İkindi vakti geliyor. Akşama saatler kala, güneş sırtımızdaki dağın arkasında yavaş yavaş süzülerek kayboluyor, gece misafir edileceği uzak gurbetlere doğru. Alacakaranlık vaktinden biraz sonra sürü gelecek.
 Kadınlar bir kere daha koyunlardan süt alacaklar aynı seremoni eşliğinde. İnsan memnun da aldığı sütün tadından, acaba koyun razı mı canında taşıdığı sütünün sağılmasından? Elbette değildir. Dağların yamaçlarında beslenip biriktirdiği süt yavrusu içindir. Tüm anaların ortak gayretlerini anlatan. Ne var ki, insan da akşam sütünün tamamını sonuna kadar almaz koyunlardan. Yavrusuna yetecek kadarını bırakır anacığının göğsünde. Koyunların sağılması tamamlandıktan sonra, dağın bir yamacında bekleşen kuzular salınır analarının kollarına. Akşama kadar dağda en yeşil ve taze otlarla beslenseler de analarının sütü gereklidir her birine. 
Kuzular kapıdan davarın olduğu alana girdiğinde bir feryat bir figan kopar analı-kuzulu. Kuzu seslenir anası duysun diye, ana seslenir yavrusu bulsun diye. O ne hengâmedir, o ne gayret ve özlemle karışık hasret. Manzaraya dikkatlice bakıp insana göre düşündüğünüzde olayı, iki damla gözyaşı süzülür göz pınarlarınızı yakarak yanağınızdan aşağı. Bir insan evladının üç yaşına kadar anne sütü aldığını, bir nevi beslenmesinin de çocuğun sağlığının temel taşı olduğunu kabul ettiğimizde, diğer canlılar bakımından da anne sütünün ne demek olduğunu anlarız mutlaka. İşte bu anlayış çerçevesinde, kuzular gün boyu annelerine kavuşmanın heyecanının yanı sıra, anne göğsünden emecekleri sütün iştihası ile dalarlar sürünün arasına. Kimisi mahir çıkar, derhal bulur anasını onca kalabalık arasından. Kimisinde ise anası kuzusunu, kuzusu da anasını arar üzgün ve telaşlı meleşmeler arasında. 

Kalın sağlıcakla….                                                                                                     
                                                                                                      

DİLEDİĞİN GİBİ YAŞAMAK!

Sabah kalktığında, güne başlarken, yaşamak bazen çok güzel; bazen de çekilmez oluyor. Ne yapmak lazım? İkisinin ortasında kalıyor insan. Sonra biraz düşünüyorsun “Ne yapsam?” diye. Bazen çok çaresiz kalıyorsun ve bir çıkış yol arıyorsun. “Kahretsin!” diyorsun, karamsarlık diz boyu oluyor. Sonra şu, bu derken bir bakmışsın akşam oluvermiş. Karanlık basıyor, yastığa başını koyunca, biraz günün yorgunluğuyla, şekerleme ve ardından gel-gitler başlıyor yine.
 Aman oğlumu-kızımı okutayım, evlendireyim; aman şu işimi de bitirsem, ev alsam, aman bir de araba alsam… derken hiç bitmeyen sonsuz arzu ve isteklerle farkında olmuyorsun yaşamın ve yaşadıklarının. Oysa hiçbir şey yapamadan, yaşayamadan geçen o genç ve güzel günlerimizi farkındalıkla yaşayamamak düşüyor bize sadece. “Eyvah!” diyorsun, “Bilerek geçen ömrümüzde tam anlamıyla yaşamak, daha anlamlı yaşanılır mıydı acaba?” diyorsun. Kendin için hiçbir şey yapmadan, yapamadan yolun yarısını geçmiş oluyorsun. Harçanmış, gitmiş ömür. Yolun sonu görünüveriyor sanki.
Bazen de “Aman, ne dert ediyorsun üç günlük dünyada? Vur patlasın çal oynasın. Yaşa gitsin!” diyorsun; ama onu da beceremiyoruz. Diyelim ki becerdin fakat uygulayamıyorsun. Bazen, “Ha geldik ha gidiyoruz, bugün Allah için veya insanlık için ne yaptın?” diye soruyorum kendi kendime. Yapmak isteyip de yapamadıklarım geliyor aklıma yine, nafile. Oysa ne huzurlar var hissedemediğimiz ne mutluluklar var yaşayamadığımız, ne güzellikler var farkında olmadığımız, ne imkânlar var tanımak bile istemediğimiz dünyamızda ve de içimizde. Mesela; “Huzur”. Ne güzel bir kelimedir, huzur. Hayatımda en sevdiğim şey, huzur ve sevgi. Allah bunlardan mahrum etmesin hiç kimseyi. Sevdiğin birisine, “Merhaba!” demek ya da birinin senin hatırını sorması, bir çocuğun başını okşamak, bir ağaç dikmek, bir çiçeğe su vermek, pencere önünde ve balkonlarımızdaki küçücük saksısında bizlere gösterdiği güzelliğini, rengini, çiçeğin kokusunu hissetmek ne kadar güzeldir.
Doğadaki bin bir çeşit çiçeğin, kuşların, ağaçların, Güneş, Ay, yağmur, deniz, hava, vb Tanrı’nın bize bahşettiği her şey ne kadar da huzur verir yaşamamız için. Ama biz bunların çoğu zaman farkında bile değiliz.
Mutluğumuzu, sevincimizi paylaşacak bir dost bulmak, iyi bir dost bulmak… Paylaşmak varken neden kavgalar, kırgınlıklar; küskünlükler neden? Mutlu olduğumuzda sevinmenin, mutsuz olduğumuzda ağlamanın, hasta olduğumuzda sağlıklı geçen günlerimizin, kıymetini bilmeyip har vurup harman gibi savurduğumuz sermayelerimizi, emeklerimizi, huzurumuzu saymakla bitmeyen değerlerimizi ancak ve ancak elimizden uçup gittiklerinde anlıyoruz.
Bir ilkbahar sabahında, güneşli bir havada, huzur içinde, kuş sesleri ile uyanmak hayatımda tadına doyamadığım, hiç bitmese dediğim yaşam sevgimdir. İyi bir arkadaşla, dostla bir akşam yemeği yedikten sonra aile içinde yapılan o tarifsiz güzel sohbetlerimiz ne kadar anlam katıyor yaşamımıza.
 Dağlara çıktığında o buram buram kokan çam ve çiçek kokuları, o içimize çektiğimiz derin oksijen, ansızın yağan yağmurdan sonra kokan toprak kokusu… Güneşin ısısıyla beraber kumsalda kumla ve suyla buluşmak ne güzel huzur verir insana. Soğuk, karlı ve buzlu bir havada kumla suyla aynı zevki tadabilir misin acaba?
Velhasıl, Yaşamı kendimiz kolaylaştırıp kendimiz zorlaştırıyoruz. İnsanoğlu beynine ne gönderirse onu yaşıyor ve yaşatıyor. Negatif veya pozitif. Dilediğimiz gibi yaşamak ve yaşatmak arzusuyla!
Kalın sağlıcakla…



ABLAMA MEKTUP (2)

Merhaba abla. Bugün senden ayrılalı tam otuzaltı gün oldu. Bir dakika bile seni anmadan günlerim geçmiyor. Seni ne kadar çok seviyormuşum meğer. Ne kadar çok sevenin varmış. Dünyayı saran bu lanet Corona virüsü nedeniyle bir çok arkadaş ve dostların katılamamasına rağmen, yeni yaşamına yolcu ederken çokça sevenlerin seni uğurlamaya katıldılar. Katılan, katılamayan dostlarımıza acımızı bizlerle paylaştığı için çok teşekkür ederim.

Ablam; anne-babamızla, çok sevdiğimiz büyükannemiz ve de biricik eşin Eşref’inle buluşabildin mi? Mehmet Dayı’nın kızları corona virüsü nedeniyle 65 yaş üstü olduklarından uğurlamaya gelemediler seni ama hepsi Rıza Dayı’nın çocukları torunlarına kadar bana başsağlığına geldiler. Seninle yaşadıkları hatıraları andık. Mehmet Dayımızın kızı Ülkü Abla, kızını Hacer’le beraber gönderip bana başsağlığı dileklerini iletti. Dün kızın Dilek’i aradım. Kırkıncı günün nedeniyle sana hayır lokması döktürecekmiş. Ablam buraları soracak olursan değişen hiçbir şey yok. Corona virüsü halen devam ediyor. Her gün dükkânıma giderken maskesiz gitmiyorum. Senin yanına arkadaşlarımla geldiğim zamanlar senin güzel sohbetlerini dinleyenlerle bir araya geldiğimiz zaman hep senden söz ediyorlar. Senin zaten çok misafirperver olduğunu biliyorum. Bu yüzden bunları sana yazıyorum. Yakın zaman önce beraber diktiğimiz ailemizden miras kalan Kaçeli tarlasındaki zeytin ağaçlarımın birine senin adını, diğerine ise eşin Eşref’in adını verdim. Eşref Hocamla yine yan yanasınız. Seni özlediğim zaman isminizi taşıyan ağaçlara bakacağım artık. Onları yalnız bırakmayacağım. Tıpkı tarlada zeytin fidanlarını birlikte dikerken bana gösterdiğin ağaçlara Babamız ve ablamız Nezahet’in diktikleri ağaçlara onların adını verdiysem diğer ağaçlardan ikisine de sizi adınızı verdim. İzin alamadım senden ama artık kusuruma bakmazsın. Biliyorsun sen de çok severdin zeytin ağacı dikmesini. Ablam sen Çevreyi, doğayı, çok seven biriydin İlçemizdeki çevremizi korumak için yaptığımız her eylemlerde yanımızdaydın. Katkıların için binlerce kez teşekkürler.

Ablam daha çok yazmak istiyorum ama seni yormayım ve çok uzun olmasın istedim yazım. Gittiğin yerde buluştuğun tüm dostlarına selamlar…

GEÇMİŞ ZAMAN OLUR Kİ HAYALİ CİHAN DEĞER!

Nerede eski Alaçatı? O Alaçatı’yı çok özlüyorum. Alaçatı’nın Kemal Paşa Caddesi eskiden yaz – kış hareketliydi.  Kahvehaneler sinemalar bakkallar bu cadde üzerindeydi. Akşamları sinemaya giden insanlar, bu caddede gezinti yaparlardı. Esnaflar geç saatlere kadar açıktı. Tarla işinden gelen üreticiler akşam yemeğinden sonra kahvehaneye çıkar, hem dost ve arkadaş sohbetlerinin sıcaklığında çaylarını yudumlar, hem de tarlasında çalıştıracak iççi bakardı. Üç tane işçi kahvehanesi vardı. İş bulabilmek için işçilerde muhakkak buralara gelirlerdi. Şimdiki gibi telefon, cep telefonu ve e-mail imkânları yoktu tabi!
Birde akşam kahvehaneye çıkanlar, eşinin liste ettiği ihtiyaçları da karşılardı bakkaldan. Şimdi içim burkularak geçiyorum buralardan O aşina ruh gitmiş, duvarlar sanki ağlıyor, soğuk! insan bu yerlere baktıkça eskiyi anımsamadan geçemiyor. Bizler, bu mekânlarda yaşlılarımızın anlattığı hikâyelerle büyüdük. Aynı cadde üzerinde bulunan Raşit Orbay’ın Kahvehanesinin anıları kazınmış! Cafe olarak işletiliyor. Hacı Mustafa Bayır’ın bakkal dükkânı da. Hüseyin Bayır’ın bakkal dükkânı cafe, bir başka dükkânını ise bir banka mekân tutmuş! Ahmet Ulutaş’ın dükkânı restoran olmuş. Ruşit efendinin dükkânı yıllarca eczane olarak çalıştırıldı. Şimdi ünlü bir markayla yaz sezonunu renklendiriyor! Nalbant Mustafa Baysal’ın baba mesleğini oğlu Musa Baysal yıllarca sürdürmüştü. Vefat edince bu kez oğlu Kazım Baysal dede mesleğini devam ettirdi. Sonunda meslek işlevsiz kalınca başka bir iş bulup İzmir’e taşındı, ekmeğini orada kazanıyor, ne yapsın? Diğer oğul Mehmet Baysal’da bir dükkânı bakkal olarak çalıştırırdı. Diğer dükkanı ise küçük oğul Rıza Baysal manav olarak. Hem de Alaçatı’nın en güzel manavıydı orası.  Bir küçük at arabaları vardı. Bazen kendisi, bazen çocukları at arabasında, kasalar içine yerleştirdikleri sebze ve meyveleri, Ilıca Şantiye Evlerinde satarlardı. Yaşlanınca bıraktılar, çocukları da sürdürmediler. Şimdilerde Mehmet Baysal’ın torunları Hasan ve Kayhan Ölmezer kardeşler dedelerinin ocağını tüttürüyor. Meydanlıktaki Belediye Kahvehanesini bekâr Hakkı lakabıyla tanıdığımız, Hakkı Çevik, Hilmi Çevik ve kardeşleri çalıştırırlardı. Buranın bitişiğindeki sıralı dükkanlarda ise Alaçatı Gençlik Spor Kulübü Lokali ile Okuma Odası ve bir diğerinde de Terzi Şadi’nin dükkânı vardı. Gece gündüz insan kaynardı burası. Ayaküstü kapı önü sohbetleri hep bu alanda yapılır, yaşlılar kahvehanede otururlar, gençlerse kulüp binasında! Hüseyin Akalının dükkânlarının bir tanesini Terzi Sırrı Atatekin çalıştırırdı. Bir dükkân aşağısında Semerci Hasan Kuşku’nun dükkânı, Ahmet Ulutaş’ın dükkânının biraz altında ise Semerci Cemil Ustanın dükkânı bulunurdu. Bu ustalar eşeklerimize çok güzel semerler yapardı. İki zanaatkâr ağabeyimizde mesleklerinin erbabıydı. Bu yüzden çoğu kez semer yapım ve tamir işini hangisine vereceğimizi bilemez, evden semeri sırtladık mı ayaklarımız bizi hangi semerci ustasına götürürse ona giderdik. Usta semerimizi tamir edene kadar da Kahveci Hüseyin Kutluay’ın veya bekâr Hakkı’ların kahvehanesine gider çay içip tamiratın bitmesini beklerdik.Birde taş fırınlarımız ve emektarları vardı, tabi yâd etmeden geçemem. Yılların emektarı Fehim Keskin Alaçatı’ya çok hizmet etti. Hafta sonu tatili, bayram demeden, gece herkes uyurken Fehim ve Abdurrahman Keskin ağabeyler sabahlara kadar çalışıp bizlere ekmek çıkarırdılar. Şimdi orası da modaya uydu, yerinde yeni bir mekân, çok güzel unlu mamuller üreterek hizmet veriyor beldemize. Ama ben, orada yakılan piren çalısının, zeytin odununun kokusunu özlüyorum hep. İki kara fırın karşılıklıydı. Keskin’lerin Fırını ve Barbun Hasan’ın ki. Bazen aileler evlerindeki fırınları yakmaz, bir tepsi börek için değmez deyip, hazırladıkları böreği doğru bu fırınlara getirirlerdi. Pişen börek ve ekmek kokuları bütün mahalleye yayılır, biz de bu güzel kokulardan doyasıya nasiplenirdik. Hey gidi günler, kimler gelip geçti bu yorgun diyardan bütün yük ve acılarını bırakarak. Zaman baba öğretti ki, geriye kalan bu gök kubbede, yalnızca bir hoş seda imiş! Gelenlere selam, gidenlere uğurlar olsun. Kalın sağlıcakla…                                                                           

2015 YILINDA ALAÇATI

Alaçatı, yüzyıllardır birçok medeniyete ev sahipliği yapmış. 1600’lü yıllarda Evliya Çelebi’nin Seyahatname’sinin 9.cildinde anlattığı Alaçatı; 1700’lü yıllarda Ege Adaları’ndan gelen Rum göçmenleriyle birlikte Alaçatı’nın nüfusu 13 bin civarında. Rum ve Osmanlı mimari dokusunu bugünkü kuşaklara kadar hiç bozmadan taşımış. Son on yıldır Türkiye’nin değişik yerlerinden gelen ve yaşamımı bundan sonra Alaçatı’da geçireceğim diyenlerin sayısı her gün artmakta.Yaşamak için beldeye yerleşen yeni Alaçatı’lılar, Belediye meclisinin almış olduğu imar uygulamalarına çok itina göstererek Alaçatı’nın Türkiye ve Avrupa ülkelerinde değişimi parmakla gösteriliyor.
Birçok Üniversite’de Alaçatı hakkında öğrencilere tez veriliyor.Alaçatı 1980 yıllarına kadar geçimi tarım ile olan,fakat merkezi yönetimlerin tarıma koymuş olduğu kota nedeniyle Alaçatı’da yaşam çok zorlanmıştı. 1980’den sonra Yumru Körfezi’ni keşfeden sörfçüler her yıl Alaçatı’yı Türk turizme tanıtmaya çok gayret ettiler. İlk sörf okulu kuranların başında Tunç Cecan, Engin Kalafatoğlu gibi çok değerli dostlarımız Alaçatı’da ilk olarak Dünya sörf yarışlarını düzenlediler. Görsel ve yazılı basında Alaçatı’nın çıtasını yükselttiler. Bu günlerde Alaçatı’da onlarca sörf okulları açıldı. Alaçatılı gençlerimiz de hem sörf sporunu yapıyor, birçok gencimiz de sörf hocalığı yaparak geçimini buradan kazanıyor.İlk yıllarda Alaçatı Yenimecidiye Mahallesi en meşhur mahallemizdi. Ulusal televizyonlarda Alaçatı Kemalpaşa caddesini Nişantaşı ile karşılaştırarak gösteriyorlardı. Son iki yıldır da Hacımemiş Mahallesi bir trend kazandı. Herkes bu caddede dükkân tutabilmek için sıra beklemekte. Hacımemiş’in o güzelim daracık sokaklarında çok şirin dükkânlar oluşmaya başladı. Çocukluğumuzda hafta sonlarında arkadaşlarla beraber gezindiğimiz sokaklar şimdilerde ışıl ışıl olmuş.Son yıllara kadar akşamüzerleri mahalle sakini kadınlar kapı önlerinde komşuları ile oturup sohbet ettikleri görüntünün yerini artık lüks mekânlar almaya başlamış. Genelde çok güzel sanatsal ağırlıklı mekânlar oluşuyor bu Alaçatı için çok güzel bir şey.Hacımemiş Mahalle sakinlerine benim bir naçizane önerim olacak: “Aman evlerinizin altındaki mekânları kiraya verirken yüksek volümlü müzik yapanlara karşı daha duyarlı olun. Çünkü bir başka Alaçatı yok! Alaçatı’da sürekli yaşayanlar olarak bizler korumacı olursak şayet, Alaçatı’nın geleceği çok daha parlak olur. Bizler de gelecek nesillere korunmuş bir Alaçatı bırakmış oluruz.
Kalın sağlıcakla…


ALAÇATI!

Alaçatı’nın tarihi çok eski yıllara dayanır. Alaçatı’da yaşam çok kültürlerin bir arada yaşamın bir mozaiği gibidir. Çalışkan, üreten, bir arada kardeş gibi yaşayan topluluktu. Ne zaman bütünşehir yasasına tabi oldu, Alaçatı elimizden kaymaya başladı.
Alaçatı’da o dönemde yetiştirilen başlıca ürünler; tütün, anason, enginar, kış kavunu, siyah incir ve  anasondu. Ki bugünlerde anason kalmasa da Meydan Larousse’ta bile Çeşme Anasonu’ndan bahseder. Son yıllara kadar Alaçatı Meydanı’nda üreticiler Alaçatı’da tüketemedikleri sebzelerini sabah çok erken saatlerinde nakliye kamyonlarıyla veya sabah ilk otobüsle kimisi Güzelyalı Pazarı’na, kimi Eşrefpaşa Pazarı’nda Cumartesi pazarlarında satar, akşam son otobüsle Alaçatı’ya gelirlerdi. Belki az para kazanırlardı ama mutluydular.

Her geçen gün Alaçatı'da bazı değerlerimiz kayboluyor. Bu değerlerimizi ayakta tutmamız lazım. Alaçatı içinde yaşayan üreticiler halâ saf, temiz duygularını kaybetmemiş insanlar. Alaçatı merkezinde yaşayan insanların vakitlerini geçirebileceği sohbet edebileceği mekânları yaratmak lazım. Akşam yemeğinden sonra yaşayanlar geceleri veya tarlalarına gitmedikleri saatlerde kıraathaneye gider, masalarında tavşan kanı çay veya kahvelerini içer, hoş sohbet ettikten sonra tekrar evlerine giderlerdi.
Şimdiki gibi elektrik faturaları kabarık gelmezdi su faturası, telefon, internet faturaları ona keza. Cep telefonlarını çocuklarımız her yıl bir üst model değiştirmek için yarışıyorlar. Cep telefonu faturaları cebimizi nasıl yaktığını biliyoruz. Evlerimizde tarhana çorbası pişiren kaç aile vardır? Biz yaştaki yaşayanlar evimizde tarhana veya mercimek çorbası içmeden işe gitmezdik. Şimdi ne yapıyoruz? Nerede güzel kahvaltı salonu var oraya gidelim diye akşamdan program yapıyoruz. Aman biz çok ezildik çocuklarımız rahat etsin diye çabalıyoruz. Yaşamak son günlerde çok zorlaştı. Ayın sonunu getirebilmek için bin bir zorlukla karşı karşıyayız.
Merkezde artık huzurumuz kalmadı. Her taraf bar-meyhane doldu. Corona virüs dünyayı yaşanmaz hale getirdi. Maskelerimizi bu sıcak havalarda takmak imkansız hale geldi. Corona virüs tartışılırken başımıza bir de Ayasofya çıktı. Danıştay 1934 yılında Mustafa Kemal Atatürk’ün imzasıyla müze haline gelmesi getirilmesini bozarak ibadete açılması kararını verdi. Türkiye’nin gündemleri ne çabuk değişebiliyor. Çocukluğumdan bu güne hayatımın 40 yılı camilerde geçti. Beş vakit namazı camide kılmaya özen gösterdim. Alaçatı Pazaryeri Camii’nde vakit namazlarında bir safı hiçbir zaman geçmemiştir. Hacımemiş Ağa Camii küçük bir cami olmasına rağmen hep yarım saf olmuştur. Bazı günler müstesna tabii ki...  Ülkemizde ve dünyamıza bilim insanlarımızın yetişmesi gerekiyor. İbadet evlerimizde de yapılır. Hele toprakta namaz kılmak daha da hayırlıdır. Çünkü İslam inancına göre topraktan geldik ve toprağa döneceğiz.

1934 yılında Ayasofya’yı müze yapan Mustafa Kemal Atatürk’ün imzası olan bir kararı yok sayabilirler ama gönüllerimize kazıdığımız Mustafa Kemal Atatürk’e asla dokunamayacaklar…

Kalın sağlıcakla….

HUZURLU YAŞAMAK

Günümüzde fertleri ve toplumları siyasi, sosyal ve ekonomik yönden etkileyen düşünce davranış ve bir takım hadiseler vardır. İç dünyamızda ve toplum hayatımızda huzurun nerede olduğunu bulamamış, saadet ve mutluluk duygularından uzak kalmışsak, o zaman huzursuzlukla karşı karşıyayız demektir. Eğer toplumlar kendi milli değerlerini unutur, ruh kökünden uzaklaşırlarsa, perspektiflerinde de önemli değişiklikler oluşur. Toplumu temelinden sarsan, yaralayan hatta çökertecek noktaya getiren rahatsızlıklar baş gösterir.
Sevginin yerini nefret, şefkat ve merhametin yerini vicdansızlık, hoşgörünün yerini de tahammülsüzlük alır. Velhasıl bir milleti millet yapan değer hükümlerinin tümü dejenere edilerek altüst olur.
Gurur, şöhret, şehvet hırsı gibi duygular beyinleri felç edip sağlıklı düşünmeyi engelleyici fonksiyon icra ederler. Bu hırsların bütün toplumu bir ahtapot gibi sardığını düşünürsek, feci bir akıbetin tehlikeli sinyallerini kulaklarımızda duymamak için sağır olmak lazımdır. Böylesine olumsuz havanın hâkim olduğu toplumlarda hiçbir zaman huzurdan bahsedilemez. Bu millete yıllar önce, maalesef bütün bu olumsuzluklar bir bir yaşatıldı ve yaşatılıyor. Faziletler rezalet, rezaletler fazilet olarak takdim edildi. Fakat bu aziz ve asil millet uyanmalı artık. Yalanları ve tezgâhları yutmuyor. Kendi rolünü, artık başkalarına biçtirmiyor. Dünkü mızrak, bugün çuvala sığmıyor. Unutmayalım ki, yaratılışın mayasında güzellik mevcuttur. İnsan fıtratında iyilik ve sevgi vardır. Yunus’un: “Yaratılanı hoş gördük yaratandan ötürü” dediği gibi düşüncelerimize bakışlarımıza ve yorumlarımıza hoşgörü hâkim olursa, her şeye sevgiyle bakar, sevgi görürüz. İnsanlar arasında menfaat esasına dayanmayan candan dostluklar kurulur.Bu davranışlar ise huzur dünyalarının ve saadet sırlarının keşfine yol açarak mutluluk atmosferi oluşturur. Bu huzur atmosferini bu millete çok görenler kimler? Halkın değerleriyle doku uyuşmazlığı yaşayanlar kimler? Artık bu soruların cevabı meçhul değil.

Huzur; Mevlana’nın ifadesiyle: “Şefkat ve merhamette güneş gibi, ayıpları örtmede gece gibi,alçak gönüllükte toprak gibi” olan insanların meydana getirdikleri toplumlarda kendini hissettirir.İnsanın içindeki duygu ve düşünceleri tohum olarak kabul edersek davranışlarımız onun çiçekleri tasa ve kıvançlarımız da meyveleri olur.Tolstoy: “Saadeti ihtiraslarda değil kendi içinizde arayın ”diyerek bu hakikati anlatır.Huzuru parada pulda, şan ve şöhrette makam mevki ve rütbede aramaya gerek yoktur.Kalbi kükreyen bir yanardağ gibi ihtiras, kin, nefret, haslet ve yalan hile ve desise dolu bir insan, hiçbir zaman huzuru bulamaz ve saadetle tanışamaz.

Huzura giden her türlü engebeli dikenli ve zorlu yollarda yürümeye evet.
Huzursuzluğa giden asfalt yolda yürümeye hayır. 



ÇEŞME’YE ÖZLEM

Ne kadar çok severmişim, bu dünya kenti Çeşme’yi. İnsanlarını, tarihini, doğasını, denizini, Cezayirli Hasan Paşa Anıtını, Çeşme Kalesi’ni, deniz kıyısında balık avlayan insanlarını, İnkılâp Caddesi’ni, dükkânların önünden geçerken esnaf arkadaşlarımla selamlaşmayı…

1996 yılında Çeşme’de Köste Caddesi’nde Cemil Derici’ye ait olan bir mekânını kiralamıştım. Dükkânımın hemen karşısındaki Hasan Karaaslan’ın evinin altındaki dükkânı  oğlu Murat Karaaslan’ın Kahvehanesi idi. Çeşme’ye dükkân açmaya geldiğim ilk günler Murat kardeşimin bana gösterdiği ilgiyi hiç unutamam. Komşuluk böyle bir şey işte! Gençlik yıllarımda ustam Terzi Erdoğan Erman’ın yanında terzi çıraklığı yaptığım yıllarda ustamın ustası olan Terzi Emin’in dükkânındaki geçen günlerimiz… Terzi Çetin Barbaros’un dükkânındaki muhabbetler... Saymakla bitmez.
Asker arkadaşım Saatçi Hüsnü Kahraman ile olan dostluğumuz. Çok küçükken Ağabeyim Ahmet Önal’ın Çeşme hapishanesinde yattığı günlerde Alaçatı’dan merkeplerle Çeşme’ye geldiğimiz günler. İnkılâp Caddesi’ndeki Nalbant ve diğer mekan sahipleriyle yaptığımız sohbetleri hala dün gibi hatırlıyorum.
Çeşme’nin Dünyaca meşhur Ilıca plajını özledim. İlk şarabımı Martı Restoran’da içtim. Cumhur Akabaykal’ın bir zamanların meşhur Dimitrekopulo beyaz şarabını Cincibir Gazozuyla karıştırarak hem de. 16 Eylül Çeşme’nin Kurtuluş bayram’ı kutlamalarında Cumhuriyet meydanında gece konserlerinden sonra arkadaşlarla mehtaplı gecede hep birlikte şarkı söyleyerek yayan Alaçatı’ya nasıl geldiğimizi anlamazdık.  Çiftlik köyünde Ramazan’ın Kahvehanesinde sabahları çayla birlikte çıtır gevrek ve peynirle yaptığımız kahvaltıyı özledik. Bazen deniz kenarındaki banklara oturup  denizin bir tablo gibi resmini seyretmeyi özledim. Ah Corona günleri ahhh! Nasıl bir virüssün sen? Dünyamızı kararttın. Hele 65 yaş üstü olduğumdan Çeşme’den bizleri kopardın. Senin korkundan dört aydır sokaklara çıkamaz olduk. İnşallah bu günleri de yakın bir zamanda atlatırız. Eski yaşamlarımıza en kısa zamanda kavuşmak ümidiyle...

AZİZ NESİN

Aziz Nesin’i bir televizyon programının açık oturumunda izlemiştim. Terzi dükkânımda kendisiyle ilgili yorumlar yapardık. Kendisine haksız eleştiri yapan arkadaşlarıma karşı Aziz Bey’i nedense hep savunurdum. Aziz Nesin’e karşı bir sevgim vardı. 1983 yılında siyasi partilerin belde başkanlıklarının açılması yasası çıktıktan sonra İzmir de ilk belde teşkilatını Alaçatı’da açmıştık. Sosyal Demokrat Halkçı Partisi’nin ilk kurucu Belde başkanı oldum. Belde Başkanlığı yaptığım yıllarda milletvekili adayları belde teşkilatlarını ziyarete geldiklerinde, sohbet ederken  ne kadar kelime hazinemin kısıtlı olduğunu fark ettim.
 Yıllarca terzilik mesleğimden dolayı Türkiye’yi veya dış ülkelere gezmek için ekonomik yöndense fırsatım olmadı. Terzi olmak için sekiz sene çıraklık yapmaktan ve çok çalışmaktan kitap okuyamadım. Kelime  hazinem çok kısıtlıydı. Madem Alaçatı’da Sosyal Demokratlar beni Atatürk’ün kurmuş olduğu partiye belde başkanı yaptılar bende bu partide kendimi yetiştirmem lazım deyip ilk olarak Aziz Nesin’in tüm kitaplarının bulunduğu seti almıştım. İlk okuduğum kitabı “ Nah Kalkınırız” daha sonra “Şimdiki Çocuklar Harika” ve sonra arkası geldi. Aziz Nesin’in kitaplarını okudukça Aziz Nesin’i daha çok sevmeye başladım.
 1989 yılının Ağustos ayında kitapçı dükkânı açmaya karar verdim. Dost Kitabevi ve Kırtasiye dükkanıma ilk olarak İzmirli çocuk yazarlarımızdan Mevlüt Kaplan’ı misafir ettim. Atatürk Kültür Merkezini iki okulumuzdan da katılan çocuklarımız hınca hınç doldurmuşlardı. Çocukların sorduğu sorular Mevlüt Kaplan hocamızı baya zorlamışlardı. Mevlüt Kaplan: “Aman Ömer! Ne olur bu çocuklara sahip çıkalım. Çok muhteşemler. Sık sık yazarlar getirip bu çocukları yazarlarla buluştur. Bu işlerde sana düşüyor” dedi. Ben de kültür ve edebiyat yolumu çizmeye o anda karar verdim ve bir görev üstlendim.
 1995 yılında Alaçatı’ya Aziz Nesin’i imza günü ve söyleşi yapmak için davet etme kararı aldım. Aziz Nesin’e ulaşmak için İzmir Kitabevi sahibi olan Yaşar Tok kardeşimden Aziz Nesin’i imza gününe getirtmek istediğimi ve bana bu konuda yardımcı olmasını istedim. Yaşar Kardeşim, hemen telefonu eline aldı ve Aziz Nesin’i aramaya başladı. Aziz Bey’in Asistanı olan Ayben Hanım Aziz Bey’in Çatalca’da olmadığını ve kendisine bu isteğinizi iletirim deyip konuşmalarını sonlandırdılar.
 Aziz Nesin birkaç gün sonra Yaşar arkadaşımı arayıp Ömer Bey’in telefonunu verin, ben kendim Ömer Bey ile görüşeyim demiş. Yaşar arkadaşım benin numaramı kendisine vermiş. Saat 13.00’de dükkân telefonum çaldı. Karşımdaki ses,ben Aziz Nesin! Nasılsınız? Ömer Bey beni aramışsınız,  imza günü düzenlemek istiyormuşsunuz ?...” deyince ben heyecandan telefonun ahizesini elimden düşürdüm. Türkiye’nin en ünlü yazarıyla konuşuyordum. Dilim damağım kurudu birden ne söyleyeceğimi bilemedim. Neyse ki kendimi toparladım. Evet, hocam sizleri Alaçatı’da ağırlamayı ve çocuklarla buluşturmayı çok istiyorum dedim. Ve bu isteğimi kabul etti. Karşılıklı imza günü tarihini belirledik.
 5 Temmuz 1995 saat 18.00-21.00 olarak belirledik. Aziz nesin 4 Temmuz’da Alaçatı’ya geldi. Kendisini önce Dost Kitabevi’ne getirdim. O gün hava sıcaklığı 40 derecenin üstündeydi. Dükkânda çok az kalarak “Ömer beni otele bırak biraz denize girmek istiyorum” dedi. Çiftlikte bulunan  Cardia Otel’e vardık. Otelin lobisinde birkaç dakika sohbet ettik. Çeşme ve Alaçatı’yı biraz kendisine anlatma fırsatım oldu. Aziz Bey Alaçatı’yı çok sevdiğini belirterek, “İki gün imza günü yapalım” dedi. Tabii ki ben çok sevinmiştim. Aziz Bey’in Alaçatı’da iki gün kalmasına...
 Ertesi gün 5 Temmuz. Aziz Nesin’i otelinden almaya gittik. Otelin lobisinde beni bekliyordu. “Hazırsanız gidebiliriz” dedim. “Ben hazırım dedi Aziz Nesin okuru fazla bekletmeyelim” Beraber Kartal marka arabamla Alaçatı’ya geldik. Saat 18.00 olmasına rağmen hava yine çok sıcaktı. Aziz Bey’i Cumhuriyet Meydanındaki biber ağacının koyu gölgesinde masasını hazırlamıştım. Çeşme, Alaçatı ve İzmir’den gelen okurlar Cumhuriyet Meydanı’nı doldurmuşlardı. Okurları masasının önünde uzun kuyruk oluşturmuştu. Aziz Nesin’i, alkışlarla masasına aldık ve imza günümüz başlamıştı. Saat 21.00’de ben Aziz Nesin’in yanına gittim. “Hocam çok yoruldunuz, kitap satışını durduralım” dedim. Aziz Hoca bana “Yok yok! Siz devam edin. Para kazanmaya bak ben devam ederim” dedi. Ben öyle söylemesine rağmen kitap satışını durdurdum ve kitap imzalatmak isteyen arkadaşlarıma “Merak etmeyin Aziz Bey yarın da imza gününe devam edecek” dedim.  Çok sayıda okur ertesi güne kalmıştı kitaplarını imzalatmak için.
 Aziz Nesin’i 5 Temmuz 1995 günü, yani imzadan 3 saat sonra 23.20 de kaybettik. Tam 25 yıl geçti. Ben her yıl Dost Kitabevi Aziz Nesin’i ölüm yıldönümünde anıyoruz. Ama bu yıl çok farklı. CoronaVirüsü nedeniyle Aziz Nesini halk olarak meydanlarda anamıyoruz.“Aziz Nesin bu yıl 105 yaşında” 
“UNUTMADIK UNUTULMAYACAĞIZ”

YAŞANMIŞ ANILAR!

YAŞANMIŞ ANILAR!  Bir köy çocuğu olarak geldim dünyaya. Bir yılkı atı kıvamında büyüdük yetiştik, türlü badireleri geçerek. Bu zamana gelinc...