ALAÇATI MASALINDAN GERİYE GÜRÜLTÜ KALDI

 

ALAÇATI MASALINDAN GERİYE GÜRÜLTÜ KALDI

Alaçatı, yalnızca taş evlerin gölgesinde rüzgârın kanat çırptığı bir kasaba değil; yüzlerce yılın hafızasını usulca taşıyan bir bellektir. Her sokak, her avlu, her taş duvar; insanlığın acısıyla, sevinciyle, göçüyle ve direnciyle yoğrulmuş birer sessiz tanıktır.


Börklüce Mustafa’nın isyanında, Şeyh Bedrettin’in düşlerinde, Hacı Memiş Ağa’nın gölgesinde şekillenen bir tarihten söz ediyoruz. Germiyanoğulları’nın izleri, Alacaat aşiretinin adını buraya mühürleyişi, ardından yüz yıl boyunca bu topraklarda kök salan Rum ailelerin hikâyeleri…

 

Ve sonra, Selanik’ten, Yugoslavya’dan yorgun ama umut dolu kalabalıkların gelişini düşünün. Hepsi Alaçatı’nın taşlarında bir katman gibi üst üste eklenmiş.


Bugün sokaklarda yankılanan kahkahalar, geçmişin dualarıyla, ağıtlarıyla iç içe akıyor. Taş evlerin gölgelerinde yalnızca göçmenlerin ayak sesleri değil, aynı zamanda dayanışmanın, komşuluğun, ortak sofraların sıcaklığı da duyuluyor.


Alaçatı, rüzgârıyla, deniziyle ve insanıyla yalnızca bir coğrafya değil; kültürlerin, dillerin ve yaşam biçimlerinin kavuşma noktasıdır. Onu özel kılan, geçmişin izlerini silmemesi; tam tersine o izleri bugüne dokuyan bir nakış gibi işlemesidir.



Her yeni gün, bu topraklarda bir başka hikâyeyi büyütür. Çünkü Alaçatı, yalnızca geçmişi anlatan bir sahne değil; geleceğe fısıldayan, yaşayan bir masaldır.

Ama şimdi…

Alaçatı’nın taş duvarlarına sinmiş o sessiz şiir, yerini kalabalıkların hoyrat gürültüsüne bıraktı. Bir zamanlar şarapla, rakıyla sohbetin, muhabbetin iç içe geçtiği meyhaneler; şimdi yüksek sesli müziğin, gösterişin ve tüketimin mekânına dönüştü.

Daracık sokaklarda yankılanan ses artık çocukların kahkahası değil; sabaha dek süren eğlencenin hoyrat uğultusu. O eski dost sofraları, yavaş yavaş yerini kalabalık masalara, fotoğraf çekmek için kurulan sahnelere terk etti. Alaçatı, bir zamanlar insanların kalbinde bir hatıra iken, bugün birçokları için yalnızca “gecelik bir eğlence” ye dönüştü.

Bu sitemim, Alaçatı’ya değil; onun ruhunu göremeyenlere. Çünkü Alaçatı’nın asıl büyüsü taş evlerinde değil, o taşların arasından süzülen geçmişin sesindeydi. Eğer biz bu sesi kaybedersek, geriye yalnızca gürültü içinde unutulmuş bir kasaba kalacak.

Ömer ÖNAL

25.08.2025

 



Kitapseverlerin yoğun ilgi gösterdiği imza günü etkinliğinin ardından Çeşme Life'a konuşan Şirin, kendisinin Türkiye'de ilk imza gününü Alaçatı Kitabevi'nde yaptığını hatırlatırken, "Ömer Bey’e büyük bir saygı duyuyorum. Bağımsız bir kitabevi olarak yıllardır burayı ayakta tutuyor, kahramanca bir mücadele veriyor. O nedenle Türkiye’ye ne zaman gelsem, yolum buradan geçse bir imza günü yapmaya çalışıyorum. Burada olmak benim için büyük bir mutluluk” ifadelerini kullandı.

#Alacati #Selcuksirin



 Sevilen yazar ve akademisyen Selçuk Şirin, yeni kitabını imzalamak ve okurlarıyla buluşmak için Alaçatı Kitabevi’ne geliyor.

🗓 Tarih: 20 Ağustos 2025
⏰ Saat: 19.00
📍 Yer: Alaçatı Kitabevi
Ege’nin kalbinde, kitap ve sohbet dolu bu özel buluşmayı kaçırmayın!

YAŞANMIŞ ANILAR!


YAŞANMIŞ ANILAR! 

Bir köy çocuğu olarak geldim dünyaya. Bir yılkı atı kıvamında büyüdük yetiştik, türlü badireleri geçerek. Bu zamana gelinceye kadar yaşanılan süreçte asla unutulamayan zaman dilimleri vardır. Onlar hep sizinle birliktedir, her nerede olursanız olun. Köy yaşamımda geçen ova ve vadi günlerim benim açımdan o safhalardan belki de en önemlisidir.

Babamın ölümünden sonra Annem aileyi toplayıp Alaçatı’ya göç eder ve 1952 yılından beri hep bu güzel Alaçatı bucağında sürer hayatım. Arada bir köyümüze giderdik. Sonraki yıllarda konakladığımız kış aylarında, Germiyan Köyü’ne yürüme mesafesi olarak yaklaşık bir buçuk- iki saatlik bir uzaklıktadır. Adını Germiyanoğulları’ndan aldığı “GERMİYAN” köyü bulunduğu konumu itibariyle zeytin ağaçlarının ve çok bereketli toprakların yamacında kurulmuş.

İzmir yolu üzerinden giderseniz Merdivenlikuyu sapmazından sol tarafa giden yoldan Germiyan köyüne giderseniz. Hemen sağ tarafında Yuvarlak Vadisi dediğimiz keskin bir vadi, karşısında heybetli bir dağ, üst tarafa giden Ildırı’ya ve Kadıovacık’a kadar götüren bir dağ silsilesi ile bezenmiş olan ve çocukluğumun bir bölümünün geçtiği yaylamız Karacasar ovası. Zeytin dalına kurulan salıncakta sallandığım zeytin ağacı işte orada, sınırın tam da kenarında.

Yaşlanmış, yıpranmış. Ben şu yaşıma geldim. Aklım erdi ereli var. Kim bilir ne zamandan beri ayakta ve kim bilir hangi çağın tanığı. Karacasar’ın yamacındaki ağılımızın yeri harabe artık. İçinde büyüklerimin de içinde barındığı, dağdaki küçük tek katlı üstü toprak olan evimizden eser yok. Oturuyorum bir taşın üstüne ve geçmiş zamandan kalan sesleri dinliyorum, içimde yankılanırken. Eskilere gidiyorum. Çok eskilere. Hatıralar canlanıyor ilk günkü tazeliğinde. Hep bir aradayız. Her yer cıvıl cıvıl.Sabah tan yeri ağarırken, işe yaramayan küçük çocuklar hariç uyanıyor herkes. Mevsim yaz, fakat sabah keskin bir soğuk var iliklerine kadar titreten. Kalın giyinmelisiniz o yüzden, güneş karşıdaki dağın üzerinden görününceye kadar.

Çiğ düşmüş dalların ve otların yapraklarına. Yürüdüğünüz yerde dizinizden aşağısı ıslanıyor. Aldığınız nefesi saç diplerinde, tırnak aralarında hissediyorsunuz. Derinizdeki tüm gözeneklerden oksijen saldırısı altındasınız. Kısacası vücudunuza olabilecek her noktadan sağlık, dahası hayat şırınga ediliyor doğanın ellerinden.

Yaylanın sol tarafında aşağı doğru uzayıp giden sorgun ağaçlarının bulunduğu sulak alandaki rüzgarda nazlı salınan lalelerinin kokusuna, aşılanan dağ kekiğinin aromatik kokusu sarıyor yaylanın bütününü. Tan yeri aydınlığı ile birlikte. Cırcır böcekleri bir telaş bir telaş. Uzaklardan bir yerden kınalı keklik sesleri yükseliyor, gak gak gubak, gak gak gubak! Ya eşine ya da yavrusuna sesleniyor, bir gayretli melodi ritminde.

Dışarıda hayat böyle. Ya ağılın içerisinde? Annem bir çorba kaynatma çabasında, süslü tahta kaşıklarımızla çala kaşık yiyelim diye. Taze sağılmış süt de var, birer bardak içmek için. Halis buğday unundan, saç üzerinde pişirilmiş yufka köy ekmeği misler gibi kokmakta ısıtılırken ocaktaki sacın sırtında. Bugün kuru kaymak da yiyeceğiz belli ki. İki kocaman dal kaymak konulmuş tahta ayak üzerindeki kenarları türlü motiflerle işlenmiş bakır tepsi soframızın kenarına. Peynir var soframızda, sepet peyniri. Isırırken dişlerinizde gıcırdayan, mis kokulu, lezzeti ala ki, Annemin hünerli ellerinden üreyen. Çökelek noksan olur mu yayla sofralarından? Yufka ekmeğinin arasında sıcak çorbanın yoldaşı...

Komşu yaylalardan da güne başlamanın belirtileri geliyor. Koyun ve kuzu melemeleri çan seslerine karışıyor, köpek havlamaları eşliğinde. Çobanımız hazır. Sürüyü geniş otlaklarda gezdirmeğe… Ağır ağır ayrılıyorlar ağılın çevresinden. Çoban köpeklerimiz sürüye gözleri gibi sahip olmak üzere çobanımızın en büyük yardımcıları; bir dikkat, pür dikkat! Her yabancı ses alakadar ediyor onları. Dönüp duruyorlar biteviye sürünün etrafında. Güvenlik had safhada demek istediğim. Yalnız sürüye değil, canımıza da bekçilik yapmakta can yoldaşı köpeklerimiz. Kadınlar sütten mamul ürünler yaratacak alın teri ile yoğrulan. Erkeklerden yetişkin olanlar tarlaya

Veya köye gidip gelecekler…

07/12/2012 yılında yazılmıştır.

SİYASETTEN KEYİF ALDIĞIM YILLAR

 

                              SİYASETTEN KEYİF ALDIĞIM YILLAR

 Alaçatı’nın bakir olduğu, ovaların ekildiği, halkının gece gündüz çalışarak geçimini kazandığı yıllardı. 1968-1976 yıllarında Alaçatı Belediye Başkanı olan Lütfü Koparal makamına giderken tüm esnafı selamlar, belediyeye öyle giderdi. Makam arabası yoktu. Dönemin Başbakanı Süleyman Demirel Lütfü Koparal’ı çok severdi. Kendisini ziyarete gittiği zaman “Kennedy Lütfü” diye hitap edermiş. Bu anısını Lütfü Koparal’ın bizzat kendisinden dinlemiştim.  Lütfü Başkanın üstü açık bir cipi vardı. Alaçatı’dan Ildırı Köyüne kadar uzanan mücavir alanı teftiş etmek için kullanırdı.

1976 yılında yapılan ara seçimde Cumhuriyet Halk Partisi adayı Abdurrahman Keskin yerel seçimi kazanmıştı. Abdurrahman Keskin de halkla barışık bir başkandı. Yalnızca halk günlerinde değil, her zaman halkının yanında olurdu. Siyaseti bana sevdiren Lütfü Koparal ve Abdurrahman Keskin idi.

Cumhuriyet Halk Partisi Çeşme İlçe Başkanlığı yapan Faruk Karabina ve Coşkun Vural dönemlerinde başarılı birer ilçe başkanlığı yapmışlardı. 1980 İhtilâlinden sonra İlçe Başkanlığı yapanlar Şakir Karadede, Faik Tütüncüoğlu, Hakkı Berksu, Aydın Saatçioğlu, İlçe yönetim kurulu üyeleri Eren Omay, Süleyman Akkaya, gibi birçok dostlarım Çeşme İlçemize çokça katkıda bulunmuşlardı.

1980 öncesi ve sonraki dönemlerde genel merkez aday belirlemesinde ön seçim yapılırdı. Aday adayları, aday oldukları il ve ilçelerinde tüm seçilmiş ön delegelerini ziyaret eder, kendilerini tanıtırlardı. Delegeler de beğendiği adaylara oy verirdi. Son yıllarda genel merkez tüzük kurultayında adaylar bundan sonra adayları belirlemeyip örgütün seçmesine karar verdi. İnşallah önümüzdeki dönemde de ilçe ve illerimizde aday adaylarını örgüt belirler. Bu günleri iple çekiyorum. Bizi yönetecek olan yöneticilerimizi kendi oyumuzla seçtiğimiz insanların yöneteceği yerel yönetimleri görürüz. Çünkü seçilen yöneticiler halka veya seçmenine karşı sorumlu oldukları zamanı çok daha özverili ve çalışkan oluyorlar. Demokrasinin gereği olan seçebilme hakkımız olduğu sürece yeniden siyasetten keyif alacağımız yıllara kavuşmak umuduyla…


 

 Usta yazar Aziz Nesin’i 30. ölüm yıldönümünde Alaçatı’da saygıyla anıyoruz.

Türk edebiyatının usta kalemi Aziz Nesin; 5 Temmuz 1995 tarihinde, Alaçatı Dost Kitabevi’nin konuğu olarak katıldığı imza günü ve söyleşinin ardından aramızdan ayrılmıştı. O günden bu yana Alaçatı, onu unutmadı; her yıl sevenleriyle birlikte Aziz Nesin’i saygı ve özlemle anmaya devam ediyoruz.
Bu anlamlı günde, Aziz Nesin’in anısını yaşatmak ve onun izinden yürüyen okurlarımızla bir araya gelmek üzere sizleri 5 Temmuz 2025 Cumartesi günü saat 19.30’da Alaçatı Kitabevi’ne davet ediyoruz.
“Ustanın izinde, her yıl aynı özlemle


ALAÇATI’DA YAŞAMDAN KESİTLER

 

                 ALAÇATI’DA YAŞAMDAN KESİTLER

1960 lı yıllar. Alaçatı Belediye’sine ait elektrik santrali vardı. Bu gün halk Pazarı kurulan dutlu caddeden yürüyerek bir kilometre sonra vardığımız. Alaçatı şehitlik parkı, yaklaşık 15 dönüm bir alanı olan yüksek taş duvarlarla etrafı çevrilmiş, içinde palmiye ağaçları, kurtuluş savaşında canlarını bu vatan için seve seve vermiş şehitlerimizin anıt mezarları. Etrafında yüzlerce çeşit çiçekler, mis gibi kokuyor. Duvarların üstüne sarılmış sarmaşıklar. Sarmaşıkların bir kısmı beyaz bir kısmı mor renkte açmış. Renklerin güzelliğinden ve kokusundan ayrılamazsınız. Şehitlik bahçesinin yan tarafındaki Karagöz tepeye giden yol kıyılarındaki geniş hendekler dokuz köprülerden taşan sular hendekleri doldurmuş. İçinde yeşil kurbağalar, küçük büyük Kaplumbağalar, küçük kefal balıklar. Temiz suda dans ediyorlar. Sürülmemiş tarla sınırlarında deniz börülceleri. Diz hizasına gelmiş turp otları sarı filiz vermiş. Yemyeşil mis gibi doğa kokusu. Altın dişli Mehmet yasemin, Eşeğine pulluk ve hamutu sarmış beygiri, eşeğinin arkasına bağlamış kendisi eşeğe binmiş tarlaya çift sürmeye gidiyor. Şehitlik bahçesinden Alaçatı’ya gelirken eski mezbaha önünde, Kasap İbrahim Masat, elinde çengeller, kasap Bekir Doğan, İki oğlunla beraber bir tane düve mezbahaya kesime götürüyorlar.(Beş Ali)Çitçi iki tekerlekli at arabasına kırmızı doru beygirini ziller ve rengârenk motiflerle süslemiş at arabasının tekerleklerin ve zillerin vermiş olduğu o güzel ses. Yolun sağına soluna dikilmiş dut ağaçları. Yolun sağında bulunan tarlalar boydan boya sürülmüş tütün fidanı ocakları. Tarla kenarlarında gübre yığınları. Tütün fidanlarını gübrelemek için depolanırdı. Cemal Can amca elinde yarım metre uzunluğunda sigara takımı, sigarasını yakmış diğer elinde çapası bahçesine gidiyor. Gündüz bahçe işi akşam Alaçatı’nın en güzel Şamili tatlısını yapar çocukları akşam kahvelerde veya sinemalarda dilimi yirmi beş kuruştan satarlardı. Evimiz Elektrik santrali çok yakındı. Elektrik santralin duvarları bir metreden yükseklikte ve üstüne iki metre dikenli tel ile çevriliydi. Santralin bahçesini Makinist Sadık baba çok bakardı. Rengârenk güller, kasım patları sarmaşıklar, bahçedeki havuz masmavi, suyun rengi tertemiz. Santralin devasa bir demir kapısı vardı. Bazen elektrik motorları çalışmaktan dolayı içerdeki ısı yükseldiği vakitler sadık baba ve paraşüt İsmail ikisi beraber kapıyı ray sistemi olmasına rağmen zorla açarlardı. Elektrik motorlarının su devir daim fıskiyelerini seyrederdik. Motorların pat pat gürültüsü hiç bitmeyen melodi gibi gelirdi bizlere.


 

 Pazaryeri cami altındaki manav Nûrettin ağa ve kardeşi Osman amca, Selanik kesreden mübadele yıllarında gelmişler, önlüksüz hiçbir zaman dükkânlarını açmamışlardır. Çok disiplinliydiler. Dükkânlarının yanında hemşerileri olan Sıtkı ağa (Özcan) küçük bir masası vardı. Masasının üstünde ayakkabı çivisi falçata kırnap ipi ve küçük bir bal mumu. Tamir olacak olan ayakkabıyı eline alır, ipin ucunu masada önceden çakılmış olan çiviye düğüm attıktan sonra ipi bir güzel mumlar sonra ayakkabı iğnesine ipi geçirdikten sonra başlardı ayakkabının sökük yerini dikmeye. Sıtkı amcanın muhabbetlerine doyum olmazdı. Yakınlarının, babalarının, Çanakkale de savaştıklarını nasıl şehit düştüklerini cümleleri tek tek gözleri yaşlı anlatırdı. Hastane’nin sol tarafında Mehmet Şenol’un kahvehanesi vardı. Mehmet ağabeyin gür sesi “ hadi beyler çay içmeyen kalmasın” diye bağırması halen kulaklarımda. Eski Belediye sinemasının yanında dükkânlar vardı. Tatlıcı Yusuf usta, Berber Ali Sarı, Terzi Yılmaz, İsmet Eserin Bakkal dükkânı. Manav Ankaralı Mustafa, Nebi Çatalbaş daha birçok esnaf vardı. Çarşı cıvıl cıvıldı. O yılların en güzel tatlılardan keşkül, Muhallebi, Hasan ustadan Kara helva, Hasan ustanın taş helvası bir başkaydı, Kış aylarında özel Hasan ustaya gider taş helvası yerdik. Hasan ustanın Önünde çizgili bir önlük. Elinde kalın ve uzun bir bıçak. Taş helvası kalıp halinde, Küçük parçalar halinde onu keser. Tezgâhta terazi terazinin bir gözünde gramlar diğer gözüne taş helvayı tartar önce yağlı kâğıda sarar sonra kese kâğıda koyar size öğle verirdi. O yıllarda yokluk vardı yoksulluk vardı. Oturduğumuz binalarda Bir ocak vardı. Bu gün adına Şömine diyoruz o yıllar adı ocaktı. Dağlardan yaptığımız odunları yakardık ocaklarımızda öyle ısınırdık. Okuldan aç dönmüşün evinde yemek için bir şey yoksa Komşuya gidilir komşudan bir şeyler istenirdi. Komşular birbirlerinden gönül rahatlığınla gönül rahatlığıyla bir şeyler isterlerdi. Son yıllarda bu kültürlerimiz yavaş yavaş yok olmaya başladı sanırım.

 

ALAÇATI MASALINDAN GERİYE GÜRÜLTÜ KALDI

  ALAÇATI MASALINDAN GERİYE GÜRÜLTÜ KALDI Alaçatı, yalnızca taş evlerin gölgesinde rüzgârın kanat çırptığı bir kasaba değil; yüzlerce yılı...