ALAÇATI’DA SİNEMA GÜNLERİ

Alaçatı insanının sanata ne kadar değer verdiği herkes tarafından bilinmektedir. Ben çok gençken daha terzi çırağıyken arkadaşlarımla geceleri geç saatlere kadar çalışırdık. Geceleri dostlarımız ziyaretimize uğrarlardı. Konumuzsanat veya sinema olunca Nevin Tezcan ile Ayhan Tezcan ağabeylerim eskiden nasıl tiyatro oynadıklarını anlatırlardı bize. Köy Enstitüleri, ilkokul öğretmeniyetiştirmek üzere 17 Nisan 1940 tarihli ve 3803 sayılı yasa ile açılmış okullardır. Köy Enstitülerin kurulduğu yıllarda Alaçatı’yada tiyatro, marangozluk, demircilik, inşaat ustalığı, biçki - dikiş kursları açılmış. Çok sayıda gençlerimiz bu kurslardan yararlanmış ve bugün çok sayıda yaşayan ağabeylerimiz ailelerinin geçimini öğrenmiş olduğu bu kurslardaki becerileriyle sağlıyorlardı.

Alaçatı’da iki tane sinema solonu vardı.Birisi belediye sineması, diğeri Sakarya Sineması idi. Her akşam iki seans film gösterimi yaparlardı. Haftada bir tiyatro sanatçıları gelir, oyunlarını sahnelerdi. Kimler kimler gelmedi ki? Eski sinema oyuncularından; Hulusi Kentmen, Atıf Kaptan, Hayri Karabay, Tuncay Özinal gibi şöhret olmuş sanatçılar Alaçatı’nın müdavimlerindendi. Rahmetli Nevin Ağabey sık sık anlatırdı. Belediye sinemasında bugün yeri Atatürk Kültür Merkezi olan yerde tiyatro çalışmaları yaparlarmış.Bazı gençlerin çok başarılı olduklarından bahsederdi.Bugün elinden tutan olsa Türkiye’de tiyatro sanatında çok başarılı olacak çocukların yetişeceğinden bahsederdi.Ben bunlara çok kez tanık olmuşumdur.
1960 yıllardan sonra Emin Özdemir Ağabeyimiz’inde içinde olduğu bir tiyatro ve sanat gurubu kuruldu. Bu gurubun içinde; Koreli Kazım, Yılmaz Körükçü, Mesut Serin, Özdemir Kanga, Selahattin Kanga gibi çok sayıda arkadaşımız Alaçatı halkına gösteri sundular. Urla ve Seferihisar’da da gösteriye gittiler.Bugünkü talk showculara taş çıkartacak kadar güzel oyunlar sergilediler.Kimi tiyatro oynadı, kimi şarkı söyledi, kimi saz çaldı ama hepsi de Alaçatı’nın kültürel gelişimine katkı sağladılar.
1989 yılında Belediye meclis üyesi seçildim. Belediye Başkan Vekili olduğum günlerde bir telefon geldi. Telefonun diğer ucunda Milletvekili Türkân Akyol vardı.  Ara seçimlerde Erdal İnönü İzmir milletvekili adayı olmuştu. İzmir’den aday olan Genel Başkanımızın seçilmesi için her varımızı yoğumuzu koyup  Genel Başkanımızı parlamentoya sokmamız gerekiyordu. İzmir örgütü olarak çok çalışıp, Genel Başkanımızı Parlamento’ya girmesi için gerekli oyu almasını sağladık. Bu çalışmamızda Kadın ve Aileden Sorumlu eski Bakan Türkan Akyol, Genel Başkanımız Erdal İnönü’ye destek için vermek için İzmir’e geldiği günlerde kendisiyle beraber yeniden çalışma şansını yakalamıştım. Bana hep “Karaoğlan” diye hitap ederdi.Yine “Selam Karaoğlan. Nasılsın? İyi misin?” diye hatır sormasından sonra Türkiye’nin de içinde olduğuASSITEJ(Uluslararası Çocuk ve Gençlik Tiyatrolar Birliği) ile birlikte Türkiye’de Uluslararası Gençlik ve Çocuk Tiyatroları Festivali düzenlemek istiyorlar. Benim de ilk aklıma gelen Alaçatı oldu.Buna sizler ev sahipliği yapabilirsiniz” dedi.Ben de böylesine güzel bir projeden dolayı çok heyecanlanmıştım. Hemen belediye başkanıma bu projeyi ilettim. Belediye Başkanımız: - Ömer, üstesinden gelebilir miyiz sence? deyince “Başkanım siz hiç merak etmeyin” Alaçatı’nın bu konuda bu festivale sahip çıkacağına yürekten inanıyorum.” dedim.
Belediye başkanımız Konuyu meclise taşıdı ve meclisinin onayı alındıktan sonra çalışmalara başladık. Çalışmalarımızı önceokul koruma derneği üyeleri, okul aile birliği üyelerinle toplantılar düzenledik.İki okulumuzun müdürleri Çocuk Tiyatroları Festivali projesine çok sahip çıktılar. Ben ve Belediye Başkanı Ankara’da Türkan Akyol ve ASSITEJ’in yönetim kurulu üyesi olan Olcay Poyraz Hanımefendi ile toplantı yaptık. Alaçatı’dadaha sonraki yıllarda da devam edecek olan Uluslararası Çocuk ve Gençlik Tiyatroları Festivali’nin temellerini attık.
Devam edeçek.


SİYASİ YAŞAMIM (20)

Seçimler bitmişti, seçim sonuçları muhabbetleri yapılıyordu. Ben artık tekrar partiler üstü olmaya karar vermiştim.
1995 Eylül’ünde Çeşme’de kitapçı dükkânı açtım ve artık iki dükkânım olmuştu. Biri Alaçatı’da biri de Çeşme’de. Genelde ben Çeşme’de bulunuyordum. Hem Kitap-Kırtasiye hem gazete bayiliğim vardı. Dünya Süper Dağıtım’ın da bayisiydim. Ünite dergilerini okullara ben dağıtıyordum. Tekışık Yayınları, Üner Yayınları ve Tudem Yayınları’nın okullara dağıtımını ben yapıyordum. Dünya Süper Dağıtım’ın yabancı gazete ve yabancı dergilerini Alaçatı’da bulabilirdiniz. Bu yayınevlerinin sahipleri de Köy Enstitüleri öğretmenleriydi.
Taner Gümüş ve Mustafa Özbesler “Yarımada Gazetesi”ni çıkarmaya niyetlenmişler ve bununla ilgili bana ikisi beraber geldiler. “Ömer Ağabey, bizim gazetede yazar mısın?” dediler. Ben de hiç tereddüt etmeden kabul ettim. Sonra ellerimi başıma dayadım ve kendi kendime “Sen ne yaptın oğlum? Sen kim, yazarlık kim?” dedim ve kara kara düşünmeye başladım. Bir süre sonra, “Neden olmasın!” dedim, öğrenen anasının karnında mı öğreniyor? Yaşadıklarımdan bir hafta yazarım, olmazsa yazmayı bırakırım diyerek başladım yazmaya. Yazmam çok cesurca bir işti.
 2004’te Belediye Başkan Adayı Muhitin Dalgıç seçilmişti. Bana seçimlerden önce Kontenjan Meclis Üyeliği teklif edildi ancak ben kabul etmedim. 2016-2020 arasında dört yıl Cumhuriyet Halk Partisi Çeşme İlçe Yönetim Kurulu Üyeliği yaptım. İlçe yönetim kurulunda özellikle şahsıma aday olmam önerildi. “Ömer Ağabey, büyüğümüz olarak senin yanımızda olmanı istiyoruz.” diyerek ilçe yönetim kurulu üyeliğine seçildim. Görevimi bitirdikten sonra, artık genç arkadaşlarımız yetişti ve onların önünü açalım diyerek aday adayı olmadım.
 Muhittin Dalgıç Başkan da “Alaçatım” diye bir gazete çıkarmaya başlayınca ilk sayıdan itibaren 2014’e kadar  bu gazetede yaşanmış gerçek hikayeleri ve Alaçatı’yı anlatmaya çalıştım, daha sonra da Çeşme Güneşi gazetesinde 2019’a kadar yazdım. Şimdi de Gündem Çeşme ve Çeşme’nin Sesi internet gazetelerinde yazıyorum.
Siyasi hayatımın yanında, son 6 yıldır, 3 yılı Kent Konseyi Yürürme Kurulu üyeliği ve 3 yılı da Kent Konseyi Başkanlığı olmak üzere Çeşme Kent Konseyi’nde görev aldım. Resmi kurulmlar sivil toplum örgütü başkanları Çeşme mahalle Muhtarları bir araya gelerek beni Çeşme Kent Konseyi Başkanlığım süresince desteklediler. Desteklerinden dolayı Çeşme Kent Konseyi delegelerine, beni destekleyen mahalle muhtarlarına hayatım boyunca teşekkür etmeyi kendime bir borç biliyorum. 19.03.2020’ tarihinde de bazı nedenlerden dolayı bu görevimden ayrıldım.
Sevgili dostlarım çok fazla ayrıntılara girmeden 1960 yılından bugüne kadar olan siyasi anılarımı sizinle paylaşmayı, daha doğrusu tarihe bir not düşmeyi istedim. Çok güzel günlerde buluşmak üzere. Her şey Çeşme ve Alaçatı için.
Ayrıca, Alaçatı Belediyesi’nde 141 yıl boyunca Belediye Başkanlığı’nda görev yapmış Belediye Başkanlarını, Meclis Üyeliği yapmış Meclis Üyelerini, bu diyardan göç edenleri rahmet ve saygıyla anıyorum. Şu anda sağ olan Belediye Başkanlarımıza ve Meclis Üyesi arkadaşlarımıza sağlıklar diliyorum.
Ekrem İmamoğlu’nun seçim sloganı gibi “Her Şey Çok Güzel Olacak!” diyor ve saygılarımı sunuyorum.
Kalın sağlıcakla….
                                                                     “SON”

ESKİ BAYRAMLARA ÖZLEM

Çocukluk yıllarımızda daha mutlu, daha güvendeydik. Sabah okula gider, boş derslerde beden eğitimi yapardık. Eğer öğretmenimiz ders vermezse ertesi gün göreceğimiz bir sonraki konuya çalışırdık. Ya da birer kitap getirir onu okurduk. Teneffüslerde elimden kitap düşmezdi. Sınıfta yılbaşı çekilişi yapardık ve genelde hediyemiz o dönemin en çok okunan kitapları olurdu yahut arkadaşımızın sevdiği yazarın bir kitabı. Okuldan çıkar, hemen eve giderdik. Geç kalma lüksümüz yoktu. Geç kalacaksam bir sebebi olduğunu annem kesinlikle bilirdi. Öğretmenlere saygı sonsuzdu. Ne kadar yaramaz olunursa olunsun koridorda ya da bahçede öğretmen görüldüğü zaman hemen üst baş düzeltilir, ceket önü iliklenir, selam verilerek öyle geçilirdi yanından. Saygı ile karışık bir korku beslenirdi öğretmene.
Hafta sonlarımız kapı önünde geçerdi. Annemler çay içerlerken biz de elektrik santralinin önündeki meydanda beş taş, sobe, çelik ucu, fıykılık gibi oyunlar oynardık. Akşam ezanını okunduktan sonra evde olurduk. Annem o konuda çok disiplinliydi. Akşam ezan okunduğu an evde olmalıydık. Beş dakika bile geç kalsak sorguya çekilirdik.
Karnımız acıktığında hemen bir şeyler hazırlanırdı. Yumurtalı ekmek, pişi veya salçalı ekmek. Bazen de ev ekmeğinin üstüne toz şeker koyar, üstüne biraz da su serperek şekerli ekmek yerdik. Çocuklar arasında kavga olsa da asla olay büyümezdi. Aileler araya girer, hemen uzlaşılırdı. Çok büyük bir konu olmadıkça kolay kolay mahkemeye gidilmezdi. Cep telefonları henüz keşfedilmediğinden cep telefonu bağımlılığı nedir bilmezdik. Bir yere oturmaya gidildiğinde sohbet edilirdi. Ve konuşulurken birbirimizin yüzüne, gözlerinin içine bakardık. Yere değil! Anaya, babaya, aile büyüklerine ve büyüklerimize saygı vardı. İtaat vardı. Onların sözü üstüne söz söylenmez, onlar konuştuklarında herkes susar, dinlerdi. Arada sorular sorulurdu o dönemlere ait. Asla bacak bacak üstüne atılmazdı, atan yadırganırdı. Okuldan eve gelindiğinde hemen ödevler yapılmaya başlanırdı. Cuma gününden pazartesinin ödevleri yapılır böylece hafta sonu bize kalırdı. Bayramlarda muhakkak mahallenin yaşlıları ilk sırada ziyaret edilir, elleri öpülür, hayır duaları alınırdı. Bayramlar sevdiklerimizi mutlu etmek içindi. Bayramda tatil yerlerinde gidilmezdi. Yaşlı aile büyüklerimizle geçireceğimiz kaç günümüz var ki bu hayatta? Hele ki benim gibi anneanne ve annem ile beraber geçirdim o güzel unutamayanlardansanız… Yaşamlarını yitirdiyseler çok daha önemli oluyor geçirdiğiniz vakitler. Ama maalesef dünyada yaşanan şu corona virüsü hayatımızı allak bullak etti. Bu yıl Ramazan Bayramı ve resmi Bayramları layıkıyla yaşayamadık. Büyüklerimize sarılamadık, ellerini öpemedik. Resmi törenlerimizde Atamıza gidip saygı duruşumuzu yapamadık. Kaybettiklerimizin mezarına gidip bir fatiha okuyamadık. Bu Ramazan bayramında cep telefonlarımızdan büyüklerimizi ve sevdiklerimizi arayıp bayramlarını tebrik ettik. 65 yaş üstü olarak bende 2,5 aydır evde karantinadayım. İyi ki cep telefonlarından görüntülü arama var da bir birimizin yüzünü görebildik. Önce sağlık diyoruz tabii ki. İnşallah bu kötü günler çok çabuk geçer de normal hayatımıza döneriz. 
Bayramınız kutlu olsun….





NEREDE O ESKİ BAYRAMLAR!

Yarın bayram evde hazırlık yapıyoruz. Baklavalar açıldı 2 gün öncesinden de bir tencere dolma sarıldı. Masanın bir kenarında çikolata ile şeker duruyor. Tabi yanında da kolonya. 
Hepimizin evinde olan şeyler bunlar. Ama git gide tadı kaçıyor sanırım. 
Birkaç gündür içimde burukluk var. 

Düşündüm de biraz çocukluğumdaki bayramlar aklıma geliverdi. 

Evimize bayram gelmeden sevinci gelirdi. Cumartesi geldi mi erkenden kalkardık kalabalığa kalmayalım diye.

Mümkünatı var mı? Pazar çoktan tezgahlarını kurup, siftahlarını yapardı bile. 

Sağlık ocağının yanından kalkan İzmir otobüslerine biner doğru İzmir kemer altında alış veriş yapmaya giderdik. Annem elimizi sıkı sıkı tutar kalabalıkta kaybolmayalım diye. Gördüğüm ilk lastik yandan tokalı olan pabuçları alacağım diye ağlardım her defasında.. 

Tabi iş pabuçlarla bitmiyor birde beyaz naylon gömlek alınacak. En uygununa gider orada üzerimize giydiriverirdi annem bir de bir beden büyüğünü alırdı seneye de giyebileyim diye.

Hatırlıyorum da ne değerliydi üzerimizdeki o kıyafetler. Şimdilerde ise elbise dolaplarımız dolu çoğunun yüzüne bile bakmıyoruz. İki kere giyersek ne ala.. 

İş daha bitmedi bide kıyafete uygun desenli çorap almak lazım. Kalan yün çilelerinden bir kazak oda annemin marifetli ellerinden çıkardı. 3 yumaktan bana kazak tam sığardı. 
Eve geldiğimde belki 1 hafta giyip çıkartırdık o kıyafetlerimizi kardeşimle. Ayakkabılarım ise yatana kadar ayağımda. Yatsam da ne fayda sanki uyuyabiliyor muydum? 

Sabah olmak bilmezdi bir türlü. Başucumdaki kırmızı pabuçlarıma bakar bakar gülerdim.. Sabah kahvaltıyı yapmak bile zor gelirdi. Biran önce çıkıp el öpmeye gitmek isterdim. İlk paramı Annem verirdi hep. 


Sonra zaten bayram benim. Mahallenin çocukları bir araya gelip başlardık sokağın başındaki komşu evden kapılarını çalmaya. Rıza dayım her bayram içi fındıklı çikolata verirdi. Şahsine teyzem kapıda karşılardı zaten elinde kenarları makinede çekilmiş ekose desenli mendiller. Hala saklarım onları. Sadık baba biraz huysuzdu. Çok gürültü yapıyoruz diye hep bağırırdı bize. Bayramda da pek geleni olmazdı biz gittiğimizde de çok sevinirdi.  

Ama biz en çok Fevziye Teyzeyle Sadık amcayı severdik. En çok parayı onlar verirdi. Bayramın birinci günü hiç yorulmak yoktu akşama kadar mahalledeki evleri tek tek gezerdik.  Sonra bir köşeye oturur kimin ne kadar parası olmuş oturup sayardık bide. 

Bir gün öncesinden giyinmeye kıyamadığımız elbisemiz çoktan batmıştır “kirlenmiştir” bile.. 

Bir kese kağıdı dolusu şekerle giderdim her defasında eve.  Peki şimdi gittiğimiz evlerde nezaketen aldığımız şekerin tadı var mı? Kaldı mı Şahsine teyzemin mendilleri? Bayram sabahı kahvaltılarımız? Büyüklerimizin  elimize sıkıştırdığı 3,5 kuruşlar?Şimdiki çocukların bu tatlardan mahrum kalarak yetişmesi ne acı değil mi? 1,2 ziyaret yaptıktan sonra ya tatile çıkıyoruz, ya fırsattan istifade evde dinleniyoruz, yada işlerimizi hallediyoruz. 

Ben şimdi yaşayamasam da çocukluğumda bu sevinci yaşadım. Değerlerimize sahip çıkalım. 2020 senesinin Mart ayında başlayan şu “corona virüsü” Dünyamızı allak bullak etti. Bilim insanları sevdiklerinizi çok seviyorsanız onlara sarılmayın. Onlarla aranızda mesafe en az iki metre olsun diye sürekli uyarıyorlar. İktidar Bayram da sokağa çıkma yasağı getirdi. Altmış yedi yıldır böyle bir bayram yaşamadık. İnşallah bu günleri geride bırakıp dostlarla bol bol sarılıp büyüklerimizin ellerini öperek nice sağlıklı bayramlarda buluşmak dileklerimle…  


Mübarek Ramazan bayramınız kutlu olsun.Kalın sağlıcakla..

BENİM KÖYÜM

Eski liman yolundan giderken, Liman Ovası’ndan Sülemiş’in o güzel yeşil tepelerinin eteğine kurulmuş köyümü seyrediyorum. Aşağılarında üzüm bağları ve zeytin ağaçlarını sanki rüyadaymışçasına seyrediyor insan. Ak duvarlı evler, daracık sokaklar. Tepelerinde yeşil cayırlar ve o koku tanıdık geliyor insana. Bu kokuyu rüyasında bile hissediyor insan. Fakat bu kokunun adını insan bir türlü koyamıyor. İnsanın zihni birden çığlık atıyor. “Kekik! kekikti bu koku.” Çocukluğumda bu yamaçlara çıkarken o dikensi çalıları toplar, ellerimi burnuma götürür ve mis gibi kekik kokusunu çekerdim ciğerlerime kadar.
 Artık burası neresi diye sormayın. Burası Alaçatı. Benim köyüm burası. Bir kayanın üstüne oturuyorum bir tarafta Hurmalı Ovası, bir tarafta Liman Ovası. Liman Ovası’nı ortasından ayıran Agrilia Körfezi’nin alçak suları Alaçatı taş binalarının duvarlarına kadar gelmiş. Kayanın üstünde öylece dalmış gitmişim. Alaçatı’nın efil efil esen o güzel rüzgârı saçlarımı ve yanaklarımı okşuyor.
 Agrilia Körfezi’nde derme çatma bir iskeleye bakıyorum. Kayalara çarpan dalgaların çıkardığı beyaz köpükler kendilerini tahtaların üzerine atıyor. Deniz göz alabildiğine boştu. Tek bir yelken bile yok görünürde. Dönüp arkana bakıyorsun, yeşil tepeler gökyüzüne uzanıyor. Benim dünyam burası, Alaçatı! diye geçiriyorum aklımdan. Yerle gök, gökle deniz arasında bir yere sıkışmış kalmışım. Son yıllarda çok çabuk geliştin, keşke biraz daha tarihine, doğal güzelliklerine sadık kalarak daha ciddi projelerle ağır ağır gelişebilseydin.
Tarihiyle, doğasıyla, yaşayan kültürüyle korunarak çok daha güzel bir değişim yaşayabilirdin…

Henüz vakit daha da çok geçmeden hala yapılacaklar vardır elbet

KİTAP OKUMAK

“Korona virüsü”nedeniyle son iki aydır zorunlu tatil yapıyoruz.Hayatımız boyunca bu kadar uzun tatil yapmamıştık.65 yaş üstü olanlar sokağa bile çıkamıyoruz.Bunu fırsat olarak evimde bu kadar çok kitap okumamıştım.Bu bana vesile oldu.İlk günler biraz endişelerim oldu tabiî ki. Bol bol kitap okuyorum. İnanın vaktin nasıl geçtiğini anlamıyorum. Dostlarıma da kitap okumalarını yürekten tavsiye ediyorum. Lütfen Kitap okuyun.



Allah’ın bizlere gönderdiği Peygamberimiz Hz.  Muhammet’e ilk emri “oku” olan ve “hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu” diye bizleri okumaya teşvik eden bir dinin mensupları olarak üzerimize farz olan okuma işini ne kadar yerine getiriyoruz acaba?
 Şu günlerde geçmişe nazaran daha geniş imkânlara sahip olan gençliğimiz neler okuyor? Ya da daha doğrusu ne kadar okuyor acaba?
 Okul ihtiyaçlarını görmek için hangi kırtasiyeye girerseniz girin envai çeşit defter, kitap, araç gereçlerden bir çiçek bahçesine girmiş gibi hissedersiniz kendinizi. İnsanın içinden yeniden talebe olası geliyor.
 Okumalıyız… Düşünmeliyiz… Yeteneğimiz varsa, birikimimiz varsa yazmalıyız. Bu üç fiil iç içe geçmiş halkalar gibidir. Hatta bir üçgenin köşeleri gibidir. Birisi olmazsa diğerinin anlamı da olmaz imkânı da… Zira okumak düşünmeyi, düşünmek de yazmayı tetikler. Okumayan insanlar kendilerini sözlü olarak bile ifade etmekte zorlanırlar. 
Bedenin açlığını yemekle giderirken ruhun açlığını da okumakla giderebiliriz. Zira okumak daha aydın anlamıyla insanın kendisini bilmesi, kendini ve mutlak hakikati keşfetmesidir. Bu kendini bilmek ve keşfediş Yunus’un deyimiyle insanı Rabbini bilmeye götüren en kestirme yoldur. Bu gaye için yapılan okuma fiili bir ibadettir. Yoksa okumuş olmak için okumak vakit israfı ve beyhude bir çırpınıştır. Okumak sıradanlığa ve sömürülmeye karşı bir direnmedir. En ulvi anlamıyla kul prangasından kurtularak Hakka teslim olmak demektir. 
Ancak bu söylenenlerin yanı sıra “her şey okunmalı mıdır” sorusu da akla gelebilir. Elbette ki hayır… Faydalıyı insanı aydınlatan kitapları seçmek zorundayız. Okuduklarımız dünyamızı aydınlatmalıdır. 
Okuduklarını yaşantısına aksettiremeyen, davranışlarında müspet bir değişim yaşayamayan kişi sadece okumuş olmak için beyhude zaman kaybeden ziyankâr bir kişidir. Her bulduğumuz kitabı okumaya ne gerek vardır ne de imkân… Zira okumak bilgi hamallığı demek değildir. Ancak tek taraflı okumak bize bir şey kazandırmaz, gözümüzü kör ederek sağlıklı düşünmemizi engeller.
Kitap okunmamasının asıl sebeplerinden birisi topluma kitap okuma alışkanlığının kazandırılamamış olması… Böyle bir kültürel alışkanlık yerleşmemiş toplumumuza… Bu belki eğitim sistemimizin bir eksikliği, artık gücünü kaybeden yasakçı zihniyetin bir sonucu olarak değerlendirilebilir. Bu gün ders kitaplarından başka kitap tanımayan bir kitle ile karşı karşıyayız. Zira bu kitle ezberciliğe dayalı, test usulü ölçmenin temel alındığı eğitim sistemimizin mahsulüdür. 
 Daha aydınlık bir toplum olmak yolunda gayret göstermeliyiz artık.Bu “Korona Virüsü’nü” fırsata çevirip evimizde genci yaşlımız bol kitap okunan bir yıl olmasını dilerim.

“Hayat evde güzel”

SİYASİ YAŞAMIM (19)

1989-1994 arası, beş yıl boyunca belediye meclis üyeliği görevimi bana yakışır şekilde yürütmeye çalıştım. 1994 yerel seçimlerinde Cumhuriyet Halk Partisi ve Demokratik Sol Parti Alaçatı’da ittifak yapmıştı. Alaçatı Demokratik Sol Partisi Örgütü’nden arkadaşlar ısrarla DSP’nin belli bir oy potansiyeli olduğunu ve Demokratik Sol Parti’den aday olmamı dile getiriyorlardı. Meclis üyelerinin sıralaması yapıldı. DSP ve CHP olarak ittifak adayı olmuştum. Seçimlere Belediye Başkan adayı olarak girmiştim.
 Seçimlerden sonra  biraz siyaset üstü olmaya çalıştım. Kitapçı dükkânımda çocuklara yönelik imza günleri adı altında yazarlar getirmeye başladım.
 İlk imza gününe İzmirli çocuk kitapları yazarı Mevlüt Kaplan gelmişti. Atatürk Kültür Merkezi’ndeki etkinliğe okullardan öğrenciler katılmıştı ve inanın salon almamıştı öğrencileri. Önce ilköğretim daha sonra ortaokul öğrencileri katılmıştı. Öğrencilerin Yazar Mevlüt Kaplan’a sormuş olduğu sorular bana güç vermişti. Bir ay sonra çocuk kitapları yazarı Gülten Dayıoğlu geldi. Dükkanımın önünde gerçekleşen etkinliğe de çok güzel bir katılım oldu ve çok memnun ayrılmıştı Gülten Hanım Alaçatı’dan.


 1995’te  Aziz Nesin Konya’da bir kitabevine imza günü için çağrılmıştı. Konya’da bir grup insan kitapçı arkadaşı tehdit edince Aziz Nesin’in imza gününü iptal etmişti. Ben bu haberi okuyunca İzmir Kitabevi sahibi Yaşar Tok arkadaşımla dükkanında sohbet ederken, “Yaşar’cığım, Aziz Nesin’i Alaçatı’ya getirelim.” dedim. Yaşar o an hemen Aziz Nesin’i aradı. Telefona sekreteri Ayben Hanım çıkmıştı. Kendisinin orada olmadığını, Aziz Bey gelince kendisine söyleyeceğini belirtti ve telefonunu kapattı. Üç gün sonra Aziz Nesin beni aradı ve  imza gününün tarihini birlikte kararlaştırdık. Aziz Nesin, bir gün öncesinden geldi ve 5 Temmuz 1995’te Aziz Nesin ile imza gününü gerçekleştirdik. O güne kadar ilk kez bir imza gününde bu kadar büyük bir kalabalık görülüyordu. 300’e yakın kitap imzalamıştı Aziz Nesin. Kısa anlatıyorum çünkü, Aziz Nesin ile hatıralarımda anlatmıştım.
 1999 yerel seçimlerinde Alaçatı’da Demokratik Sol Parti’den Nazım Dörtbudak aday olmuştu. Nazım Dörtbudak, “Ömer, sen olmazsan birinci sırada meclis üyesi, ben aday olmayacağım.” dedi. Abdurrahman Keskin, kontenjan meclis üyesi, ben de birinci sıra meclis üyesi oldum. Seçimlere girdik, biraz daha fazla oy aldı Demokratik Sol Parti; fakat barajı yine geçemedi. Ben meclise de girememiştim. Sağ partilerden Anavatan Partisi adayı Safter Sarı, Doğru Yol adayı Hikmet Dikmen’di. Seçimleri, Remzi Özen büyük farkla kazanmıştı.



SİYASİ YAŞAMIM(18)

25 yıllık Terzi Ömer, 1990’a geldiğimizde artık Kitapçı Ömer olmuştu.
 Alaçatı Uluslararası Gençlik ve Çocuk Festivali’nde çocukların tiyatroya gösterdikleri ilgiden çok etkilenmiştim. Bir gün, Belediye Başkan Vekilliği görevim sırasında, 15 Eylül Alaçatı’nın Düşman İşgalinden Kurtuluşu için daire amirleriyle hazırladığımız programdan sonra, Alaçatı Ortaokulu Müdürü Ahmet Yaşar Çağlaşan’la sohbet ediyorduk.  Ben, “Ahmet Hocam, çocukların ders kitaplarında sıkıntı var birçok kitabı bulamıyoruz.” dedim. Ahmet Hoca’m da “Sorma Ömer kardeşim, çocuklarımızın kitapları olmamasından dersleri boş geçiyor.” dedi. Ben hemen atıldım söze, “Hoca’m, ben bir kitapçı açmak istiyorum.” dedim. Ahmet Hoca’m da benim gözlerimin içine bakarak, “Hadi Ömer, çok güzel bir iş başarmış olursun.” dedi ve ekledi, “Çocuklar ve veliler kitaplarını Çeşme’den bazen de İzmir’den almaya çalışıyorlar. Bu yüzden sen kitapçı açarsan velilere ve öğrencilere çok büyük hizmet etmiş olursun.”
 Ertesi gün Ozan Kırtasiye sahibi İsa Atagöz’ün Çeşme’deki dükkânına gittim kırtasiye ve Kitabevi dükkanı açmak  istediğimi kendisine anlattım. Bir hafta gibi kısa bir sürede Kitabevi ve Kırtasiye dükkânımı açmış oldum. Dükkânımın açılışını da SHP  genel Başkanı Sayın Erdal İnönü Açmıştı. Allah gani gani rahmet eylesin.Mekanı cennet olsun.
Erdal İnönü kitabevim'in açılışından sonra siftah yapmıştı. 
Sosyal Demokrat Halkçı Parti Belde Başkanı olduğum ilk yıllarda Terzi Ömer olarak işlerimin yoğunluğundan kitap okumaya zamanım ve böyle bir alışkanlığım da yoktu. Belde binamıza kültürlü insanlar geliyor, milletvekilleri, aday adayları gibi. Alaçatı’nın sorunlarını anlatmak onlarla sohbet etmek istiyorum fakat kelime haznem zengin olmadığından sadece onları dinliyordum.
 Bir gün terzi dükkanıma Aziz Nesin Vakfı’ndan gençler geldi. Aziz Nesin’in kitaplarını pazarlıyorlardı. Beni ikna ettiler ve Aziz Nesin’in tüm kitaplarını aldım. Terzi dükkanımın raflarına sıraladım, bir kısmını evime getirdim. Sabahlara kadar Aziz Nesin’in kitaplarını okudum. Daha sonraları İzmir’e gittiğim günlerde Konak Dost Kitabevi ve İleri Kitabevi’ne uğrayıp dünya klasiklerine yöneldim. İlk okuduğum klasik eser Dostoyevski’ye ait “SUÇ VE CEZA” idi.
 Kelime haznem yavaş yavaş artıyordu. İlk dönemlerde kitabevim-deki  roman sayısı ve çeşitliliği azdı, daha çok ders kitapları ve kırtasiye ürünleri satıyordum. Bir gün, üç kadın ve 8 yaşlarında bir çocuk girdi dükkânıma, çok az sayıda çocuk kitabı vardı. Çocuk bir kitap beğendi ve üç kadın sözleşmiş gibi aynı anda, “Aman aman! Sakın o kitabı alma.” dediler ve daha sonra başka bir kitap beğenip parasını ödeyip çıktılar dükkândan. Ben hemen, “Ne var ki bu kitabı aldırmadılar çocuğa?” diyerek okumaya başladım kitabı. Kitabın adı ”BİR SELİN VARDI” Kitap 100 sayfa kadardı. Bir anneyle, kız çocuğunun hastanede geçen kötü dönemlerini anlatıyordu. Kadınlara hak verdim ve o günden sonra çocuk kitaplarını seçerek aldım ve birçoğunu okuyarak velilere tavsiye etmeye başladım. Günümüzde de yine okumadığım kitabı çocuklarımıza önermiyorum. O kadınların göstermiş olduğu tepki bana büyük bir ders olmuştu.
 Bu arada imamlar olmadığı zaman camide imamlık da yapıyordum. Ezanları çoğu zaman imamlar bana okutuyordu. Yakın dostlarım ölmeden önce bana vasiyet ederdi, “Ben ölürsem benim selamı sen ver.” derlerdi. Garibanların İmamı idim. Dükkânıma sağcısı da solcusu da gelirlerdi. Halk adamı olmayı kendime rol model belirlemiştim. Bu gün de öyle olmaya çalışıyorum. Memleketimize hizmet etmek için uğraşıyorum ne kadar yapabiliyorum bilmiyorum ama caddelerde yürürken halkın bana gösterdiği ilgiden az çok anlayabiliyorum. Bu yaşantımı bir yerlere geleyim diye de yapmıyorum. Benim yaşamım böyle. Hep dürüst siyaset yapmaya çalıştım. Başarı kendiliğinden geldi ben fazladan bir iş yapmadım.
 Daha önceki yazılarımda yazdım, ben hiçbir göreve talip olmadım, hep “Bu görevi sen yaparsın.” dediler, halkım beni bu görevlere getirdi. Şükran ve minnet borçluyum halkıma.

19 MAYIS

19 Mayıs 1919 Türk Milleti için büyük ve önemli bir dönüm noktasıdır. Çünkü 19 Mayıs 1919, bağımsızlık savaşımızın başlatıldığı, önemi büyük olan bir gündür. Çünkü 19 Mayıs 1919, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra topraklarımızın yabancı işgalinde bulunduğu günlerde Mustafa Kemal Atatürk’ün çözüm arayışı içinde Bandırma Vapuru ile Samsun’a çıktığı tarihtir. Çünkü 19 Mayıs 1919 tarihi, milletimizin büyük onur ve asaleti ile Önderimiz Mustafa Kemal Atatürk’ün liderliğinde, tarih sahnesinde bir kez daha şahlanarak tam bağımsızlığını elde etmek için çıktığı yolda kesin zafer kazandığı günlerin başlangıç noktasıdır.Bu nedenle; Mustafa Kemal Atatürk Cumhuriyetimizin savunulması ve korunması görevini yeni kurulan Türk Devletinin dinamik gücü olarak gördüğü Türk Gençliğine emanet etmiş ve bu vesileyle de Samsun’a çıktığı ve Türk Milletinin Kurtuluş Savaşı’na başladığı bugünü tüm içtenliğiyle Türk Gençlerine ve gençliğine armağan etmiştir. O yüzdendir ki her yıl düzenlenen 19 Mayıs Törenlerinde gençler; coşkuyla bayramlarını kutlarlar.

Ben çocukluğumdan bugüne kadar her 19 Mayıs’ta çok büyük bir heyecanla törenlere katılırım. En yeni elbiselerimi giyerek tören alanına gider, gençlerimizi ellerim kızarıncaya kadar alkışlarım. Her resmi bayramlara katılmayı ömrümce kendimde bir görev bilmiştim. Alaçatı Belediyesi henüz kapatılmamışken 19 Mayıs törenleri Alaçatı futbol sahasında yapılırdı. Siyasette görev yaptığım yıllarımda Ata’mıza Çelengimizi sunarken gözlerim hep yaşlı sunardım. Gençler heyecanla şiirlerini okurken çok duygulanırdım. Ne varsa gençlikte var! derdim.Bu yıl çok farklı geçiyor. Dünyayı ve ülkemizi etkileyen Corona virüsü nedeniyle resmi ve dini bayramlarımızı kutlayamıyoruz. 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı’nı bu yıl evlerimizde bayraklarımızı balkonlarımıza asarak ve de balkonda İstiklal Marşı söyleyerek kutladık.19 Mayıs Gençlik ve Spor Bayramı’nı da bu yıl sokağa çıkma yasağı nedeniyle yine meydanlarda değil, evlerimizde bayraklarımızı balkonlarımıza asarak ve İstiklal Marşımızı okuyarak kutlayacağız. Ömrüm olduğu sürece bu bayramları unutmayacağım. Hatıralarımda sürekli yaşayacaktır. İnşallah kısa bir zamanda bu lanet olası salgından kurtulur ve normal hayatımıza döneriz.Mustafa Kemal Atatürk iyi ki Kurtuluş Savaşını başlatıp, kazandın diyoruz. Kurduğun bu Cumhuriyeti de sonsuza kadar koruyacağımıza söz veriyoruz.
19 Mayıs Gençlik ve Spor Bayramınız Kutlu Olsun!

GÖKYÜZÜ’NÜN MAVİLİĞİ

Mevsim bahar. Aylardan Mayıs. Mayıs’ın 10’u bugün…
Mis gibi bahar havasıyla ciğerlerimi buluşturmak için balkona çıktım. Güne, güneşle birlikte günaydın dedim. Masmavi gökyüzünde bir tek bulut yok. Çeşme’nin yüzüne güneş vurmuş ayna gibi parlıyor. Bir gökyüzüne, bir doğanın yüzüne bakıyorum. Bahçemizdeki güllerin, çiçeklerin gelen kokusu bu güzel sabaha güzellikler katıyor insanın ruhuna.
 65 yaş üstü olduğumdan 18 Mart’tan bu güne kadar evde karantina altında yaşıyorum. Elimde bulunan çay bardağımı masama bıraktım. Bugünler de geçecek, düşüncesiyle çayımdan bir yudum daha aldım. Gökyüzüne dikkatli bakarak “Ne kadar güzel bir mavi böyle” diyerek dakikalarca gözlerimi ayıramadım gökyüzünden.
 Rumlardan kalma iki katlı eski evimizin bahçesinde açan gülleri suladığım günler geldi aklıma. Nar ağacını, dut ağacını canlandırdım gözlerimde. Sokağımızın mert, dürüst güzel insanlarını tek tek anıyorum. Birlikte yaşadığımız güzel günleri büyük bir özlemle yeniden yaşıyorum…
 Birden çocukluk yıllarım düştü yüreğime. Dalmışım o güzelim günlere kulaç sız. Sen güzelsin Alaçatım! Seni yeniden yaşamak güzel. Sen, anılarımın sultanısın. Can bedenden çekilmeyene kadar solmayacak gülümsün. Güneş yakmaya başlayınca çalışma odama geçtim. Bilgisayarı açtım. Eski yılları hatırlatacak ilkokulda sınıf arkadaşlarım bazı eski Alaçatı fotoğrafları yüreğimi burktu. Sokaklarında yaşadığımız o güzel evlerin içinde yaşadığımız komşuluklar artık eskisi gibi değil. Tütün diktiğimiz, buğday tarlalarında orak biçtiğimiz ovalar yok oldu. Yerlerine betondan evler, binalar, dükkânlar doldu. Çocukluk yıllarında yaşadığımız güzellikleri bir daha yaşayamıyoruz...
 Corona Virüs’den sonra hayat ve yaşam daha farklı olacak diye bilim adamları televizyonlarda sürekli söylüyorlar. Ömrümüz yeterse nasıl bir hayat yaşanacak hep birlikte göreceğiz.
 Alaçatı, Alaçatım! Bugün de güzelsin…





SİYASİ YAŞAMIM (17)

1994’te İstanbul ve İzmir’den gelen yeni Alaçatı'lılar ile birlikte Alaçatı Koruma Derneği’nin Kurucu Üyesi olarak yönetimde yer almıştım. Alaçatı Avcılar ve Atıcılar Derneği’nden sonra Alaçatı’da ilk defa bir sivil toplum örgütü kurulmuştu.
 Benimle birlikte, Metin Akalın, İbrahim Topal, Şevki Figen, Ahmet Palamutçu, Ersin Tepeci, Zeynep Öziş gibi önemli isimler kurucu üyeleri olmuştu derneğin. Kurucu Başkan’ımız da Şevki Figen olmuştu. Belediye ile birlikte çok güzel çalışmalarımız oldu.
 Alaçatı’ya Rahmi Koç, Mustafa Koç ve eşi Caroline Koç işyeri açmıştı. Sakıp Sabancı, Muhtar Kent, Can Kıraç gibi ünlü isimler, Leyla Figen’in saman deposunu restore ederek açmış olduğu Agrilia Restoran’nda yemek yemeğe ve Alaçatı’yı gezmeye gelirlerdi. Remzi Özen bu isimlere yönelik, Pazaryeri Camii’nin karşındaki meydana Antika Pazarı’nı kurmuştu. Türkiye’deki bütün antika severler Alaçatı Antika Pazarı’na gelirlerdi. Alaçatı artık ünlü isimlerin dinlence merkeziydi.

 Velhasıl Alaçatı’ya artık kadın eli de değmeye başlamıştı. İlk olarak Leyla Figen Agrilia Restoran’ı açmıştı daha sonra Zeynep Öziş mezarlığın yanında olan Barbun ailesinden aldığı eski taş evi restore ederek Taş Oteli’ni açmıştı. Alaçatı artık kadınlara emanetti. Sonraları gerisi geldi. Kaliteli markalar işyeri açıyorlardı. Remzi Özen’in çalışmaları, yapmış olduğu icraatlar meyvesini vermeye başlamıştı. Remzi Özen’in bana söylediği söz hala kulaklarımda:  “Ömer, Alaçatı’yı Dünya markası yapacağız!
12 Eylül Rejimi’nin ürünü, eski siyasi partilerin aynı adla tekrar açılmasını engelleyen yasa 19 Haziran 1992'de kaldırıldı ve eski partilerin yeniden açılabilmesi sağlandı. Bu karar en fazla CHP tabanını etkiledi. 3 Mayıs 1992'de CHP'nin hayatta olan son genel yönetim kurulu üyeleri bir bildiri yayımladılar. "Cumhuriyet Halk Partisi" yeniden açılıyordu. Bildirinin altında Erol TuncerHayrettin UysalAltan Öymen, Metin Somuncu, Metin Tüzün, Erdoğan Bakkalbaşı, Coşkun Karagözoğlu, Orhan Akbulut, Avni Gürsoy, Güler Gürpınar, Mehmet Gümüşlü, Hayri Öner, Celal DoğanMehmet Nebil Oktay, Nail Atlı, Mehmet Dedeoğlu, Çetin Bozkurt, Hüseyin Doğan, İlyas Kılıç, İsmet Atalay ve Orhan Vural'ın imzası bulunuyordu. CHP tabanı bu bildiriyle hareketlendi, 12 Eylül öncesi gençlik kolları bir araya geldi. Cumhuriyet Halk Partisi'nin doğum tarihi de belirlenmişti: “9 Eylül 1992”
 Cumhuriyet Halk Partisi tekrar açılmıştı. İzmir İl Başkanı Erol Güngör, beni ziyarete geldi ve benden Alaçatı’da belde teşkilatını kurmamı istedi. Ben isteği kabul ettim ve SHP den otuz arkadaşımız istifa ederek Alaçatı’da Cumhuriyet Halk Partisi Teşkilatını kurduk. Çeşme İlçe Başkanımız da Hakkı Berksu olmuştu. Ben de Cumhuriyet Halk Partisi Alaçatı meclis üyesi olarak 1994 yerel seçimlerine kadar görevimi sürdürmüştüm.


ANNEM VE BÜYÜKANNEM

Bugün Anneler günü. Benim üç tane annem oldu. Birincisi gerçek annem. Diğer ikisi ise manevi annemdi. Üçü de üzerime titrerdiler. Bende galiba biraz marazlıydım. Ya da çok ilgi gördüğümden olacak biraz da nazlı...Büyükannemi 09.09.1977’de, annemi 20.09.1997’de, süt annem olan Nedime Yengem’i daha sonra kaybettim. Üçünün de mekanları cennet olsun. Anneler için ne kadar da doğru bir söz. Benim annem de pek çok davranışıyla bu söze uygun bir kadındı. Ekmeğin, çöreğin yanık ya da pişmemiş yerini kendisi yerdi. Buna benzer olumsuzluklardan şikâyet ettiğini, sızlandığını hiç duymadım. Onun için yeter ki kimse huzuru bozmasın, kimse olur olmaz şeylerden yeter ki yakınmasın.
Çalışmaktan nasırlaştığı için midir?Elleri yanmazdı hiç. Bizim dokunamadığımız sıcak tencereyi rahatlıkla tutardı.Hangi bir özverisini sayayım?Hayatı boyunca bizleri rahat ettirsin diye çalıştı. Öküzlerimiz oldu küçük baş hayvanlarımız oldu. Öküzlerimizle çift sürmeye gider; tarlalarımızı nadas eder veya buğday, arpa, yulaf ekerdik.İneklerimiz vardı. Biz yatarken sabah erken kalkar ineklerimizin sütünü sağar ve yemlerdi. Hayvanlarımızın yaşadığı ahırları biz yorulmayalım diye altlarını gelberi ile temizlemiş olurdu.Bizlere yoğurt,peynirimizi hazırlardı.Bazen onu seyrederken saçlarının diplerinden akan terleri seyrederdim.–“Annem, sen çok yoruldun ver biraz da ben yapayım” dediğim zaman –“Sen git.Kahvaltın hazır.Kahvaltını yap.” deyip beni gönderirdi.
Nedime Yengem ise benim biraz yüzüm asık olduğunu görünce “Kim ne dedi sana?Söyle bakayım.Ben onlara gösteririm.” diyerek benim gönlümü alırdı. Yengem ben daha çok küçükken annemin yerine beni emzirirmiş.Ben bu insanların hakkını nasıl öderim? Büyükannem ona keza.Kimse bana evde yüksek sesle bağıramazdı. Bağıran olsa bile hemen söze karışır “Sakın ona bağırmayın.O tüyü bitmedik yetim” derdi. Babasız büyüdüğüm için beni hep kollardı.
Hiçbir ilaç; annelerin “Öpeyim de geçsin!” sözü kadar işe yaramıyor.
Anne elinden tüm dünyaya tutunur insan, o eli bir bıraksa bir ömür yutkunur insan. Bu sene sana gelemeyeceğim diye yanıp tutuşuyordum bu Corona virüsü nedeniyle. Corona günlerindealtmış gündür 65 yaşımı  geçtim diye sokağa çıkamıyoruz.Sağlık Bakanı yeni bir karar almış Pazar günü 11:00 ile 15:00 saatleri arasında dışarıya çıkış izni vermiş. Bir aksilik yaşamadıkça bahçemden topladığım çiçeklerle ziyaretine geleceğim.
Annem, Büyükannem, süt annem ve Dünya’daki tüm anneler; Anneler Gününüz  Kutlu Olsun…


SİYASİ YAŞAMIM (16)

Alaçatı’nın sembolü olan Dört Değirmen’lerin restorasyonu, yıkık mezarlık duvarlarının yeniden yapımı, Çamlık Yol’un Ilıca’ya giderken sol tarafında kalan arazilerin imara açılması. Mücavir alanın Çeşme’nin mi yoksa Alaçatı’nın sınırları içinde kalıyor konulu hukuk savaşının verilmesi… (Bu sınır davası çok uzun zaman sürdü. Sonunda Potamaki’ye kadar olan mücavir alan sınırının Çeşme’ye verilmesi karara bağlandı.)
 Sosyal Demokrat Halkçı Parti Alaçatı Belde Başkanı olarak her yıl 20 Temmuz’da Dört Değirmenler Restoran’da, Bülent Ecevit’in Kıbrıs Barış Harekâtı’nı anmak ve kutlamak için birlik ve beraberlik yemekleri düzenliyorduk. Çeşme ve Alaçatı’dan partililer ve halk katılıyordu. Alaçatılı müzisyen arkadaşlar, bilâ-bedel bize destek oluyorlardı.
 Bir yemek gecemizde Erkin Koray, Alaçatı’ya tatile gelmiş, Parti Başkanı olarak ziyaretime gelmişti kitapçı dükkânıma. (Bu arada, terzilikten kitapçılığa geçiş öyküsüne de ileride değineceğim.) Kendisine, ertesi akşam Dört Değirmenler’de partimizin yemek düzenlediğini onu da davet etmek istediğimi söyledim. Erkin Koray, teşekkür edip davetiyesini aldıktan sonra, kendisinin de destek olmak istediğini söyleyip çıkmıştı. 20 Temmuz gecesi Erkin Koray, Dört Değirmenler Restoranı’na geldi ve bizlere çok kaliteli bir müzik dinletisi sundu.
 Uluslararası Gençlik ve Çocuk Festivali’nin, Alaçatı’da yapılmasının en önemli nedeni, bana göre, eğitimin ve kültürünün temelden başlıyor olması ve gençliğe sahip çıkılması çocuklardan başlıyor olması diye düşünüyordum. Sağ olsun Remzi Özen de beni kırmayıp bu organizasyona evet demişti. Önceki yazılarımda da belirtmiştim. Alaçatı henüz tarım işini yeni bırakmış ve Türkiye gibi, Çeşme ilçemiz gibi, Alaçatı da geçim kaynaklarını turizme yönlendirmeye başlamıştı. Önceki Belediye Başkanı İsmet Sarı, Alaçatı’da pansiyonculuğu teşvik ediyordu. Alaçatı’nın yerli halkı ev pansiyonculuğuna başlamıştı.
 İzmir-Çeşme otoyolunun yapımı daha yeni başlamıştı. Çeşme otobüsleri, Alaçatı’ya gelen yolcuları ya Reisdere dört yol ayrımında ya da Ilıca terminalinde indirirlerdi. Alaçatı yolcusu da Ilıca’dan saat başı kalkan Ilıca-Alaçatı seferini yapan dolmuşlarla gelirlerdi. Alaçatı’dan da Çeşme’ye gitmek için, iki vasıta değiştirilirdi. Alaçatı’dan önce Ilıca’ya oradan da Çeşme dolmuşuna binerek Çeşme’ye giderdik. Çeşme dönüşü de aynıydı. Kolay olmuyordu İzmir’e ya da Çeşme’ye gitmek. Dolmuş sahipleri arabaları dolmadan kalkmazlardı, bazen saatlerce beklerdik yazın sıcak havalarda. Arabalarda klima da yoktu tabi ki. Çeşme Belediyesi ve Alaçatı Belediyesi bir araya gelip araba seferlerini düzenlediler, Çeşme ve Alaçatı halkı yolculuklar konusunda rahata ermişlerdi.
 1992’den sonra Alaçatı Amfi Tiyatrosu ve Atatürk Kültür Merkezine de kavuşmuştuk. Artık Alaçatı Uluslararası Gençlik ve Çocuk Festivali’nde tiyatro gösterileri yeni açılmış olan Kültür Merkezi ve Amfi Tiyatro sahnelerinde yapılıyordu.
 1990’a kadar Alaçatı sokakları asfalttı. Alaçatı Belediyesi, kendisine ait olan Bedir Mevkii’ndeki 80 dönümlük araziyi satarak elde ettiği gelirle, sokaklarımızı bugünkü görünümüne yakın bir biçime getirmişti. Bergama’dan getirtilen parke taşları ile Arnavut Kaldırımlı taş sokaklara kavuşmuştuk. Dört Değirmenlerin restorasyon çalışmaları, mezarlık duvarlarının ve yıkık olan sokak duvarlarının tamirleri yapılmış, Belediye Meclisi’nde alınan kararla, Alaçatı evlerinin dış cephelerinin taş duvar olması koşulu getirilmişti. İnşaat ya da restorasyon çalışmaları için Sit Kurulu’ndan izin alınması gerekiyordu. Alaçatı merkezi artık korumaya alınmıştı.

SİYASİ YAŞAMIM (15)

Tiyatro oyunlarından sonra çocuk kitapları yazarı Ülker Köksal, Denizli Tiyatroları Müdürü Sadık Aslankara, Tiyatro Sanatçısı ve Asitej Yönetim Kurulu Üyesi Olcay Poyraz, Türkiye Tiyatrolar Genel Müdürü ve Aktör Tamer Levent, Tiyatro ve Sinema Sanatçısı Macit Sonkan, Cumhuriyet Meydanı’nda yuvarlak masada, her gün, oynanan tiyatro oyunlarının eleştirilerini yapıyorlardı. Alaçatı Uluslararası Tiyatro Festivali günlerinde, Kartal Tibet’in yönettiği Koltuk Belası filmi de Alaçatı’da çekiliyordu. Ben de bu filimde rol almıştım. Alaçatı adeta bir sanat kenti olmuştu. Filimde başrol oyuncusu Kemal Sunal, Alaçatı sokaklarında dolaşıyordu. Halk, Kemal Sunal ile bütünleşmişti. Ilıca İnkim Otel’de kalıyordu ve bir akşam benim ricamı kırmayarak o akşam oynanan tiyatro gösterisinden sonra sahneye çıktı ve tiyatro izleyen çocuklarla söyleşi yaptı. Sanat ile ilgili sohbet etmişti, Alaçatılı çocuklarımıza sanatı sevmelerini önermişti. Bu arada da TRT, her oyunu TRT3’te canlı yayınlıyordu.

 Belediye Başkanımız Remzi Özen, 2. Alaçatı Uluslararası Çocuk Festivali için, Alaçatı Ortaokulu Müdürü Ahmet Yaşar Çağlaşan’dan, öğrencileriyle birlikte bir oyun hazırlamasını istedi. Ahmet Hoca, Turgut Özakman’ın yazdığı “OCAK” adlı oyunu ortaokul öğrencileriyle oynamıştı. Hatta kızım Berrak Önal da bu oyunda rol almıştı. Festivalimizin üçüncüsünde ise  Ahmet Yaşar Çağlaşan’ın yazmış olduğu Liselimsiler oyunu da sergilenmişti.
 Alaçatı artık isminden söz ettirmeye başlamıştı. Belediyemiz hemen eksik olan kültür merkezi için kollarını sıvamıştı. Kültür Merkezi için inşaat çalışmaları hemen başlatıldı. Başkanımız Sayın Remzi Özen, SHP Genel Başkanımız Sayın Erdal İnönü’yü Temel Atma Töreni’ne davet etmişti. Sayın Erdal İnönü de Belediye Başkanı Remzi Özen’i kırmamış ve temel atma törenine katılmıştı.

 Daha sonra yeni Belediye binasının karşısında Amfi Tiyatro yapıldı. Alaçatı alt yapısı tamamlanmış ve yollar Bergama taşından döşenmişti. Yapılmayan, parkesiz yolumuz kalmamıştı.
 1997’de Merkezî Anavatan Hükümeti’nin kararıyla festivaller iptal edilmişti. Ondan sonra da bu çok önemli, sanat içerikli Alaçatı Uluslararası Gençlik ve Çocuk Festivali yapılamadı.







SİYASİ YAŞAMIM (14)



Belediye Başkanı, Alaçatı ile ilgili projelerini takip etmek için Ankara’ya gittiği günler yerine beni Belediye Başkan vekili olarak görevlendiriyordu.
Belediyeye işi olanlar geldiği zaman, Remzi Özen’in makam odasının kapıları sonuna kadar açıktı. Herkes, içerde kim var kim yok görüyordu. Makam odası kapısı sürekli açık olurdu.
 Bir gün, Belediye Başkan Vekili olarak ben vekâlet ediyordum. Telefon çaldı, sekreter “Ankara’dan Türkan Akyol telefonda, sizinle görüşmek istiyor.” dedi ben “Hemen bağlayın.” dedim. Türkan Akyol, önce tebrik etti daha sonra Çeşme’de yapılmasını istediği Asitej’in Uluslararası Gençlik ve Çocuk Tiyatroları Festivali’nin Alaçatı’da yapılması projesini anlattı. Başkanın Ankara’da olduğunu ve dönünce kendisine anlatıp ve hemen dönüş yapacağımı bildirdim. Belediye Başkanımız Sayın Remzi Özen, Ankara’da işleri bitince Alaçatı’ya geldi ve kendisine projeyi anlattım ve o da çok sıcak baktı. “Remzi Başkan’ım Türkan Akyol’u siz arayın.” dedim. Remzi Başkan, Türkan Akyol ile görüşüp bir toplantı tarihi kararlaştırdılar.  Remzi Özen, ben ve İsmail Tığlı üçümüz, Ankara’ya Türkan Akyol’u ziyarete gittik. Türkan Akyol bizi ünlü tiyatro sanatçısı Olcay Poyraz’a yönlendirdi. Dördümüz birlikte Olcay Poyraz’ın evinde projeyi konuştuk ve yol haritamızı belirledik.
 Alaçatı’ya döndükten sonra aramızda çokça konuşmalar yapıp nasıl bu işi doğru yaparız, onu tartışıyorduk Alaçatı’da kültür merkezi yok, amfi tiyatro yok, iki tane sinema salonu var ve o binalar da atıl durumdaydılar.
İsmet Sarı döneminde yapımına başlanmış; ancak henüz bitmemiş Kuğulu Park inşaatı vardı. Remzi Başkan’ımız, “Bütün işlerden önce bu parkı bitirin.” diye talimat vermişti. Gece gündüz çalışıp inşaatı yapan şirket verilen tarihte işi bitirip belediyeye teslim etti. Böylelikle biz de 3 Temmuz 1990’da “Alaçatı Uluslararası Gençlik ve Çocuk Tiyatroları Festivali”ni başlatmış olduk.
Festivale üç farklı ülkeden ve Denizli, Samsun, Ordu, İzmir gibi birçok şehir tiyatroları toplulukları katıldı.
O yıllarda Alaçatı’da misafirlerin konaklaması için bir tane bile otel yoktu. İzmir Beden Terbiyesi İl Müdürü Bahri Vireskala, Çeşme Paşalimanı’nda bulunan Gençlik Kampı’nı, Remzi Özen’in ricasıyla, kullanımımıza açtı ve gelen sanatçıları Gençlik Kampı’nda ağırladık.
 İlk gösteri, Kuğulu Park’ta yapıldı. Sahne kuruldu, çocuklar ve katılan izleyicilerle birlikte biz de hasırların üstünde oturup ilk oyunu izledik.
Remzi Özen, basın açıklamasını, Nazım Aydoğdu Düğün Salonu’nda yapmıştı. Basından dört beş arkadaş katılmıştı. Ertesi gün, katılan gazetecilerin temsil ettikleri gazeteleri, terzi dükkânıma geçerken aldım. Bir tek Yeni Asır’ın, üçüncü sayfasında ve çok kısa bir haber ile geçiştirmiş olduğunu gördüm. Diğer gazeteler kale bile almamışlardı. Oysa ki belediye olarak Konak, Karşıyaka, Bornova gibi büyük merkezlere kadar bez afişler asılmıştı. 


ANILARLA YAŞAMAK!

Hayatımızda, bazen bu dünya ile bağlantımızı bir süreliğine de olsa kesip, çekiliriz kuytu bir köşeye, sonra düşüncelere dalarız farkında olmadan... Geçmişten kopup gelen anılar canlanır gözümüzde bir an. Ya eski bir arkadaş ya da yaşayıp yaşamadığımızı bile kestiremediğimiz bir an gelir aklımıza. Şaşırırız, bir an bu da nerden çıktı şimdi deriz. Gece bir ara uykum kaçtı. Yataktan kalkıp evimin bahçesindeki balkona çıktım. Sandalyeye oturdum. Geçmiş zamanın birinde yaşadığım ve aklımın bir köşesinde belki yıllardır saklanan ve sonra bir anda aklına gelen anılar vardır ya! Öyle bir anım geldi aklıma. Şaşırdım! Nerden çıktı şimdi bu?

Gecenin bir yarısında bu kapalı havada bilmem nedendir yıldızlar ve sıcacık yaz geceleri geldi aklıma. Bir de cırcır böcekleri Gecenin zifiri karanlığında, o güzel şarkılarını söyleyen cırcır böcekleri. Son zamanlarda yıldızlara bakarken, cırcır böcekleri gelir oldu aklıma.
Ve sonra cırcır böceklerinin sesleri geldi bir an kulağıma... Şimdi ise; sokak lambalarının aydınlattığı, ağaçların gölgelerinin canlı yaratıklar gibi oynaştığı Alaçatı Şehitler Caddesi beni biraz ürkütüyor, ama cırcır böceklerinin sesleriyle, tatlı tatlı esen rüzgârın tenimi okşaması ruhumu huzurla kaplıyordu galiba... Doğada her şey o kadar devasa ve gizemli geliyordu ki bulunduğum bu anda bana...Kendimi küçücük ve savunmasız hissediyordum;geçmişten gelerek,gözümde canlanan bu zaman parçasında.Anlıyordum ki şimdi;çocukluğum beni ziyarete gelmişti galiba!.
Sonra devam ediyordum yürümeye bana uzun gözüken bu yolda... Ama tek başıma, sokak lambalarının aydınlattığı bu karanlık yolda. O an benim için dünya o kadar gizemli, olağanüstü ve eğlenceli geliyordu ki;bu duygularla etrafa gülücükler dağıtıyordum,geçmiş zamanın bu ufacık parçasında...Çılgınlıklar yapıyor,durmadan koşuyor,belki de biraz yaramaz bir çocuk oluyordum ben o anlarda...Dünya hiç mi hiç umurumda değildi...Kafama takacağım ne bir derdim,ne de bir sorumluluğum vardı hayatımda...Çünkü ben,ufak bir çocuktum bu zamanda.Dünyayı keşfe çıkmış,elindeki elma şekerinden ağzı burnu kıpkırmızı olmuş,yollarda seke seke koşan bir deli çocuk.
Bulutları gri, ağaçları yemyeşil, denizi belki de turuncu olan, Küçük prens hikâyesi gibi kendimi onunla birlikte ormanın derinliklerinde kaybolmuş hayal eden bir yoldaş, saf ve temiz bir dünyası olan küçük bir çocuk.

Ah! Ne güzelmiş o zaman hayat. Keşke hep çocuk kalsaydım, demeyip sanki çok muhteşem bir şeymiş gibi büyümeyi istiyordum o zamanda.
Sonra, bir anda etrafı bir hüzün kapladı ben ne olduğunu anlayamadan... Ve yanaklarımdan süzülen iki damla yaşla kendime geldim aniden... Cırcır böceklerim gözükmüyorlardı... Ben yine eski ben. Ve hasretin nefesinin ona eşlik ettiği, havada her zamanki gibi hüznün kokusu vardı etrafa buram buram yayılan...
Keşke diyordum, bir mucize olsa da çocukluğuma dönsem yine ben...
Küçük Prens de keşke yanımda olsa. Yine tüm çocukluk arkadaşlarımla ve sevdiklerimle oyun oynasam.
Ama artık ve biliyorum ki; geçip giden günler ve yitirdiklerimiz geri gelmeyecek asla.

EKİN TARLASI.

On üç yaşındaydım. İki yıllık terzi çıraklığı yapıyordum. Terzi Erdoğan Erman’ın yanında çalışıyordum. Ahmet Ağabeyim Germiyan Köyü’nden gelmiş, herkesle selamlaştıktan sonra ustamla sohbete başladılar. Haziran ayının ortalarıydı. Ustamdan benim için bir hafta izin aldı. Ustam ağabeyime: “Bak bir haftayı geçmesin. İşimiz çok sıkışık. Bir haftadan sonra hemen gönder” dedi. Ağabeyimle beraber akşamüstü Bakkal İbrahim Çırak’ın Naysa marka minibüsüyle Germiyan Köyü’ne geldik.
 Annem beni özlemiş, sıkı sıkı sarılıp öptükten sonra biraz sohbet ettik. Sohbet sona erince üstü toprakla örtülü olan evimizde uyumuştum. Sabah erkenden kaldırdılar beni ve doğru Çelenoz Boğazı’ndaki tarlamıza gitmek üzere eşeklerimize keletirlerini sardık. Keletirlerin içinde yemek kumanyaları ve ekinleri biçmek için oraklarımız vardı. Tarlamızdaki ekinler sararmış, biçilecek duruma gelmişler.
Annem ekin nasıl biçilir bana gösteriyor, ben ise annemi dikkatle izliyordum. Annem hadi bakalım al orağı eline, başla biçmeye dedi. Ben yavaş yavaş ekini biçmeye başladım. Annem çok uçtan değil biraz daha aşağıdan biçeceksin dedi. Ben annemin gösterdiği gibi yapmaya başladım. Öğlen sıcağı başıma geçmişti.
Annem eşyalarının içinden bir adet poşu çıkardı ve başıma bağladı. Bağlarken de poşunun nasıl bağlanacağını da gösteriyordu. Sıcak kendini göstermeye başlamıştı. Çelenoz Boğazı’ndaki tarlamızın sınırında çok büyük bir harnup ağacımız vardı. Koyu gölgesinde su testilerimiz,  köy kuyularından doldurduğumuz mistan kuyu suyunu şerbet gibi bakır maşrapayla içtim. Çok yorulmuştum. Harnup ağacımızın gölgesinde dinlenmek istedim. Biraz dinlendikten sonra annem “Hadi bakalım oturmaya mı geldin? Çalış da bir an önce ekinleri biçmeyi bitirelim” dedi.
İsteksiz başladığım ekin biçme işinde akşam olmasını iple çekiyordum. Bu kâbus bir an önce bitsin diye içimden geçiriyordum. Güneş batmak üzereydi, küçükbaş ve büyük baş hayvanlarımız vardı. Onlar da ekin tarlalarımızın dışında gen arazilerde karınlarını doyurmak için otluyorlardı. Annem hayvanları alıp bir kilometre uzakta bulunan gölde sulamaya göndendi beni. Hayvanlarımızla birlikte göle gittim. Hayvanlarımız bir güzel sularını içtikten sonra hep beraber evimize döndük. Belimin ağrısından duramıyordum. Anneme;  “Anne çok yoruldum bugün” deyince, annem bana: “Genç adam yorulur mu hiç?” diye cevap verdi. Akşam nasıl uyuduğumu hatırlamıyorum. Sabah kalktığımda her yerim ağrıyordu. Bir hafta zor dayanabildim.İznim bitince Alaçatı’ya gelerek terzi dükkanında çalışmaya başladım.İyi ki terzilik gibi bir meslek sahibi olmak için mücadele etmişim.Ziraat işi çok meşakatlı bir iş olduğunu çocukluk yıllarımda anlamıştı.Bir meslek sahibi olmalı insanın elinde.

YAŞANMIŞ ANILAR!

YAŞANMIŞ ANILAR!  Bir köy çocuğu olarak geldim dünyaya. Bir yılkı atı kıvamında büyüdük yetiştik, türlü badireleri geçerek. Bu zamana gelinc...