Sizinle yıllar ötesine bir yolculuğa çıkalım istedim. Belki
bir öykü, belki de hayat. İnsan kalıplara bölündükçe ve hayatla tekme tokat
dövüldükçe anlıyor geçen günlerin ne kadar savruk ve acımasız olduğunu. Canı
acıyınca, ya da yaşama acıkınca anlıyor hayat denilen hengâmenin ne çelişkili
bir yolculuk olduğunu. Bu yüzden ara ara geriye dönüp bir ah çekiyor ve hayal
de olsa hüzünlü olduğu anlarımızda özlemini giderdiği anılarının ne çok paha biçilemez
bir değer olduğunun farkına varıyor insan.
O doyumsuz yolculukların insanı saran karelerinden söz etmek
istiyorum bu ay köşemde sizlere. Amacım aynı yolculuğun koltuklarında sizi de
ağırlamak, sizleri de yıllar ötesine taşıyıp mutlulukla kucaklaştırmak. Her
insanın yaşamı inişli, çıkışlıdır. Bir yaşamın sancılarıyla olgunlaşıp, sonra
da gülüşlerini ve ağlayışlarını kimselere göstermeyen bir yaratıktır insan.
Çünkü yüreğindeki onur meşalesi sadece yaşam yolunu aydınlatıyor ve
yaşadıklarını bencil bir edayla yaşayarak şu hızla akıp geçen zamanda
kimselerle paylaşmak istemiyor. Biz öyle yapmayalım istedim, niyetim sizleri
kimi zaman düşündürüp, kimi zaman anılarla bir menzilde buluşturup mutlu
olmanızı sağlamak. Kimi çocukluğunuza, genç kızlığınıza, ya da
delikanlılığınıza, askere gittiğiniz,
evlendiğiniz, ilk çocuğunuza sarıldığınız, aşık olduğunuz, ya da o karelerin
hangi karelerinde olmak istiyorsanız tercih ettiğiniz bir bölümde hayatı
konuşalım istedim.Hayatı ilk tanıdığım anlardı sinemayla yaşamı
olgunlaştırdığım dönem. “Sinemacı Tahsin, arabasının kasasına sinema afişini
yerleştirip, eline de megafonunu alarak sokak sokak, mahalle mahalle bağıran
bir adamdı”. O yıllar Yılmaz Güney, Fikret Hakan, Ayhan Işık, Ahmet Mekin,
,Yılmaz Köksal, Ekrem Bora, Erol Taş ve daha birçokları oynardı beyaz perdede.
İmkânsız aşklarını, kötü adamlarla olan savaşlarını, zengin babayla dalaşlarını
ve o mutlu, çoğu zaman da kötü biten sonları izlerdik. Harika bir fon müziğiyle bizi perdeye çağırırdı sinema. O
vazgeçilmez anların tek sığınağıydı sinemalar. Sessiz bir koşuşturmacaydı.
Sıraya girip bilet alışımız, kapıdaki görevliye aldığımız biletlerimizi uzatıp
yırtarak içeriye alınışımız. Karanlık bir mahzende el yordamıyla ilerleyerek
oturanlardan yardım alışımız. Gözlerimiz karanlığa alışmadan bir sahneyi
kaçırmak istemeyişimiz, Yaşarce’nin fırından yeni çıkarmış olduğu mis gibi
çekirdek, fıstıkları, Gazozcu Muhtar
Hamdi’nin evinin altında ürettiği Hamdi kola gazozu içerken lakırtıları
duyuşumuz ve sonra bir tahta sandalyeye oturuşumuz. Ne çok severmişiz sinemayı,
film ara verince sinema salonunun duvarlarında ki gelecek programı asılı olan
film afişlerin isimleri ‘Kan Su Gibi
Akacak’, ‘Çakırcalı MehmetO dönemin son versiyonlarıydı seçtiğim film isimleri.
Yüzlercesi, binlercesi akıp geçti perdeden, bir sevgili omzunda, terli bir avuç
içinde, belki de aşk umduğumuz bir anın yelesinde. Son Efe’, , defalarca
izlediğimiz ‘Boş Beşik’, ‘Ben Bir Kanun Kaçağıyım’, ‘İpini Boynunda Bil’
‘Mezarını Kaz Beni Bekle’, ‘Günahını Kanlarıyla Ödeyenler’, ‘Ölümünü Kendin
Seç’ ‘Vurguncular’… değildi filmin son karesine yerleştirilen aslında, hep yeni
bir başlangıcın kıymığı gibi yanan ışıklarla birlikte başka bir versiyonuyla
umut ettik, aynı koltuklara tekrar geldiğimizde bizleri başka düşlerle
buluşturan, başka kötü adamlarla didiştiren ve başka başka kahramanlarla
birleştiren. Hep aynı karakterleri sevdik, hep aynı karakterlerle dertleştik ve
onların yerine geçerek bu hayatı sevdik.O yıllardan gençliğe uzanışımızın da garip bir öyküsüydü
sonraki süreç. 70’li yılların sonrasında, yani o zor ve çelişkili döneme geçiş
anlarımızda sinema sektörü perde rengini kullanarak, biraz da amacından taşarak
ruhumuzu farklı bir objeyle okşamaya başladı. Değişen zaman kültürü mü desek, yoksa
gelişen çağ diktasına mı yüklensek? Sinemaya bir haller oldu. Gençliğimizin
kıpırtılarıyla ve bize sunulan hayat dezavantajlarıyla isimleri değişti önce
filmlerin, sonra da biçimleri. Kahramanları üzerindeki giysileri çıkardılar,
ruh açlığımızı doyurma yolunda yeni rollerine soyundular. Bir filme 3–4 kez
gidiyorduk artık, uzun kuyruklar oluşturduğumuz o gişelerin önünde alev alev
yanan bedenimizin açlığını doyurmak için başka bir şey düşünemiyorduk.Perdelerdeki o çıplak furyada isimler de bir garipti. ‘Fırçana Bayıldım
Boyacı’, ‘İsmet Bu Ne Kısmet’, , ‘Kokla Beni Melahat’, , ‘İşte Kapı, İşte
Sapı’, ‘Yumurtanın Sarısı’, ‘Kokla Ama
Kopartma’, ‘Çikolata Tarlası’ ve ‘İsmet Bu Ne Kısmet’ vs. O ruh açlığımızı
doyurduğumuz, dışarıdaki kavgalardan, sağ-sol tartışmalarından uzak durduğumuz,
ya da o salonlara bir şekilde tıkıldığımız günlerdi o yıllar. Doyumsuz aşkların
onulmaz öyküleriydi belki de kaçtığımız. Bir sevgilinin bakışıydı öldüğümüz,
kalp titreşimlerini en uç seviyelere yükselttiğimiz, bakışlarında öldüğümüz,
bir sarılışında kendimizden geçtiğimiz ne kutsal günlerdi.Sonra büyüdük, serpildik ve geliştik. Hayatımızın her anına
yaşadığımız kadar yerleşen, duyumsadığımız ölçüde lezzetlenen bir yol haritası
şimdi yaşam duvarımızdaki. O çivilediğimiz yerde bize gülümseyen, yıllar
ötesine geçmek istediğimizde olmaz demeyen bir düşünüşün ruleti gibi hayat, ne
yöne çevirdiğimizden çok, hangi yöne çevireceğimiz önemli. Yıllar ötesine
geçmek istiyorsanız ve oradan bir kucak mutluluk alıp dönmek istiyorsanız sizler
de bunu yapmaktan çekinmeyin ve yaptığınız yolculukta asla yalnız olduğunuzu
sanmayın…
Kalın sağlıcakla.
27/05/2013 Yılında Alaçatım gazetesinde yazılmış köşe yazım
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.